Yaşadığımız dünya, günümüz edebiyatına yön veren akımları nasıl şekillendiriyor? 2020’de küresel yayıncılık sektörü hangi temalara yöneliyor? Hikâyeler anlatıcıya mı aittir, yoksa konu ettiklerine mi? Anlatıcının ele aldığı konuya karşı sorumluluğu nedir?
08 Şubat 2020 14:45
Yılın Kitapları’ndan söz ederken nelerden söz ederiz? Size sunacağım, 2020’nin kitaplarına ve bu kitapların doğduğu, doğurduğu kültürel ortama ait bir özet; biraz sonra anacağım kitapları edebi nitelikleriyle değil, kültürel kalıntılar olarak ele alacak, kitlesel hikâyeciliğe odaklı yayıncılık endüstrisinin bize neler anlattığına, 2020’nin dünyasını nasıl yansıttığına dair bir kesit oluşturmaya çabalayacağım…
Amacım bu yıl yayımlanacak kitapların arasında öne çıkacak olanları sıralayan bir liste sunmak değil; her okur bunu kendi ilgileri, her editör kendi içgüdüleri doğrultusunda oluşturmalı. Onun yerine, bu akşam burada, geçen senekine benzer biçimde, bu yıl yayımlanacağı duyurulmuş bazı kitapları ait oldukları kültürel üretim ortamının ışığında ele almak, manzaramıza biçim veren ve o manzarada türeyen rüzgârlara göz atmak niyetindeyim; o rüzgârlar, neleri okuduğumuzdan ziyade nasıl bir dünyada yaşadığımıza dair ipuçları barındırıyor. Yazı uğraşı her ne kadar bireysel olsa da hikâyenin yayımına dair eğilimler, kitleleri ortak anlatılarda, ortak temalarda, bağlamlarda buluşturuyor. O çabaların sonuçlarında uluslararası edebiyat fenomenleri, Yılın Kitapları seçkileri ve tartışılan konular belirleniyor; sadece okuduğumuz metinler değil, okuma ve yorumlama biçimlerimiz yeniden yapılanıyor. Kolektif hassasiyetlerimiz değişirken bireysel ilgi alanlarımız da kültürel tüketimimiz ile eşzamanlı olarak dönüşüyor.
Kişisel ilgi alanıma dayalı olarak daha çok kurmaca eserlerden bahsedeceğim size... Küresel yayıncılık ve telif satışı aktivitesinin kayda değer bir bölümünü kapsayan ABD ve İngiltere kökenli kitaplar ağırlıklı olmak üzere anlatılacak ve yeniden anlatılacak hikâyelere, bunların yaşamlarımızla kesişimlerine değinecek, bu hikâyeler suda seken taşlar misali yeni dillerde yeni okurlara ulaşırken içerdikleri ortak arayışlara, ortak temalara işaret edeceğim. Geçen seneki konuşmamda, 2010’ların ikinci yarısında, sokaklara dökülen kadınlar devlet söylemlerini protesto ederken dizi uyarlamasının da başarısıyla eski eserleri ile bir geri dönüş yapan Margaret Atwood’un 1985 tarihli romanı Damızlık Kızın Öyküsü’nden, 2017’de, Trump’ın Beyaz Saray’a girişinin akabinde listelerin başına kurulan Orwell klasiği 1984’ten, zamanımızın karanlığı içinde birden popülerleşen distopyalardan söz etmiş, Ocean Vuong, Colson Whitehead, Marlon James gibi yazarların kitaplarını ele almıştım. Giderek güçlenen popülist, ırkçı, ayrımcı söylemlere, dünyanın dört bir yanındaki otoriter rejimlere ve ırkçı, baskıcı, ayrımcı siyasete karşı azınlıkların –ve ana akımın dışında konumlananların– kendi hikâyelerini öne çıkaran metinlerin vitrinde olduklarını söylemiştim.
Geçen seneki konuşmamda andığım kitaplardan The Testaments Booker Ödülü’nü aldı ve bu ödülü Bernardine Evaristo’nun Girl, Woman, Other adlı kitabıyla paylaştı; BBC ise haberi verirken ödülün Margaret Atwood’a ve “diğer” bir yazara gittiğini duyuran bir twit attı – geçen senenin kutuplaşmış siyasi atmosferin somut bir tezahürü olarak; adıyla dahi anılmayan Afrika kökenli bir kadın ve “bizim” Margaret Atwood… 2019 gerilimi bol, çekişmeli bir yıldı ve 2020’den daha azını beklemek yersiz olacak. Kamplaşmalar artacak. 2020’de kitaplar, önceki seneden devraldıkları tema ve tınıları birer bayrak gibi taşımayı sürdürürken yeni eğilimler oluşacak.
Zamanın zemini kaygan, doğrusal ilerliyormuş gibi görünürken döngülere bel bağlıyor; 1984’ü 2017’de çoksatar haline getiren ve distopik anlatılara geçit açan rüzgârlar, hep ileriye, yeni ufuklara doğru esmiyor. Sizden ricam bu kayganlığı, zamanın kitaplar söz konusuyken esnediğini aklınızda bulundurmanız; bugün yayımlanan kitaplar, önceki yıl veya yıllarda yazıldı ve hazırlandı; birkaçı özgün dillerinin dışındaki dillerde sonraki senelerde yayımlanacak; hal böyleyken yılın kitapları ifadesi bir yanılsama aslında, kendi içinde çelişkili bir betimleme, ama hakikati bir nevi yararak ötesine geçmiş olan bizler, bu gibi yanılsamalarla yaşamaya, onları da anlatının bir unsuru olarak kabullenmeye alışkınız. Durduğumuz yer kendimiz açısından dünyanın merkeziyse, yılları bugünden geriye ve ileriye, ağaç halkaları gibi tasavvur edecek, kendi hikâyelerimizin döngülerine bakacağız.
Ağaç oyma harfler kullanan ilk baskı makineleri, Çin’de, bundan bin yıl önce de kullanılıyordu; bin yıldan daha da önce. Gutenberg’in matbaası, metal harflerle basım tekniğini kullanarak yayıncılık devrimini İncil ile yaptı. Bugünün inançları da, teknolojileri de daha farklı, artık kitapları okurlara ulaştıran aktörler bireysel değil, devasa mekanizmalar halinde işliyor: Bir tarafta The Big Six diye bilinen ve çatılarının altlarında pek çok alt marka barındıran Penguin Random House, Macmillan, Hachette, Simon &Schuster ve Harper Collins; aynı gruba ait Waterstones ve Barnes and Noble gibi dev kitabevi zincirleri; tüm dünyada yayıncılığı sarsalayan girişimleriyle Amazon gibi devler, diğer yanda orta ölçekli girişimler ve ayrıca yayıncılığı bağımsız bir faaliyet olarak gerçekleştiren, devasa satış, dağıtım, mağaza kanallarıyla ortaklıkları olmayanlar var… Çeşitlendirmek mümkün, fakat bu ayrımı yapmak, kimin hangi kitabı ne şartlarda yayımlayacağını, ne gibi mekanizmaların devrede olduğunu bilmek, yılın kitaplarını konuşurken önemli.
Zamandan bahsediyoruz, parmak bastığınız anda geçmişe dönüşen bir olgudan… Biz bu akşam burada sohbet ederken kitap satışıyla dünyanın en güçlü adamlarından biri haline gelmiş Amazon’un kurucusu Jeff Bezos, ABD’nin Nevada eyaletinde, çölün ortasında bir yerlerde bir saat inşa ettirmekle meşgul. Bu saatin ibresi, her saniyede değil, her yılda bir defa oynayacak, döngüsü on bin yılda tamamlanacak. Milyonlarca dolarlık bir yatırım, bambaşka bir gelecek tahayyülü bu; zamana bir çentik atarak gücünü ortaya koymak, ya da bugünün insanlarına bir mesaj vermek için bir girişim… Doksanlarda internette devrim yaptığı söylenerek göklere çıkarılan, 2010’larda matbu kitabın ölümünü ilan etse de haksız çıkan, şimdilerdeyse neredeyse bir tekel oluşturduğu yayıncılık ortamına ölümü gösterip teslimiyete razı etmeye girişen Jeff Bezos’un amacı, medeniyetler yok olsa bile kendi ritmine sahip çıkacak, şimdiden on bin yıl sonrasına uzanacak kronolojik bir köprü kurmak; geleceğe uzanmak. O, bizim ölçtüğümüz biçimiyle zamanı tanımıyor. Bezos’un bu girişimi on bin yıl sonraya kalacak mı bilinmez ama bu jestiyle zamanı sahiplendiğini söylemek gerek. Çölün ortasında, belirsiz bir geleceğe ilerlerken tıkırtısı ancak yılda bir kere duyulan bir saat… Biz fanilerin asla deneyimleyemeyeceği bir zaman dilimi – bir vizyonerin ütopyası ve doymak bilmez hırsın dünyaya asılma, damga vurma biçimi. 2019’da Frankfurt Kitap Fuarı’nda yaptığı Edebiyatın Yavaşlığı ve Bilginin Gölgesi başlıklı konuşmada, Karl Ove Knausgaard’ın dediği gibi: “Her şey yan yana var oluyor. Atomlar, alfabedeki harfler, edebiyat, dünya. Kavrayış ve yok oluş.”[1]
Bezos sonraki on bin yıla yaptırdığı saat ile uzanmayı deneyebilir; bizlerin zaman algısı, bu kadar uzun soluklu değil; uzun vadeli projeksiyonlarda on yıllık zaman zarfları kullanmak, daha akla yatkın. Dünyanın en büyük profesyonel yayıncılık etkinliği olan Frankfurt Kitap Fuarı’nda 2010 yılını anımsıyorum, on yıl öncesini, yaşayan yazar kültünün en canlı zamanlarını… O zamanlar yeni sesler, ilk kitabıyla çıkış yapan yazarlar ve bunların sırf yaşıyor olmaları dolayısıyla henüz yazmadıkları ancak yazma potansiyeli taşıdıkları kitaplara dair ihtimaller hem fuar masalarında hem de fuar dışındaki ortamlarda konuşulur, ‘kırk yaş altında yirmi yazar,’ ‘otuz beş yaş altındaki beş yazar’ gibi ömür beklentilerine dayalı, yazın potansiyeline oynayan listeler yapılırdı. Yazarın yazması için yaşaması gerekiyordu, ama bununla da kalmıyordu, kendi yaşam öyküsünü de bir anlatı olarak az çok kurgulaması, yazınına katması bekleniyordu. Bazı istisnalar da vardı tabii, yapıtlarının bir kısmı ölümlerinden sonra yayımlanan Roberto Bolaño ve Stieg Larson, mezarlarından sesleniyorlardı dünyaya mesela; yeni eserleri yayımlanmayı sürdürse de daha yenilerini asla yazamayacak trajik birer figür olarak.
O zamandan bu zamana, vampir kitaplarından erotika furyasına uzanırken bir yerlerde bir kırılma yaşandı ve yaşayan yazar fikri eski cazibesini kaybedip yerini modern klasiklere yönelik arayışa bıraktı. Geleceğe, yeni edebiyatın potansiyellerine dair inanç mıydı aşınan, yoksa büyüyen sektörün kapsama alanını genişletmeye, zamana yayılmaya dair bir girişim mi, tartışılır elbette ama modern klasiklerin popülerleşmesi, kadri bilinmemiş kıymetler olarak sınıflandırılacak modern edebiyat metinlerinin yeniden basımlarıyla başladı. Tam olarak söylemek, işte bu kitapla oldu demek güç ama 2000’lerin ikinci yarısında bir kayıp metin çılgınlığı yaşanmış, bu doğrultuda yayıncılar, zamanında yayımlanmaya değer görülmemiş manuskriptleri belge niteliklerini de koruyarak okurla buluşturmaya başlamışlardı; bunlar belki edebi açıdan yazarlarının diğer eserleri kadar sağlam, onlar kadar “işlenmiş” değildi ama çoktan ölüp gitmiş olan kalemlerle yeniden kavuşmak için coşkulu vesilelerdi; Jack Kerouac’tan Jose Saramago’ya uzanan bir yelpazede pek çok büyük yazarın “kayıp” eserleri bu süreçte yeniden yayımlanmış, yayımlanma öyküleriyle ayrıca merak uyandırmıştı. Yine 2000’lerin ortalarında zamanında pek ilgi görmeyen John Williams’ın 1972’de yazılmış Stoner’ı yeni NYRB edisyonuyla sene sonu seçkilerine girmiş, kendinden epey bahsettirmişti, ama Lucia Berlin’in 1977 tarihli A Manual for Cleaning Women’ının 2015’te, yeni FSG baskısıyla çıktığının haftasında New York Times bestseller listesine girmesi[2] ve sene sonunda aynı gazetenin seçtiği yılın en iyi 5 kurmaca eserinden biri olması hayretle karşılandı. Lucia Berlin öleli 11 yıl olmuştu... Clarice Lispector ya da Shirley Jackson gibi yazarlar söz konusu olduğunda da benzer eğilimler mevcuttu; yayıncılar ölüleri diriltiyor, modern klasiklere ait alan giderek genişliyor, kadri bilinmemiş kıymetler yerlerini daha klasik isimlerin zamanında çok okunmamış ya da unutulmuş eserlerine bırakıyordu. Öyle bir dönemdi ki bu, uluslararası çoksatarlar haline gelince Stefan Zweig’ın eserlerinin edebi değeri tartışmaya açılıyor, şair ve çevirmen Michael Hofmann, yazardan “Avusturya yazınının Pepsi’si”[3] diye bahsederken Wes Anderson onu göklere çıkarıyor, New York Review of Books’un yayın yönetmeni Edwin Frank, “insanların yirminci yüzyıl denen felakete ilgi duyduklarını”[4] ve klasiklere yönelenlerin kitapları bu nedenle yeniden gündeme getirdiğini söylüyordu. Klasikler, Orwell’in 1984’ü ile başlayıp son olarak Greta Gerwig’in yönettiği Louisa May Alcott uyarlaması Küçük Kadınlar’ın yeniden kültürel gündeme girmesiyle 2010’lara damgasını vurdu. 2020’yse, bunun paralelinde bir başka furya getiriyor bize, bir geçmişe dönüş furyası, fakat geçmişte yazılmış olup bugün okunacak kitaplar değil, bugün yayımlanırken geçmişi anıştıran kitaplar var karşımızda, metinler arası sıçramaları ile… Yaşayan yazar kültü yok olmuş değil, ama eskilerin yeri ve ağırlığı bir başka şimdi, edebiyatta geri dönüş, zamanımızın en belirgin eğilimlerinden biri.
Madem sıçramalar dedik, eskinin bağlamında kurgulanmış yenilerden bahsetmeden önce geçen yüzyılın köşe taşlarından birine, Jorge Luis Borges’e uğrayalım: Borges, “Shakespeare’in Belleği”[5] adlı öyküsünde büyük şairin belleğini devralan bir adamı anlatır, Hermann Sorgel adlı bir Shakespeare araştırmacısını… Adamın kendi hafızası, Shakespeare’in hafızası ile bir arada, zihninde duracak, yeni devraldığı anılar ancak adam bir kitabın sayfalarını karıştırırken, rüya gördüğünde ya da bir köşede dönecek olduğunda su yüzüne çıkarak onun tarafından keşfedilecektir. Sorgel, Shakespeare’e ait anıları hatırlasa da bunların büyük ozanı oluşturmadığını anlar, bir biyografi yazmayı düşünür, ama bu da anlamlı görünmez gözüne… Kahramanımız, bir süre sonra bu yükü taşıyamaz, kendi benliğinin nerede durduğunu bulamaz hale gelir ve Shakespeare’in hafızasını yana yakıla bir başkasına devreder…
Yazarın son dönem öyküleri arasında yer alan bu öykü, zihin ve insana dair farklı biçimlerde okunabilir, ama ben, bunu bir okur metaforu olarak almak istiyorum. Sorgel anıları almış, ama sahibinden kopartılmış oldukları için onları kâğıda dökmek şöyle dursun, okuyamamış, kendi benliğinin çerçevesinde anlamlandıramamış, onlardan faydalanamamıştır. Okurun ihtiyacı olan yol haritası, yazarın belleği değil, bellekteki malzemeyi zihninde işlediği anlatı, yani metnin kendisidir.
Son on yılda eskilere dönüşe dair bir eğilim geliştiğinden bahsettim, o zaman 2020’de eskileri yeniden işleyen eserlerin ön planda olduğunu söyleyeyim… Bunlardan ilki, Maggie O’Farrell’ın Hamnet’i; Nisan ayında yayımlanacak roman, William Shakespeare’in on bir yaşında ölen ve hakkında çok fazla şey bilinmeyen oğlu Hamnet’i ve onunla sağlığında çok yakın bir bağ kurmamış babasının ilişkisini anlatıyor. Borges, Shakespeare’in Belleği’nde Goethe’nin Almanlar için neredeyse dinî bir önemi olduğunu iddia ediyor; bunun aynısını Shakespeare ve Batı kanonu için söylemek mümkün – O’Farrell’ın kitabının çeviride nasıl işleyeceğini kestirmek güç ama İngiltere ve Amerika’da ses getireceği muhakkak.
Geçmişe dönüş furyası dahilinde benim ilgimi çeken bir başka eser, Sansei and Sensibility. Karen Tei Yamashita’nın kısa öykülerini derleyen ve Mayıs ayında yayımlanacak bu kitapta Jane Austen motifleri yetmişli ve seksenli yılların Japon-Amerikalılarıyla iç içe geçiyor; Mr. Darcy bu öykülerde Amerikan futbolu takımının kaptanı olarak karşımıza çıkıyor… Sansei, Amerika’da doğmuş ilk kuşak Japon göçmenlerine verilen ad; Yamashita’nın Jane Austen göndermeli öykülerinde kahramanlar, kültürel ya da manevi bakımdan miras nedir, önceki kuşaklardan ne devralınır, ironik bir bakış açısıyla bunu irdeliyor. Bağımsız bir yayınevi olan Coffee House Press’in listesinde olan Yamashita’nın adını çoksatar listelerinde göreceğimizi sanmıyorum, ama kitabın ilgi uyandıracağını tahmin ediyorum.
Hazır geçmişle iştigal ediyoruz, 150 yıl geriye sıçrayalım ve Tolstoy’a uzanalım: Anna Karenina, Moskova’dan St. Petersburg’a giden bir trene biner ve yolda İngilizce bir roman okur… Pasaj şöyledir:
“Okuyor, okuduğunu da anlıyordu. Ama okumak, yani başkalarının yaşamlarının yansımalarını izlemek hoşuna gitmezdi. Kendi yaşamak isterdi. Romanın kadın kahramanının hasta kocasına hizmet ettiğini okurken, hastanın odasında parmaklarının ucuna basarak kendisinin dolaşmasını isterdi.”[6]
Bir kitap kahramanı olan Anna Karenina, okuduğu kitaplardaki kahramanların yaşamlarına hasret çekedursun, ona değinen bir başka romanı, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni[7] analım; burada Tereza, Tomas’ın kapısını çaldığında koltuğunun altında Anna Karenina vardır, çiftin geleneksel anlamdaki ilişkisi o gün başlar, hatta bu Rus klasiği, köpeklerine isim verirken onlara ilham olur; Tereza’nın koltuğunun altında Anna Karenina ile gezmesi, bu ilişkinin nasıl ilerleyeceğine, kahramanın nasıl bir rol üstleneceğine dair de bize bir fikir verir, gelecek hakkında bir yansıma gibi işler…
Bengi dönüş fikri ya da bir trende roman okuyarak seyahat eden ve roman kahramanlarının yerine geçmek isteyen Anna Karenina bir yana, bu sene kendinden söz ettirecek bir başka roman, Jenny Lee imzalı Anna K…
Lee’nin romanında olaylar Rusya’da değil, New York’ta geçiyor ve 17 yaşındaki Anna, büyüme sancılarıyla boğuşuyor. Macmillan bünyesindeki Flatiron Books’un yayımlayacağı Anna K., Grand Central istasyonunda Kont Vronsky ile tanışıyor... Geçmişin trenleri ile bugünküler epey farklı olsa da, Grand Central istasyonu ve kahramanların sosyoekonomik durumları Cecily von Ziegesar’ın Gossip Girl’ünü çağrıştırsa da, romanın spotu göndermesini ıskalamıyor: “Bütün mutlu ergen kızlar birbirine benzer, ama mutsuz ergen kızların sefaletleri kendilerine özgüdür.”
Yine bu başlık altında değineceğim Lily Tuck imzalı bir başka kitap var: Heatchcliff Redux: A Novella and Stories. Tuck’ın 1963 Virginia’sında geçen aynı adlı novella’sında başkahraman Uğultulu Tepeler’i yeniden okurken Cliff adlı bir adama âşık olan evli ve mutsuz bir kadın… Tuck’ın minimalist bir üslubu var ve metin, bir yanılsamayı anlatıyor, büyük bir aşkı değil. Kitapta ayrıca novelladan bağımsız, Bolaño ve Sebald göndermeleri içeren öyküler yer alıyor.
Geçmişe dönüş bağlamında anacağım son kitap, Kanadalı şair Lisa Robertson’ın ilk romanı ve The Baudelaire Fractal adını taşıyor. Bu roman, bir otel odasında uyanıp da Baudelaire’in bütün eserlerini kaleme aldığını anlayan bir şairi konu alıyor. Seksenlerden bugüne uzanan ve Kanadalı bağımsız yayınevi Coach House tarafından yayımlanacak kitap, büyük grupların birbirleriyle güreştiği sektörde çatlakların arasından sızabilecek, Kanada’nın bu yıl Frankfurt Kitap Fuarı’nın onur konuğu olacağı da düşünülürse uluslararası görünürlük kazanabilecek, çarpıcı bir metin.
Eskiyi yeniden işleyen, olmuşu olacakla yoğuran kitaplar; geçmiş ve gelecek… Her şey yan yana.
Geçen seneki konuşmamda edebiyatta öne çıkan kimlik söylemlerinden ve aidiyet sorgulamalarından bahsetmiştim. Yine geçen sene andığım ve 2020’de adından söz ettireceğini söylediğim bir kitaba, American Dirt’e geleceğim şimdi...
Ocak ayında yayımlanan ve 2020’nin en çok öne çıkacak romanları arasında anılan bu kitap, büyük bir gürültü koparttı ve derin bir kamplaşmaya yol açtı. Sorumuz şu: Hikâyeler anlatıcıya mı, yoksa konu ettiklerine mi aittir? Anlatıcının, ele aldığı konuya karşı sorumluluğu nedir?
American Dirt meselesine girmeden bir nefes arası alalım. Dünya edebiyatı kavramına da küresel yayıncılık piyasasının dinamiklerine de eleştirel yaklaşan Tim Parks, Ben Buradan Okuyorum’un girişinde, hikâyelere ihtiyacımız olmadığını, onlarsız pekâlâ yaşayabileceğimizi, ama iyi bir roman okumayı çok sevdiğini söylüyor. Parks kitabın önsözünde şöyle diyor: “Edebiyat ölüyor mu diye endişelenmemize gerek yok aslında. Hiç bu kadar çok edebiyat olmamıştı. Belki artık musibete bir sağlık uyarısı eklemenin zamanı gelmiştir.”[8] Parks ile aynı kanıda değilim, hikâyelere duyduğumuz ihtiyaç, gıda ya da korunma ihtiyaçlarımız kadar baskın değil belki ama hikâyenin, daha doğrusu anlam ya da anlamlı şablon arayışının, medeniyetin temellerinde yer aldığını düşünenlerdenim. İnsanın kendi ördüğü anlam ağlarına takılmış bir hayvan olduğunu ve dünyayı ancak bu şekilde, kendi kültürel bağlamı dahilinde yorumlayabildiği görüşünü[9] kabul edersek, kültürü de bir metin gibi okumaktan bahsetmek mümkün olabilir ve bu bir yana, herhangi bir örüntüye atfedilen anlam, nerede durduğunuza, hangi kültürel sahaya ait olduğunuza bağlı olarak farklı okunabilir. Bir yazarın ya da satış kampanyasının büyük başarısı, bir topluluğun gözünde büyük bir utanç ya da incinme vesilesi olabilir. Daha dün, Barnes and Noble kitabevi zinciri, Penguin Random House işbirliği ile “çoğulcu” bir klasikler serisine girişeceklerini duyurdu ve Alice Harikalar Diyarında’dan Moby Dick’e, Frankenstein’dan Romeo ve Juliet’e “temsil alanının daha kapsamlı” olduğu iddia edilen bir klasikler serisine ait tasarımları sosyal medyada paylaştı; yaptıkları, kapak resimlerinde yer alan figürlerin ten renklerini koyulaştırmaktan ibaretti. Habere göre, yapay zekâ ile taranan klasiklerin arasından ırksal nitelikleri vurgulanmayan kahramanların yer aldığı metinler seçilmiş, kapaklarda farklı etnik kimlikler taşıyormuş gibi görünen figürlerle “çoğulcu” (!) bir seçki oluşturulmuştu.
Bu duyuru yayıncının kapsamayı hedeflediği kitlede büyük tepki uyandırınca, on iki saat gibi kısa bir süre içinde kampanyanın iptal edildiği[10] açıklandı. Bu vaka, şimdi bahsedeceğim kitaba dair kopan tartışmaları anlamak için de önemli.
Evet, şimdi, 2020’nin daha ilk ayında Amerikan yayıncılık sektörünü keskin bir hat çizerek ikiye bölen Jeanine Cummins imzalı American Dirt hakkında konuşmalı, hikâyenin sahibi kimdir, buna kafa yormalıyız. Cummins’in Flatiron Books tarafından yayımlanan romanı, bu senenin en büyük yayıncılık yatırımlarından biri; yeni kitabın açtığı tartışmaysa pek de yeni sayılmaz… İçinde ayrımcılık iddiaları ve kurumsal hırs barındıran eski bir hikâye bu, fakat yeniden anlatılması gerek.
Jeanine Cummins’in kendi hikâyesi, on yıl boyunca satış departmanında çalışmış olduğu Penguin yayınevinde başlamış olabilir... American Dirt’e dair hikâyelerse, 2018’de anlatılmaya başlanıyor, 2018’in baharında Jeanine Cummins imzalı kitabın dokuz yayıncıyı kafa kafaya getiren bir kapalı artırmanın sonucunda Flatiron tarafından satın alındığı ve yazarın, birkaç milyon dolarlık bir avans aldığı haberi Bookseller’ın sayfalarına düşüyor. Flatiron’ın kitaba dair planlaması geniş, film hakları satılıyor, daha metinde son nokta konmadan uluslararası yayıncılar yayın hakları için sıraya giriyor ve kitap nihayet, 2020’nin Ocak ayında yayımlanıyor. İlk tepkiler coşkunlukta sınır tanımıyor, zira Don Winslow, kitap için, “zamanımızın Gazap Üzümleri,” derken, Stephen King, “bu kitabın ilk yedi sayfasını okuyup da bitirmeyecek biri olduğunu sanmıyorum,” diye ekliyor, John Grisham sayfaları çevirmeden duramadığını belirtiyor, Sandra Cisneros, “büyük Amerikan romanı değil, Amerika kıtalarının büyük romanı,” diyerek kitabı göklere çıkarıyor. Reklam bütçesinden planlamaya, kitabı bir çoksatar haline getirmek için çalışacak makinenin bütün dişlileri hazır, derken ilk çatlak sesler yükselmeye başlıyor.
İlk taşı atan, New York Times’da yayımlanan kitap eleştirisini kaleme alan Lauren Groff oluyor. Groff, son derece tutuk olan yazının girişinde, bu eleştiriyi acaba ben mi yazmalıydım, yoksa Meksika ile bağı olan bir yazar mı, bilemiyorum derken dolaylı yoldan yazarın konuya yabancılığının altını çiziyor. Akabinde sosyal medya, meraklanıp kitabı okuyan ve Avrupa kökenli olup Meksikalı bir anlatıcının ağzından yazan Jeanine Cummins’e yönelik eleştirilerle doluyor.
American Dirt, Meksika’da bir kitabevi işleten kahraman Lydia’nın ağzından anlatılıyor; Lydia’nin gazeteci eşi bir uyuşturucu kartelinin lideri hakkında haber yapınca kartel, ailenin pek çok ferdini bir kutlama sırasında öldürüyor ve Lydia, oğlunu da yanına alarak, Meksika sınırını gizlice geçmeye çalışan diğer göçmenlerin izinden ABD'ye ulaşmaya çabalıyor. Sayfa çevirten dedikleri türden, edebi diliyle değil kurgusuyla öne çıkan, hızlı tempolu bir roman söz konusu; daha da önemlisi, insanların sefaletlerinden, tenlerinin renginden ya da içinde oldukları trajediden bahsetme biçiminde bariz sorunlar olduğu söylenen bir roman… Kitabın onuruna verilen yemekte masaların duvar ve dikenli tel dekorlarıyla süslü olması ya da yazarın, sosyal medya hesabında kitap kapağından alınma dikenli tel desenli manikürünün fotoğraflarını paylaşması, iyi niyet sınırlarını aşan bir hareket olarak alınıyor ve Myriam Gurba, Roxane Gay, Tina Vasquez, Viet Thanh Nguyen, Valeria Luiselli gibi yazarların kınamaları, ana akımın dışında kalan yazarlara yayın dünyasında uygulanan sistematik ayrımcılık tartışmalarını körüklüyor.
American Dirt’ün yarattığı kamplaşma atmosferi, yayıncılık sektörüne yön veren hegemonyanın çarklarını vurgulamasıyla önemli. Kitabı eleştirenler, Latin kökenli yazarlara asla böyle büyük kitap sözleşmeleri önerilmediğini, kendi hikâyelerini bu kadar çok sayıda okura ulaşacak kitaplarda anlatma fırsatı tanınmadığını söylüyorlar. Kitap seçimleri ile milyonlara ulaşma potansiyeli olan Oprah Winfrey kitap kulübü için bu kitabı seçince aynı eleştiriler bu defa Oprah’ya da yöneldi. Yüzü aşkın yazar, yayımladıkları bildirgeyle Oprah’dan kitaba desteğini çekmesini rica etti. American Dirt’ün yazarı Jeanine Cummins, İspanya doğumlu ve İrlandalı biriyle evli; Porto Rikolu bir büyükannesi olduğunu söylüyor, ama daha önceleri kimi söyleşilerde beyaz, Avrupa kökenli bir Amerikalı olarak tanımlamış kendini; bu kitabın tanıtımları esnasındaysa Latin kökenli olduğunu belirtmiş; bilhassa Latin Amerika kökenli yazarlar kendi travmalarını sömürdüğünü iddia ettikleri Cummins’e ve onun arkasında duran yayınevine tepkili. Yazarın kendi kimliğini çarpıtması hakkındaki iddialar bir yana, kitabında göçmenlerden bahsederken “yüzden yoksun kahverengi kütle” gibi betimlemeler kullanması, ırkçılık ve ayrımcılık ithamlarını güçlendiriyor.
Tartışma kopalı beri, Oprah’nın ricasıyla Instagram hesabında kitabı tanıtan Salma Hayek, desteğini geri çekti; Sandra Cisneros, kitaba dair övgü dolu sözlerini onu ve diğer Latin Amerika kökenli yazarları asla okumayacak insanlara cazip gelecek bir metin olduğu gerekçesiyle sarf ettiğini söylemek zorunda kaldı; Eva Longoria, yayıncılık endüstrisinin yüzde sekseninin beyaz olduğuna ve bu tartışmanın bu nedenle çıktığına, eğlence endüstrisinin de bundan farklı olmadığına dikkat çekti. Alınan yanlış tanıtım kararları, sadece yazarın tercihlerinden değil, bütün bu operasyonun ayaklarında kitabın konu ettiği kimliklere sahip, dolayısıyla hassasiyetleri bu bakımdan gelişkin kimsenin yer almamış olmasından kaynaklanıyordu; yani kolektif bir işti. Jeanine Cummins, kitap infial uyandırınca planladığı büyük Amerika turnesini iptal ettiğini, hayatının tehlikede olduğunu duyurduğunda onu eleştirenler tipik bir “beyaz” tepkisi verdiğini, karşısındaki insanların söyleminden değil, kimliğinden ürkerek başını kuma gömdüğünü, kurbanı oynadığını söylediler. Öyle ya da böyle, kitap şu anda NY Times çoksatarlar listesinde bir numara; tartışmalarsa hâlâ dinmedi. Oprah, olumsuz eleştirileri de tartışmanın bir parçası haline getirip programına dahil edeceğini söyledi ve görünüşe bakılırsa bunlar dahi kitabın satışına hizmet ediyor. Yılın şimdiden en çok öne çıkan kitaplarından biri, Trump’ın sınır politikaları yüzünden çekilen acılara ışık tuttuğu iddiasıyla göçmenleri ötekileştirdiği iddia edilen, sınırda yaşanan kaosu ve trajediyi indirgediği söylenen bir roman ve okur, onu benimsemiş vaziyette. Hal böyleyken, Cummins’i eleştirenler alternatif listeler derliyor, bu kitabın yerine okunması gerekenleri vurguluyor; radyo programlarında, bağımsız kitabevlerinde etkinlikler düzenleyerek seslerini yükseltiyor. Göçmenlerin yaşamlarına ilişkin önerilen okumalar bağlamında en çok anılan, yine büyük bir yayınevinin, Harper Collins’in çatısı altında hazırlanan ve yeni yayımlanan Children of the Land. Bu kitap, yazarı Marcelo Hernandez Costillo’nun kayıt dışı bir göçmen olarak ABD’deki büyüme öyküsünü ele alıyor.
American Dirt vakası, dikenli telleri dekor haline getirmesi ve bu konuya eğilen Latin kimlikli yazarların kaleme aldığı pek çok roman varken beyaz birinin bakış açısını tercih etmesiyle kurumsal yayıncılık refleksini yansıtmakla kalmıyor, geniş kitlelere hitaben açılan alanlarda kimlerin, ne kadar konuşma izni olduğunu da vurguluyor. Flatiron, büyük yayıncılık gruplarından Macmillan’ın şemsiyesi altında ve sonraki yıl, Oprah’nın da kitabını yayımlayacak.
Amerika bu kitabı tartışadursun, İngiltere de kendi edebi çoksatarına hazırlanıyor: Djinn Patrol on the Purple Line. Djinn Patrol, 30 Ocak tarihinde yayımlandı ve Deepa Anappara’nın ilk kitabı. Henüz yayımlanmamışken aldığı ödüller ve bunların yarattığı heyecan dalgasıyla uzun zamandır hakkında konuşulan kitap, Hindistan’ın dış dünyaya pek açılmayan yoksul yüzünü yansıtma iddiasını taşıyor. Adı söylenmeyen, Yeni Delhi benzeri bir şehrin yoksul kesiminde kayıp çocuk vakalarının izini süren dokuz yaşındaki anlatıcı Jai ve asistanı Pari, kaybolan arkadaşları Bahadur’u arıyorlar ve bu dehşetli macera, ülkenin gerçeklerine de ışık tutuyor. 2003-2006 yılları arasında yaşanan ve polisin araştırmaya değer görmediği çoklu kayıp çocuk vakalarını çıkış noktası olarak kullanan bu roman, 2018’de Frankfurt’ta hakkında en çok konuşulan kitaplardan biriydi ve hakları, daha o zaman, fuar akabinde on dört ülkeye satılmıştı. Şimdi, yeni yayımlandığı şu günlerde, Waterstones Piccadily şubesinin kitabı alana bir chai tea latte hediye edeceği, Dishoom Hint restoranları zincirinin kitabın tanıtım ortakları arasında yer alacağı söyleniyor ve henüz, yoksulluğun pazarlanmasına, Hindistan’ın ağırlıklı olarak beyaz bir okur kitlesinin tüketimi için egzotik bir çehreye büründürülmesine itiraz eden biri çıkmadı. Anappara gelecek vaat eden bir yazar ve Djinn Patrol, halkla ilişkiler ekiplerince aşağıya çekilemeyecek kadar güçlü, kendi başına ayakta durabilecek bir metin. Her şey yan yana, buna edebiyat ve PR da dahil.
Konuşmanın girişinde zamanın esnekliğinden ve geçmiş yılların döngülerinin geleceğe nasıl uyum sağladıklarından bahsettim; 2020’de öne çıkacak kitaplar başlığı altında şimdi anacaklarım, kadınlar tarafından kaleme alınan, hakikatle beslenmiş, #MeToo hareketiyle bağlantılı metinler. Bunlardan ilki, Kate Elizabeth Russell imzalı ve gerçek bir hikâyeye dayalı My Dark Vanessa. Kitap, yaşam muhasebesini yapan ve 15 yaşındayken 42 yaşındaki İngilizce öğretmeni ile yaşadığı ilişkiyi yeniden değerlendiren Vanessa Wye’ın etrafında gelişiyor. Vanessa’nın sorguladığı, kendine anlattığı hikâye aslında; zaman değişir, zamanla birlikte farklı hassasiyetler, farklı bir bilinç gelişirken inandığı hakikatler. Bu yılın büyük romanlarından biri bu; çıkarken özyaşam öyküsü olarak vurgulanmayan metni, yazarı, sonradan içindeki olayların gerçeklere dayalı olduğunu duyurarak sahiplenmek zorunda kaldı, zira Wendy Ortiz adlı bir başka yazar, Russell’ı, birkaç yıl önce küçük bir yayınevi tarafından yayımlanan kendi özyaşam öyküsü Excavation’dan intihalle suçladı. Suçlamalar üzerine öne çıkıp roman olarak tanıtılan metnin hakikatle bağına dair açıklama yapan yazar, American Dirt’ün de yarattığı sarsıntılı zeminde şüpheyle karşılandı. Kitap, Mart ayında yayımlanacak ve tartışmalar, o dönemde yeniden alevlenecek gibi.
MeToo bağlamında ele almamız gereken bir başka kitap Fransa’dan, Vanessa Springora imzalı Le Consentement. Fransa’da yayıncılık sektöründe bilinen bir isim olan Springora, bu romanda 14 yaşındayken beraber olduğu Fransız yazar Gabriel Matzneff’i ve ilişkilerini anlatıyor. Bugün 83 yaşında olan Matzneff’in hakkında pedofili suçlamaları olduğunu ve kitabın çıkışıyla yeni bir soruşturmaya hedef olduğunu eklemek gerek. My Dark Vanesssa ve Le Consentement, pek çok yerde Nabokov’un Lolita’sıyla anılıyor ve haliyle, anlatıcı perspektifleriyle Lolita’dan ayrılıyorlar. Springora’nın kitabı yeni yayımlandı, ancak İngilizce edisyonuyla 2021’de yeniden gündeme gelecek, belki de Leila Slimani’nin Hoş Nağme’sine benzer bir biçimde İngilizce edisyonuyla özgün dilindekinden daha fazla sayıda okura ulaşabilecek.
Bu bahiste son anacağım kitap, Norveçli yazar Vigdis Hjorth’un İngilizcede Will and Testament adıyla geçen yılın sonunda yayımlanan kitabı; kitap, basit bir miras anlaşmazlığından yola çıkarak yazarın yaşamına ilişkin derin bir travmayı, aile kurumunun en karanlık odalarını ve geçmişin hükmünü ele alıyor; Norveç’te büyük bir tartışma koparan bu kitap, Türkçede bu yıl yayımlanacak.
Dünya, tam olarak ne zaman gelecek umudunun giderek yittiği, yaşam beklentilerinin çıkmaza saplandığı bir yere dönüştü, onu söylemek güç ama insana yüklenen anlamın sarsılmasında bir kitabın, İngilizceye 2014 yılında çevrilen Yuval Noah Harari imzalı Sapiens’in parmağının olduğu söylenebilir. Milyonlarca okura ulaşan bu kitap, insanın dünyadaki macerasını anlatmasıyla kesinlikle ilk değildi, ama insanı yüceltmeyip dünyadaki varlığının yarattığı sorunlara işaret etmesiyle, insan ırkının özellikle yerleşik yaşama geçtikten sonraki icraatlarına karşı mesafeli ve eleştirel tutumuyla diğerlerinin arasından sıyrılıyordu. İnsanı konu alan ama onu kutsal bir varlık olarak değil, hatalı, kusurlu, bencil ve yıkıma düşkün yanlarıyla ortaya koyan, hümanizmi yerle bir eden bir metin… Demokrasilerin tökezlediği veya büsbütün çuvalladığı, yoksulların giderek yoksullaştığı, çalışanların kazanmak yerine borçlandığı, bitmek bilmeyen döngülerin bir avuç insanın refahına hizmet etmekten başka bir işe yaramadığı, tükenmiş ve doğal kaynaklarının sonuna gelmiş bir gezegen… 2020’nin kitapları arasında son anacaklarım, dünyanın içinde bulunduğu ortamı bireysel, kurumsal ya da ekolojik açılardan ele alan kriz metinleri.
Anacağım ilk kitap, Anna Wiener imzalı bir anı kitabı: Uncanny Valley. Wiener, bir süre bir edebiyat ajansında çalıştıktan sonra, ajansta kazandığının ya da yayıncılık sektöründe kazanabileceğinin üç katı başlangıç maaşıyla Silikon Vadisi’nde bir okuma aplikasyonu geliştiren bir şirkette çalışmaya dair kararını ve bu dünyanın cinsiyet ayrımcılığı, toksik erkeklik, mobbing ve kurumsal hırstan ibaret yanlarını ele alıyor. Wiener’ın kitabı, gerçeklere dayalı olsa da distopik bir tını taşıyor ve yazar, bizlere, Google’un bir reklam, Facebook’un bir istihbarat platformu olduğunu unutturmuyor. Kitaba adını veren Uncanny Valley, insana öykünen yapay zekâ formlarının benzerlik belli bir noktayı aştıktan sonra insanda uyandırdığı tiksinti ve duygusal kopukluk haline verilen ad… Wiener, kitabın sonunda, hesaplaşma zamanının geldiğini söylüyor ve sonun başlangıcıydı bu, diyor, San Francisco’daki günlerinin bir şeylerin bitimi olduğunu, yaşadığımız bu günlerin, sürdürülebilir olmayan refah ve bolluk çağının, kendi kuşağının altına hücum hareketinin son günleri olduğunu belirtiyor. Hayatın anlamını ofisinde hapsolduğu köşeden çözmeye çalışan insanın dramı, edebiyatta daha önce pek çok kere işlenmiş olabilir, ama bu yılın çalışma ortamı odaklı metinlerinde farklı bir umutsuzluk, kesif bir karanlık mevcut: Olmayan bir gelecek. Bu temayı daha farklı bir bağlamda işleyen bir başka roman ise, bağımsız bir yayınevi tarafından yayımlanan Hilary Leichter imzalı Temporary.
En kötüsünü en sona sakladım: İklim krizi. Birkaç senedir cli-fi denen iklim kurmacaları irili ufaklı yayınevlerinin kataloglarında kendilerine yer açıyor, siz de fark etmişsinizdir. Bu yıl içinde bulunduğumuz felaketi ele alan kurmaca ve kurmaca dışı kitapların yılı olacak, hâlâ inkâr eden varsa diye vurgulamak isterim, okuyacak pek çok şey var bu konuda, istatistikler ve raporlar dahil… Onları okumak istemiyorsanız eğer, Jenny Ofill’in Weather’ını, Jonathan Safran Foer’in We Are The Weather’ını ya da Mark O’Connell’ın Notes from an Apocalypse’ini okuyabilir, krize ve dünyanın geleceğine dair kafa yorup kendi felaket senaryolarınızı yeniden değerlendirebilirsiniz.
Sonuna geldik. Her anlamda. Margaret Atwood’un yayımlayacağı şiir kitabından, Elena Ferrante’nin İngilizce yayımlanacak yeni romanı The Lying Life of Adults’tan, Diane Keaton’ın biyografik metni Brother and Sister’dan, Colum McCann’in Ortadoğu romanı Apeiregon’dan, Sayed Kashua’nın Track Changes’ından, Doğu Asya’dan yükselen kadın seslerinden ya da yapay zekâ romanlarından bahsetmedim, ama bunları zaten duyacaksınız. Zamana dair konuşmanın tuhaf bir yanı var, insan ister istemez kâhin gibi hissediyor kendini ama ben kehanetlere inanmam… Kitaplara ise hâlâ inanıyorum.
Bu konuşmayı noktalarken, bir milyarderin bir dağın içini oyarak yaptırdığı on bin yıllık saati değil, ardındaki fikri çok sevdiğim ve geçen seneki konuşmamda da değindiğim Norveç’teki Gelecek Kütüphanesi’ni anmak istiyorum. İskoç sanatçı Katie Paterson’un projesi kapsamında her yıl bir yazar, yeni, okuruyla henüz buluşmamış bir metnini Norveç’te tahsis edilmiş bir ormana gömüyor, yüz yıl sonra çıkarılmaları, insanlara o zaman ulaşmaları için, hem ütopik bir girişim hem de bir umut egzersizi olarak… Kütüphaneye en son Han Kang bir metin bağışlamış. Kang, metnini bir kutuya yerleştirmiş, kutuyu beyaz, kefen benzeri bir kumaşa sarmış ve onu, bu beyaz kumaşı yerde sürüyerek ormanda gömüleceği noktaya kadar taşımış. Beyaz kumaşın Kore’de hem yeni doğanları sarıp sarmalarken hem de cenazelerde yas giysisi olarak kullanıldığını belirtmiş yazar; bir ölüm, bir doğum ya da ikisi birden; bu konuşma boyunca tekrarlayıp durduğumuz gibi, her şey yan yana.
Fotoğrafların insanı yatıştıran, tuhaf bir dinginliği var, hiçbirimizin okumayacağı kitapların, Norveç’te bir ormanda, geleceğin meçhul karanlığında, dünyanın koynunda gelecekteki okurlarını beklediklerini bilmenin verdiği tuhaf bir teselli…
Son sözüm: Edebiyat kalır.
•
[1] Karl Ove Knausgaard, “The Slowness of Literature and the Shadow of Time,” 6 Kasım 2019, The New Yorker.
[2] Dave Cullen, “11 Years After her Death, Lucia Berlin is Finally A Best Selling Author,” 11 Eylül 2015, Vanity Fair.
[3] Michael Hoffman, “Vermicular Dither,” 28 Ocak 2010, London Review of Books.
[4] Larry Rohter, “Stefan Zweig, Austrian Novelist, Rises Again,” 28 Mayıs 2014, NY Times.
[5] Borges, Jorge Luis. Dantevari Denemeler / Shakespeare’in Belleği, çev. Peral Bayaz Charum, İletişim Yayınları, 2014, s. 135.
[6] Tolstoy, Lev N. Anna Karenina, çev. Ergin Altay, İletişim yayınları, 4. Baskı, 2019, s. 163.
[7] Kundera, Milan. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, çev. Fatih Özgüven, İletişim Yayınları, 41. Baskı, 2014.
[8] Parks, Tim. Ben Buradan Okuyorum, çev. Roza Hakmen, Metis Yayınları, 2016, s. 12.
[9] Geertz, Clifford. Kültürlerin Yorumlanması; çev. Hakan Gür, Dost Kitabevi Yayınları, 2010.
[10] André Wheeler, “’Fake-Diversity: Barnes and Noble Cancels Race-Swapped Classic Covers,” The Guardian, 6 Şubat 2020.
EDİTÖRÜN NOTU:
Bu yazı, Siren Yayınları kurucusu ve K24 yayın kurulu üyesi Sanem Sirer’in 6 Şubat 2020 tarihinde Kıraathane’de yaptığı “2020 Okumaları: Kurmacanın Hakikatı” başlıklı konuşmasının tam metnidir.