Hasan Cemal

21 Ağustos 2020

Entelektüel direniş... Zindanda da, sürgünde de, her yerde devam edecek!

Adalete, özgürlüğe, zulüm ve baskıya, haksızlığa tamamen kör bir toplum yaratamazsın

Bozburun, 19 Ağustos 2020
Tekne muhteşem bir kızıllığa doğru yol alıyor.
Ama gün batımı, bu muhteşem güzellik içimi
nedense hüzünle dolduruyor.
Kulağım, gözüm YouTube'da.

Polis baskını korkunçtu!
Kapıyı açtığım anda
otomatik silahı göğsüme dayadılar.
Baskında Kürtler Tarihi isimli
bir kitabı bile aldılar.
Utanç vericiydi!

Tutuklanmamdan bir yıl önce
bölgeden gazeteye verdiğim
bir röportaj vardı.
Ertesi gün Erdoğan televizyona çıkıp,
"Yazar da olsanız
terörist muamelesi
göreceksiniz" dedi.
İçimden "Bu benim" dedim.
İnsan kişisel olarak
tehdit edildiğini hisseder.

Hapiste tecrit çok zordu,
dayanılır gibi değildi.

Sağlığımı kaybettim.
Sanırım cezaevi de
bazı şeyleri tetikledi.

Cezaevinden çıktıktan sonraki
ilk bir yıl sürekli post travmatik
kabuslar gördüm.

Cezaevinden sonra hiçbir şeyden
korkmam sanıyordum
ama korkuyorum.

Dildeki ustalığımı yitiriyorum. 
Cezaevi değil ama sürgün
beni susturdu.
(Özgürüz Radyo, 10 Ağustos 2020)


Aslı Erdoğan'la Can Dündar, sürgünde iki yazar

Sürgünde iki yazar...
Aslı Erdoğan'la Can Dündar
Berlin'de bir parkın merdivenlerine oturmuş
sohbet ediyorlar.
Onları dinlerken sürgün acısı nedir, hissediyorum.
Aslı Erdoğan yorulduğunu söylüyor,
"Benim vaktim kalmadı artık" sözü içimi acıtıyor.
Bir yerlerden bir cümle aklıma takılıyor:

Yoksa her şeyin üstüne
artık zamanın
tozu mu çöküyor?

Bilemiyorum.
Aslı Erdoğan bir ara Türkiye'den söz ederken,
"Hukukun bu kadar çöktüğü bir dönem hatırlamıyorum" diyor.
Çok haklı.
Aslı'yla Can'ı izliyorum.
Her şeye rağmen umut beslemekten ve
geleceğin hayalini kurmaktan başka çaremiz
olmadığını düşünüyorum.
Umutsuz yaşanmaz.
Ama aynı zamanda boş umutlar beslemek ya da
hiç gelmeyecek yarınların düşlerinde yaşamak da
bir yerde hazin değil mi?
Hele o sürgün acısı...
Bu acı, Can Dündar'ın Türkiye'de basılmayan
Vatan Haini isimli kitabının önsözünde su yüzüne vuruyor:

Bir sabah yapayalnız uyandım.
Uyandığım ev, benim değildi.
Hep yattığım yatakta değildim.
Yanımda eşim yoktu.
Eşyalar yabancıydı.
Perdeyi açtım:
Farklı bir şehir baktı bana...
Ne yemyeşil bahçe vardı,
ne masmavi deniz...
Ülkemde değildim.
Hep gülümsemesine alıştığım güneş,
bulutlar ardına sinmiş gibiydi.
Televizyonu açtım; tanımadığım
insanlar, anlamadığım bir dilde
konuşuyorlardı.
Gidecek bir işim yoktu,
konuşacak kimsem de...
Eşim, işim, evim, bahçem, ailem,
annem, ülkem, şehrim, sevdiklerim,
bir günde çıkıvermişti hayatımdan...
Dostların her daim kulağıma fısıldadığı,
"Asla yalnız yürümeyeceksin"
şarkısı duyulmaz olmuştu. 

Sürgün acısı...
Ama bu acı aynı zamanda "direniş ruhu"nu besliyor.
Sevgili Aslı'da da, Can'da da bu ruh kendini ele veriyor.
Özgürlük için kavgaları tükenmiş değil.


Elimde bir kitap var.
2019 yılı başında New York'ta ikinci el satın almıştım: 

Avrupa'da
Entelektüel
Direniş. 

Önsözde Andre Gide'in 1937 tarihli bir sözü var:

Bir zaman gelir
şiddet akla boyun eğdirmeye
girişir...
Gerçek insan işte o zaman
rolünün ne olduğunu kavrar.
Boyun eğmeyi reddederek,
kaba kuvvete
yenilmez bir kuvvetle,
ruhun gücüyle karşı çıkar.

Andre Gide'in bu sözü 1937 yılından.
Aklın özgürlüğünü savunmuş...
Şiddete boyun eğmeyi reddetmiş...
Kaba kuvvete "ruhun gücü"yle karşı çıkılmasını savunmuş...
Yalanda yaşamaya hayır demiş...
Aklını "özgürlük katilleri"ne teslim etmemiş...
Özgürlük bayrağını dik tutanlar arasında
hiç kuşkusuz Aslı Erdoğan'la Can Dündar da var.
Sürgünde yaşayan birçok entelektüel gibi,
yazar gibi, sanatçı gibi, siyasetçi gibi onlar da
şiddete, kaba kuvvete boyun eğmeyenler arasında yer alıyor.
Entelektüel direniş deyince aklıma başka isimler de geliyor,
zindanda direnişlerini sürdürenlere selam ediyorum:

Selahattin Demirtaş...
Osman Kavala...
Ahmet Altan...

Üçü de şiddete boyun eğmiyorlar.
Kaba kuvvete hayır diyorlar.
Yalanda yaşamayı reddediyorlar.
Aklın özgürlüğünü duvarların arkasında da
savunmaya devam ediyorlar.
Selahattin Demirtaş'ın T24'teki makalesini okuyorum.
(17 Ağustos)
Güçlendirilmiş parlamenter sistemi,
demokrasiyi savunuyor,
demokrasi ittifakı için de çağrı yapıyor:

Halkın demokratik çıkarları dışında hiçbir amacı,
hedefi, hırsı
ve gündemi olmayan
siyasi aktörlerin öncülüğünde
ve tüm toplumsal kesimlerin el ele
vererek oluşturacakları demokrasi 
ittifakının gücüyle
başarılı olunabilir.
Kolay değil ama imkansız da değil.
Biraz daha samimiyet
ve cesaret yeterli olacaktır.
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'e
geçilirse, devlet demokrasiyle
buluşmuş olur
ve tüm toplumsal
sorunların çözümü mümkün hale gelir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin artık
kişilerin, grupların veya partilerin
devleti olmaktan çıkarılarak halkın
devleti
haline getirilmesinin zamanıdır.

Sevgili Ahmet Altan'a gelince...
O da her zamanki gibi, "aklın özgürlüğü"nü
savunmaya devam ediyor zindanda da olsa:

Beni hapsetmeye güçleri yeter
ama beni hapiste tutmaya
kimsenin gücü yetmez.
Ben bir yazarım.
Ne bulunduğum yerdeyim,
ne bulunmadığım yerde.
Beni nereye kapatırsanız kapatın
ben zihnimin sınırsızlığında kanatlanır,
bütün dünyayı dolaşırım.
Beni hapse koyabilirsiniz
ama beni hapiste tutamazsınız.
Bütün yazarlar gibi
ben de duvarları rahatça geçecek
bir sihrin sahibiyim çünkü... 

Osman Kavala da, 1000 günü geçti hâlâ hapiste
ama zindan duvarları onun
"entelektüel direnişi"ne engel olamıyor.
Bu öylesine bir direniş ki, öylesine bir ruh gücü ki,
sevgili Osman da özgürlük bayrağını,
Selahattin Demirtaş gibi, Ahmet Altan gibi
zindandan dalgalandırıyor.
Demokrasiyi savunuyor.
Hukuku savunuyor.
İnsan haklarını savunuyor.
Eşitliği savunuyor.
Şu sözler onun:

Toplumsal kesimler arasında barışa,
diyalog ve uzlaşmaya hizmet edecek
projelere destek olmaya
gayret ettim.
Kurucu üyesi olduğumuz
Avrupa Konseyi’nin
hukuk ve demokrasi normlarının
ülkemizde eksiksiz uygulanmasını,
içselleştirilmesini,
Avrupa Birliği ile bütünleşmeyi savundum.
Sivil toplum alanından
ve akademi çevrelerinden
aynı duyarlılığı paylaştığım kişilerle
birlikte, bu süreci zora sokan
olumsuz gelişmeler,
özellikle yargıdaki
sorunlu uygulamalar
ile ilgili basın bildirileriyle
uyarıcılık görevini yerine
getirmeye çalıştım. 

Şimdi yazın bir kenara:

Selahattin Demirtaş 1386 gündür hapis...
Ahmet Altan 1419 gündür hapis...
Osman Kavala 1024 gündür hapis...

Bunlar adaleti, hukuku hiçe sayan,
ayaklar altına alan hapislikler...
Şunu iyi bilin:
Selahattin Demirtaş'lar, Ahmet Altan'lar, Osman Kavala'lar
özgürlüklerine kavuşuncaya
kadar susmak yok, biat etmek yok!
Ne korkacağız, ne yılacağız.
Akıllarımızı tutsak alamazsınız.
Bizim akıllarımız çoktan beri
özgürlüğe alışmış durumda çünkü.
Adalete, özgürlüğe, zulüm ve baskıya, haksızlığa
tamamen kör bir toplum yaratamazsın.
Hiç kimse bunu başaramadı.
Siz de başaramayacaksınız.
Mavi Yolculuk Günlüğü'ne bir gün daha
tahammül edebilirseniz sevinirim.

Mavi Yolculuk Günlüğü yazıları için tıklayın

1- Cennette cehennem!

2- Ampul çoktan patladı!

3- Eyy Türk ve Yunan siyasetçileri! Yoksa tarihe alnınızda ahmak damgasıyla mı geçmek istiyorsunuz?..

4 - Türkiye'nin sizi, o 'yeni hikâyeleri'nizle birlikte tarihe gömecek gücü vardır!

5- Uyanıyorum, karşımda savaş gemisi... İki tane askeri helikopter, pata pata... Dolara bakıyorum, uçuyor!

6- 18 yaşındaki kızını kaybeden annenin yüzüne bakın, yaşadığı büyük acıyı hissetmeye çalışın!