Günlüğümden devam...
12 Ekim 1980
Demirel'le Ecevit bugün askeri uçakla
Hamzakoy'dan Ankara'ya getirildi. Evlerine
giderken ellerine yazılı bir metin tutuşturulmuş:
Siyasi demeç vermek yasak!
Siyasi nümayişe neden olunmayacak!
Siyasi amaçlı faaliyet yasak!
Makul ölçüler içinde ziyaretçi
kabul etmek serbest!
12 Eylül askeri darbesiyle milletvekilliği sona eren ve gözaltına alınan Başbakan Süleyman Demirel (sağda) ve CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit (solda) eşleri Nazmiye Demirel (sağ 2) ve Rahşan Ecevit (sol 2) ile birlikte kaldıkları Çanakkale Gelibolu Hamzakoy'daki Türk Silahlı Kuvvetleri misafirhanesinden alınarak Etimesgut Askeri Havaalanı'na getirildi
Doğan Avcıoğlu'ndan mektup:
Bakıyorum, Mümtaz (Soysal)
ve "antiemperyalist" solcularımız
yine Avrupa Konseyci oldular.
Yüz elli yıl önceki Fuat Paşa'nın
pabuççu muştası geldi aklıma.
"Yukarıdaki güç, padişah bizi ezer,
aşağıdaki halktan bir tepki gelmez.
Pabuççu muştası gibi sefaretlere
sığınmayıp da neyleyeceksin..."
14 Ekim 1980
Evren Paşa'yla Diyarbakır'daydık.
Cüneyt Arcayürek'in, "Gazeteci
umduğunu değil, bulduğunu yazar"
dediği gibi, Diyarbakır'a vardığımız
akşam bir "uçak kaçırma" olayının içine düştük.
İstanbul'dan kaçırılan uçak Diyarbakır'a indirilince,
her şeyi bırakıp "kurtarma operasyonu"nu izledik Cüneyt'le.
Sonra da hiç uyumadam Evren Paşa'nın
halka hitaben konuşmasını...
1960 harekâtı (27 Mayıs) çok iyi niyetle
yapılmıştı. Ama bir zümrenin lehine
yapılmış gibi gösterildi. Ve düzenlenen anayasa
maalesef bizim vücudumuza uymadı. O anayasa
dediğimiz elbise bize bol geldi.
İçinde oynamaya başladık.
Düzeltilemedi, birçok açık kapılar vardır
anayasanın içerisinde. Açık kapılar, kötü niyetlere
fırsat veren o açık kapılar kapanmadığı
için 12 Mart'a geldik. 12 Mart'ta düzeltilmeye çalışıldı.
Ama maalesef o kapılar gerekli ölçüde
kapatılamadı, gene açık kaldı.
Bütün kurumlarıyla sağlıklı bir temele
dayanmayan yönetimler uzun süre ayakta kalamazlar.
Bir gün gelir cumhuriyet kenara itilebilir
ve diktatörlük kurulabilir.
Kenan Evren, 14 Ekim 1980, Diyarbakır
Çare, Cumhuriyet'i
demokrasiyle taçlandırmaktır!
Hep yeni anayasalar yaparak
"memleketi kurtarmaya" çalıştık.
27 Mayıs'ta yaptık, olmadı.
Arkasından 12 Mart'ta, yine olmadı.
Sonra 12 Eylül, yine hüsran...
Darbeler ve yeni anayasalarla
"irtica"nın, "bölücülük"ün etkisiz hale
getirileceği sanıldı.
Ama olmadı.
"İrtica" seçim sandığında yükseldi.
"Dağın yolu" kesilemedi,
Kürt sorunu derinleşti.
Yeni anayasalarla, siyaset yasaklarıyla,
siyasal istikrarsızlıklar da son bulmadı.
Sürekli sorun biriktiren hükümetlerle,
koalisyonlarla Türkiye kıvrandı durdu,
siyaset de, ekonomi de rayına oturmadı.
Bakın, ülkenin bugünkü hallerine.
Halinden memnun olan kimse var mı?..
Yüzyıl önce Cumhuriyet'le bir
"saltanat"tan kurtulan Türkiye,
yüzyıl sonra bir başka "saltanat"la
baş başa... Kurtuluş çaresi, Evren Paşa'ların
çaresi değildir. Çare, "seçim sandığı"dır
"milletin oyu"dur; siyasal partilerin, liderlerin
demokrasinin "oyun kuralları"nda mutabık
kalmalarıdır; krizleri, demokratik rejim içinde
aşacak uzlaşma modelleri kurmalarıdır.
Bir başka deyişle: Cumhuriyet'i
demokrasiyle taçlandırmaktır!
Siyaset kurumunun, siyasetçilerin
tam 77 yıldır yapamadığını, Cumhuriyet'in
ikinci yüzyılında başarmaktır.
Bu çerçevede başlıca iki yol vardır
Batı demokrasilerinde:
Biri erken seçim, öteki büyük koalisyon hükümetidir.
12 Eylül öncesi erken seçimi Demirel,
büyük koalisyonu Ecevit savunmuştu.
Ama ikisi de olmadı, darbe oldu!
Tekrar günlüğüme dönüyorum.
Süleyman Demirel, ifade verdikten sonra adliyeden çıkarken
23 Ekim 1980
Ve Yunanistan NATO'nun askeri kanadına döndü.
Türkiye "veto"sunu kullanmadı.
Washington ve NATO memnun.
Türkiye, Yunanistan ve Amerika'yla
ilişkilerinde önemli bir kozunu
yitirmiş oldu.
30 Ekim 1980
MGK Genel Sekreteri Orgeneral Saltık'ın
Bay Ecevit, Bay Demirel'li açıklamasından
sonra Ecevit, sekiz küsur yıl yaptığı
CHP Genel Başkanlığı'ndan istifa etti.
8 Kasım 1980
Cüneyt Arcayürek, Uğur Mumcu ve ben,
Güniz Sokak'ta Demirel'le görüşmeyi bekliyoruz.
Kapı açıldı, kalabalık bir grup boşalıyor.
Kapının eşiğinde Demirel, kocaman gövdesi
ve güleç yüzüyle. Her birini yanağından
öperek uğurluyor. Taşradan liderlerini
ziyarete gelmiş AP'liler. Arada el öpenler de oluyor.
Yeni anayasa konuşulurken iki noktayı özellikle vurguluyor:
Seçime gitmeyi kolaylaştırmak ve referandum
kurumu, yani bir kilitlenme halinde
doğrudan halkın oyuna başvurmak...
1975 yılında Brüksel'deki bir yemekte
İngiltere Başbakanı Wilson'a sormuş:
- Erken seçime sizde nasıl gidilir?
- Kraliçe'ye bir yazı yazarım, olur biter.
- Partiye, gruba danışmak, karar çıkarmak gerekmez mi?
- Hayır böyle bir zorunluluğum yoktur, ama istişare olur tabii.
- Ya Kraliçe kabul etmezse...
Demirel, Wilson'ın yanıtını İngilizce aktardı:
- It never happens, Sir!
(Böyle bir şey hiçbir zaman olmaz, efendim.)
Demirel arkasından, "12 Eylül öncesi
erken seçim kararı alınabilseydi,
MSP bunu önleme yoluna gitmeseydi,
sonra ne olabilirdi bilemem ama
12 Eylül olmazdı" diye ekledi.
Çaylar geldi, Uğur Mumcu atlandı,
çaysız kalan Uğur da esprisini patlattı:
- Solcu olduğumdan olacak,
yine beni cezalandırdınız.
Demirel'e, "12 Eylül'den, daha önce
haberdar oldunuz mu?" diye sordum.
Yanıtı şöyle oldu:
"Asker müdahaleye
karar vermişse,
yapacak bir şey yoktur!"
12 Eylül darbesi sonrası eşlerle...
Ankara, 12 Eylül 1980 sabahı...
Darbe haberi Güniz Sokak'a, Başbakan
Demirel'in evine ulaşır. Eşi Nazmiye Hanım'ın
gözleri yaşlıdır, kocasına der ki:
"Demirel, teslim olma...
Direnişe geç!"
Ama Demirel direnmez.
Yavuz Donat yıllar yıllar sonra
bu konuyu Demirel'e açıp,
"Nazmiye Hanım 12 Eylül
geceyarısı size, 'Teslim olma,
direnişe geç!' dedi mi?" diye sorunca,
Demirel ne yalanlar, ne de doğrular.
Şöyle demekle yetinir:
Kime karşı direneceğim?..
Kendi askerime karşı mı?..
Neyle direneceğim?..
Kendi askerime karşı
benim bir askeri gücüm mü var?..
Siyaset uzun soluklu bir iştir.
O an düşündüğüm şey şuydu...
Bu işin ne zaman normalleşmeye döneceği...
Demirel böyle der.
27 Mayıs'ın acısını çekmiş Demirel...
12 Mart'ta darbeyi yiyerek iktidardan
devrilince, "Şapkayı alıp kaçtı!"
diye eleştirilmiş Demirel...
12 Eylül'de bir darbe daha yiyince,
canına tak diyen Nazmiye Hanım,
"Demirel, teslim olma, direnişe geç!" diyor.
Ama Demirel direnmiyor.
Demirel, 12 Eylül geliyorum derken de,
1979'da askerin muhtıra niteliğindeki
"uyarı mektubu"na muhatap olduğu
vakit de direnmemişti, üstelik direnmesi
için yine kendisine yapılan telkinlere rağmen...
Ne yapmalı?
1979'un son günleri. O tarihte Cumhuriyet
gazetesinin Ankara temsilcisiyim.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Evren
ve dört kuvvet komutanı bir gece vakti
Çankaya Köşkü'ne çıkarak Cumhurbaşkanı
Korutürk'e "uyarı mektubu" verdiler.
İstedikleri olmazsa iktidara el koyacaklarını
ilan ettiler. Başbakan Demirel kurmaylarıyla
toplandı, tek maddelik bir gündemle:
Ne yapmalı? Sözü önce Nuri Bayar alır.
Üzgün ve düşüncelidir. İktidardaki Adalet
Partisi'nin genel sekreterliğinden gelen,
sanayi bakanlığı koltuğunda oturan Nuri Bayar'ın
ve eşinin aile kökleri Demokrat Parti geleneğine uzanır.
1960'ta 27 Mayıs darbesinin sillesini yemiş,
partileri kapatılmış, hapse atılıp
siyaset yasakları yemiş bir siyasal geleneğin
temsilcisi olarak "uyarı mektubu"ndan
kaygılıdır Nuri Bayar. Macunun tüpten çıktığına,
geri sokmanın imkânsızlığına işaret ederken,
Türkiye'nin yine bir darbenin eşiğine geldiğini
söyler ve şöyle devam eder:
Hemen iki kararname hazırlayalım.
Biri, Genelkurmay başkanı ve kuvvet
komutanlarının emekliliği, diğeri yeni
komutanların atanmasıyla ilgili iki kararname...
İkisi de eş zamanlı olarak imza için Çankaya Köşkü'ne
gönderilirken, yeni komutanlara da telefon açılsın.
Şu kadar saat sonra görev devir teslimine hazır
olmaları kendilerine derhal tebliğ edilsin.
Bakışlar Demirel'e döner Dışişleri Bakanı
Hayrettin Erkmen söz alır. Erkmen, 27 Mayıs
darbesiyle devrilen ve hapis yatan bir DP'lidir.
Nuri Bayar'a karşı çıkar:
"Biz bunları 27 Mayıs darbesinden önce de yaşadık.
Sonra iş, idamlara kadar gitti. Böyle bir durumda
CHP hemen karşımıza geçer. Yeni bir 27 Mayıs
daha yaşarız. Komutanları emekliye
sevk etmek doğru bir adım değil."
"Bu iş bitti!"
Bakışlar tekrar Demirel'e döner.
Demirel konuşmaz, havaya bakar, toplantı dağılır.
Nuri Bayar canı çok sıkkın halde gelir evine.
Uzun zaman önce bıraktığı cigarasından
bir tane yakar, "Bu iş bitti!" diye ailesine dert yanar.
Darbe dokuz ay sonra, 12 Eylül 1980'de gelir.
Demirel, 12 Mart'tan dokuz yıl sonra bir kez
daha asker eliyle başbakanlık koltuğundan devrilir.
Sabaha karşı Demireller ile Ecevitler
bir askeri uçakla Hamzakoy'a doğru gönderilir.
Nazmiye Hanım ile Demirel, Rahşan Hanım
ile Ecevit'i askerler karşılıklı koltuklara
oturturlar, bunu bilhassa yaparlar.
Uçuş boyunca Ecevit, Demirel'le yüz yüze
gelmemeye çalışır. Bu arada Demirel, ikide bir,
cebinden hiç eksik etmediği Anayasa kitapçığını
çıkarıp sallayarak dert yanar yüksek sesle:
"Kardeşim, bu (darbe) bunun
neresinde yazıyor, neresinde?.."
11 Eylül 1973 Şili darbesinin dünyayı en çok etkileyen görüntülerinden biri: Başkanlık sarayı La Moneda'ya yapılan saldırının ortasında, elinde tüfek ve miğferiyle Salvador Allende.
Demokrasiyi fethetmek
Darbecilere karşı ölümüne direnişin
örnekleri de demokrasi tarihinde vardır.
Başkan Allende'den Başkan Alfonsin'e...
Başkan Salvador Allende'yi anımsıyorum.
Şili'de, 1973 yılı eylül ayında Pinochet
darbesi yapıldığında, Başkanlık Sarayı'nda
elinde silah ölene kadar direnmişti.
Başkan Raul Alfonsin'i anımsıyorum.
Buenos Aires, 1987 yılı mayıs ayı.
Arjantin daha bir ay önce askeri bir
ayaklanmadan, bir darbe girişiminden
yeni kurtulmuş. Ülke gergin. 1977-1983
yılları arasındaki askeri diktanın yaralarını
henüz sarabilmiş değil.
Bu korkunç dikta döneminde cesetleri dahi
bulunamayan dokuz bin siyasi cinayet yaşanmış
Arjantin'de. Ölenlerin sayısı otuz bin civarında...
Süslü kristal avizelerin aydınlattığı
Başkanlık Sarayı'nın kocaman salonunda
Uluslararası Basın Enstitüsü'nün (IPI)
Yürütme Kurulu'ndan birkaç gazeteci,
Arjantin Cumhurbaşkanı Raul Alfonsin'i
bekliyoruz. Aramızda, Latin Amerika
edebiyatının büyük romancısı Meksikalı
Carlos Fuentes de var.
Diktaları konuşuyoruz.
Raul Alfonsin, askeri yönetimin sona
ermesinden hemen sonra 1983'te iktidara
gelmiş. Cuntacı beş generalin yargılanarak
hapse atılmasını sağlamış.
Carlos Fuentes'in deyişiyle:
Latin Amerika'da askerlerin yasaların üzerinde,
hukukun üzerinde olmadıklarını göstermişti
Cumhurbaşkanı Alfonsin.
Arjantin'de 250'ye yakın subay cinayet,
işkence ve adam kaçırmadan dolayı
mahkeme önüne çıkarılmayı bekliyordu.
Orduda aktif görevde olan 29 generalden
15'inin Cumhurbaşkanı Alfonsin tarafından
emekliye sevk edilmesi gündemdeydi.
61 yaşındaydı Alfonsin, avukatlıktan geliyordu.
Kahvaltı sırasında sormuştum kendisine:
- Orduyu sivil iktidara tabi bir kurum haline
getirmek için ne gibi önlemler var gündeminizde?
- Anayasal olarak ordu zaten sivil iktidara tabidir.
Geçen nisan ayında yaşadığımız olaylar başka,
onlar ayaklanmaydı. Ama aynı zamanda askeri
alanda birçok reforma yönelmiş bulunuyoruz.
Kendisine, Türkiye'nin de üç yıl önce,
1983'te askeri yönetimden çıkarak yeniden
demokrasiye doğru yöneldiğini, bizi izleyip
izlemediğini sorunca şu yanıtı vermişti:
Halk demokrasiye sahip çıkmalı.
İnsan haklarına dikkat edilmeli.
Demokrasi içinde bütün sorunlara
çare bulunur. Hukukun üstünlüğü,
demokrasinin temel dayanağıdır.
Demokrasinin inşa edilmesi kolay değil.
Şimdilik hızlı gidemiyoruz.
Ama sonunda demokrasiyi
tam olarak fethedeceğiz.
Demokrasiyi fethetmek sözü hoşuma gitmişti.
Carlos Fuentes'in de şu sözlerini de not etmiştim:
Ordu ve Kilise Latin Amerika'nın
en eski, en güçlü iki kurumudur.
Sivil toplum ise bizim en yeni kurumumuzdur.
Güçlü ulusal devlet artık yetmiyor.
Güçlü sivil topluma ihtiyacımız var. (...)
Halen 80 subay insan hakları
ihlalinden dolayı yargılanıyor.
Askeri dikta dönemindeki dokuz bin kayıpla
ilgili olarak hazırlanmış resmi komisyon
raporunun üstündeki BİR DAHA ASLA
damgasını da unutmadım.*
Demirel ve Ecevit'e soruyorum...
Hayal ediyorum.
Karşımda Demirel'le Ecevit.
Ben konuşuyorum, onlar dinliyor.
- Kaç darbe yaşadınız. Kaç kere hapse atıldınız.
Siyaset yapmanız yasaklandı. Partileriniz kapatıldı.
Neden bunlara açıktan karşı çıkmadınız?
Devam ediyorum:
- Neden birlikte demokrasi mitingleri
düzenlemediniz? Meydanlarda kürsülere
birlikte çıkıp neden demokrasiyi savunmadınız?
Meydanlarda sürekli birbirinize bağırıp çağırmak yerine,
neden darbelere hayır pankartları açmadınız?
Neden neden?
Demirel'e dönüyorum:
- Siz sayın Demirel, 27 Mayıs
idamlarından haklı olarak
o kadar canınız yandıktan sonra,
sizi deviren 12 Mart darbesinde,
Deniz Gezmişler'in, "Üç Fidan"ın
idamına Meclis'te nasıl
evet diyebildiniz, bunu nasıl içinize
sindirebildiniz? Bu idamların insanları
nasıl böldüğünü, topluma nasıl nifak
tohumları attığını göremediniz mi?
Göremediğine ihtimal vermiyorum.
Mutlaka gördünüz ama neden sessiz kaldınız?
Ecevit'e dönüyorum:
- Sayın Ecevit neden bunca yıl
Kürt sorunu konusunda bu kadar
sessiz kalabildiniz? Sorunun adını
bile koymaktan kaçındınız.
Kah Güneydoğu, kah işsizlik sorunu
demekle yetindiniz. 1990'ların sonuna
doğruydu. Eski başdanışmanız Haluk Gerger
Kürt sorunuyla ilgili bir yazısından dolayı
"bölücülük"ten hapis yatıyordu. Ankara'daki baş başa
bir öğlen yemeğinde bunu size hatırlatıp,
"Bir demeç verseniz ne kadar iyi olur" demiştim.
Siz de her zamanki o nazik üslubunuzla,
"Sayın Hasan Cemal" diye başlayıp, "Kürt sözcüğü...
Kürtçülük... İnsanın alnına öyle bir yapışıyor ki,
bir daha hiç çıkmıyor" diye yanıtlamıştınız beni...
Demirel'e dönüyorum:
- Sayın Demirel, Kürt sorununun bunca
yıldır Türkiye'yi maddi ve manevi bakımdan
nasıl kanattığının gayet iyi farkındaydınız.
Oluk oluk askeri harcamalara giden
kaynakların ekonomiyi uçuracağını da
biliyordunuz, gönlünüzde yatıyordu.
Ayrıca, kapalı kapılar arkasında,
siyaseten yasaklı olduğunuz günlerdeki
Güniz Sokak sohbetlerimizden anımsıyorum.
Bir seferinde bana, Silahlı Kuvvetler'in Güneydoğu'ya
"bir sömürge ordusu gibi" girdiğini söylemiştiniz.
Bu sözünüzde samimi idiniz,
yoksa bana "gaz vermek" için mi böyle dediniz?
Diyarbakır cezaevi
İkisine birden hitap ediyorum:
- Sayın Demirel, Sayın Ecevit;
Kürt sorununun bu ülkede
barış ve demokrasiyi, insan haklarını,
adalet ve hukukun üstünlüğünü çok uzun
yıllardır nasıl engellediğini, Türkiye'nin
kalkınmasını nasıl kösteklediğini,
ülkenin dış ilişkilerini nasıl zehirlediğini
bilmemeniz imkansız.
O zaman nasıl oldu da, Kürt meselesini
bu kadar yıl "askerin tekeli"ne bıraktınız?
Ecevit'e dönüyorum:
- Sayın Ecevit;
Bir zamanlar Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne
girmesine taraftardınız. Ama ne yazık ki,
Başbakanlık koltuğunda otururken,
elinize geçen tam üyelik fırsatını kaçırdınız.
Bu konudaki teklifi AB'den size
Belçika Başbakanı Tindemans getirmişti.
O tarihlerde siz, "onlar ortak biz pazar" diyordunuz.
Siyasi hayatınız sonununa doğru da,
tam Avrasyacı, darbeci ağzıyla
"Bu AB, Türkiye'yi böler!" diyebilmiştiniz.
Avrupa Birliği gerçekten bu kadar
kötü müydü Türkiye için?..
* Hasan Cemal, Türkiye'nin Asker Sorunu, Doğan Kitap, Mayıs 2010, s.24-27
Hasan Cemal kimdir? Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: - Tank Sesiyle Uyanmak (1986) - Demokrasi Korkusu (1986) - Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) - Özal Hikâyesi (1989) - Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999) - Kürtler (2003) - Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005) - Türkiye'nin Asker Sorunu (2010) - Barışa Emanet Olun (2011) - 1915: Ermeni Soykırımı (2012) - Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014) - Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014) - Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018) - Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var |