Süleyman Demirel, bu fotoğraftan yaklaşık 1 yıl sonra yapılacak
12 Eylül 1980 darbesinin lideri Kenan Evren ve Bülent Ecevit
12 Eylül günlerinde Demirel'e
sorar Yavuz Donat:
– Kenan Paşa parti kurar mı?
– Hayır, o hatayı yapmaz.
– Ya yaparsa...
– Siyasetçi Kenan Evren çok tartışılır.
Ve bu tartışmaların altından kalkamaz.
Öyle bir laf ederiz ki...
– Mesela?
– Sorarım... 13 Eylül günü duran kan,
11 Eylül günü neden akıyordu?..
Siz 11 Eylül 1980 tarihinde Antalya
Tapu Müdürü mü idiniz?..
Demirel'den Evren'e ağır bir suçlamadır bu.
Başbakan olarak anayasal açıdan kendine
bağlı olması gereken devrin Genelkurmay
Başkanı'na diyor ki, darbe yapmak için
kan akmasına göz yumdunuz.
Demek istiyor ki, durdurabileceğiniz kanı,
darbe yapmak için durdurmadınız. Ancak...
Aynı Demirel, geçen yıllar içinde, Başbakanlık
koltuğunda otururken de, Çankaya'ya çıktıktan
sonra da darbe liderinden bunun hesabını,
akan kan ve gözyaşlarının hesabını sormamıştır.
Demirel ve Evren
Türkiye'nin "sivil sorunu"
Bu nedenlerle biliyorum, asker karşısında sürekli
boyun eğen bu Şark kurnazlığı da Türkiye'nin
"sivil sorunu"dur. Bu "sivil sorunu"nda "yargı"dan
başlayarak, üniversite, iş dünyası
ve tabii "medya"dan önemli parçalar vardır.
Bu durum, demokrasi kültüründen bu nasipsizlik hali,
demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanında
Türkiye'nin Avrupa'dan, örneğin bir Yunanistan'dan,
bir İspanya'dan geri kalmasını kolaylaştırmıştır.
Bu ülkede, yalnız siyasetçilerin darbelere
meydan okumaları değil, hukukun üstünlüğünü
gerçekten benimsemiş yargının da, bir Yunanistan
örneğinde olduğu gibi, darbe yapmış ya da
darbeye kalkışmış askerleri yakasından tutup
adaletin karşısına çıkarması, hapse atması gerekirdi.
Bu ülkede, akademik özgürlüğü gerçekten
benimsemiş bir üniversitenin askeri darbe
ve yönetimlere çanak tutmak ve destek vermek
yerine, "Ne duruyorsunuz, elinizi çabuk tutun!"
demek yerine, üniversiteleri "asker partisi"nin
"akademik uzantısı" yapmaya kalkışmak yerine,
"kışla düzenleri" karşısında demokrasiyi
sonuna kadar savunması gerekirdi.
Bu ülkede, ekonomik büyümeyle kalkınma
yolunun barış, demokrasi, hukuk ve istikrardan
geçtiğini gerçekten benimsemiş bir "iş dünyası"nın,
Kürt meselesi gibi, PKK ve şiddet gibi,
Kıbrıs gibi sorunlar çözümsüz kaldığı sürece
Türkiye'de ekonomik büyümenin kilitleneceğini
bilen bir iş dünyasının, askerin politikayla
ilişkisinin Avrupa'daki kadar sınırlanmasına
çok daha büyük katkılar yapması gerekirdi.
Bu ülkede, kendi varlık nedeni olan
"basın özgürlüğü"nü gerçekten
benimsemiş bir medyanın,
generallerin sesine kulak vermek ve askeri
müdahalelerin gönüllü gönülsüz destekçiliğini
yapmak yerine demokrasi ve basın özgürlüğü
bayrağını darbecilere karşı sallaması gerekirdi.
Bugüne kadar bunlara çok az tanık oldu Türkiye.
12 Eylül darbesi sabahı İstiklal Caddesi
"22 Şubatçılar arasında üniversitelerden
sivil akıl hocaları vardı"
1960'lar ve 1970'lerde Hürriyet ve Günaydın
gazetelerini yönetmiş olan Necati Zincirkıran,
"Hürriyet ve Simavi İmparatorluğu" adını taşıyan
anılarında, 22 Şubat darbe girişimiyle
ilgili olarak şunları yazar:
22 Şubatçılar arasında üniversitelerden
sivil akıl hocaları vardı.
Ünlü profesörler, bilim adamlarımız,
ünlü gazetecilerimiz cuntalara destek veriyorlar,
onlara yol gösteriyorlardı. Çünkü Türkiye'yi birlikte
kurtaracaklardı! Dünya gazetesi
sahiplerinden Falih Rıfkı Atay,
bir yazısında, "Albay Talat Aydemir'in
gözlerinde Mustafa Kemal'in pırıltılarını
gördüm" diyebiliyordu.
Askerin tüm darbelerinde medyadan,
üniversitelerden akıl hocaları
hiç eksik olmamıştır. Türkiye'de
"sivil sorunu"nun bir ayağı budur.
Ancak, "sivil sorunu"nun asıl özünde
siyaset ve siyasetçiler vardır.
Asker sorunu her şeyden önce
"sivil siyaset sorunu"dur.
Demokrasi kültürünü gerçekten benimsemiş
siyaset kadrolarının, gerekli siyasal irade
ve cesareti göstererek askeri, halkın oyuyla
seçilmiş, işbaşına gelmiş
"sivil otorite"ye tabi kılmasıdır. Tek tük
cılız örnekler dışında ne yazık ki
bunu da yaşamadı Türkiye.
Siyasetçiler kapalı kapılar arkasında
askerden, askerin siyasete
karışmasından, darbe ve askeri yönetimlerden
yakındılar. Arada bir askerle çatıştıkları da oldu.
Ama halkın önünde sorunun adını
koymaktan kaçındılar, "Kral çıplak!"
diyemediler. Askere direnmediler!
Askerle sonunda genellikle uzlaştılar,
askerin "kırmızı çizgileri" içindeki
siyaset oyununa devam ettiler.
Bu ülkede "asker sorunu"nun varlığını bilen
siyasetçilerden biri de rahmetli Mesut Yılmaz'dı.
Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanlık
koltuğundan iki kez geçmiş olan Yılmaz,
Kürt meselesi deyince, Kıbrıs deyince,
Türkiye'nin AB yolu deyince, laiklik deyince,
din eğitimi deyince, yerel yönetim reformu
deyince, bütün bu konularda askerin
işe nasıl karıştığını gayet iyi bilirdi.
Bilir, hatta konuşurdu ama askeri,
demokrasilerdeki olağan yerine oturtabilecek
yolda köklü bir tutum değişikliğini
sergilediği de söylenemezdi.
Mesut Yılmaz'ın
Avrupa Parlamentosu'ndaki
bir konferansta yaptığı konuşmayı anımsıyorum.
2008 yılının yaz başıydı.
Rize bağımsız milletvekili Yılmaz,
"Türkiye'de irtica ve bölücülük sorunları
çözülmediği sürece asker siyasetten çekilmez"
demişti. Ama Mesut Yılmaz,
bu sözü daha farklı ifade edebilir,
örneğin şöyle diyebilirdi:
Asker, irtica ve bölücülük sorunlarından
elini çekmediği sürece bu sorunlar çözülmez.
Ve bu sorunların çözümü, öncelikle,
seçilmiş sivil iktidarların işidir,
asker bu açıdan sivil otoriteye tabidir."
Mesut Yılmaz ve Ali Tekin Brüksel'de Avrupa Parlamentosu'nda basın toplantısında
Mesut Yılmaz sorunları bilirdi,
ama askeri karşısına almak istemedi
Mesut Yılmaz bunun böyle olduğunu,
kendi başbakanlık deneyiminden
dolayı gayet iyi bilirdi. Çünkü kendi
siyasi hayatında yaşamıştı bu gerçeği.
Böylesi sorunlardan dolayı kapalı
kapılar arkasında askerden nasıl
yakındığını ben de bilirim. Bu yakınmalarını
bazen kamuoyu önünde de ifade etmişti.
Fakat bunca deneyimine rağmen,
herhalde siyasete devam etmek
istediği için de askeri karşısına almak istemedi.
İşte "sivil siyaset" kanadındaki bu tavırdır ki,
Türkiye'de "asker sorunu"nun varlığını
bugünlere kadar devam ettirmiştir.
Siyaset oyununu askerin çektiği
"kırmızı çizgiler" içinde oynayan
– ya da oportünizme yatan,
iktidarı bir şey yapmak için değil,
daha çok kendileri için isteyen– siyasetçiler,
bu ülkede demokrasi ve hukuk çıtasını
çağdaş düzeye çıkarmaktan uzak kalmışlardır.
Bu ülkenin bazı temel sorunlarının
"askere teslim olarak" çözülemeyeceği
gerçeğine yan çizmişlerdir.
Demirel: MİT Angola'da kaç Zuzulu ölmüş söyler,
Ankara'da sizin altınızı oymuşlar, onu haber vermez
Bu konuda bir de MİT'ten örnek verilebilir.
Hem Mesut Yılmaz, hem Süleyman Demirel,
başbakanlık dönemleriyle ilgili olarak
kısa adı MİT olan Milli İstihbarat
Teşkilatı'ndan yakınmışlardı.
Yılmaz şöyle demişti:
MİT'in kendisinde olan bilgileri,
amiri konumunda olan benimle,
yani başbakanla tam olarak
paylaştığını hiçbir zaman söyleyemem.
Demirel de farklı değildi.
1971'deki 12 Mart darbesiyle ilgili
görüşlerini anlatırken şöyle demişti:
İstihbarat Teşkilatı, büyük meselelerde
hükümete en son olacak işi
söyleyememiştir. Mesela Angola'daki
iki kabile birbiriyle çarpışmış,
şu kadar Zuzulu, bu kadar Mululu ölmüş...
Onu size her sabah verir. Ama Ankara'da
sizin altınızı oymuşlar, onu haber vermez.
Demirel
Nitekim, 1971'deki 12 Mart darbesini de
MİT müsteşarı, Ankara'da tanklar
yürüdükten sonra Demirel'e haber vermiştir.
Bunda şaşılacak bir şey yoktur.
Bu konu, MİT Müsteşarı'nın asker ya da
sivil kişi olmasıyla da ilişkilendirilemez.
Meselenin esası rejimde kimin,
hangi gücün ağır bastığıyla ilgilidir.
Güç kimin elindeyse, İstihbarat
Teşkilatı'nın da önce oraya
"hizmet arz etmesi" eşyanın
tabiatına uygundu. 2003 yılıydı.
Devletin tepe noktalarından birinde
görev yapan bir sivil bürokratla
sohbet ederken askerden şöyle yakınmıştı:
Bir albay koltuğunun altında
bir dosyayla Maliye Bakanlığı'na
gelir, "İşte bizim bütçemiz" deyip
masaya bırakıp gider dosyasını.
Yıllardır bu böyledir.
Genelkurmay kendi bütçesini hazırlar,
kimse karışmaz, sorgulamaz.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde de
durum farklı değildir. Plan ve Bütçe
Komisyonu'nun gizli oturumunda okunur,
iş biter. Kalem dökümü bile yapılmaz.
Askeri harcamalar konusunda
bazı bakımlardan sıfır denetim
söz konusudur.
1990'ların ikinci yarısında TBMM Susurluk
Araştırma Komisyonu Başkanlığı yapan
Refah Partisi milletvekili Mehmet Elkatmış
şöyle demişti:
Orgeneral Teoman Koman'ın
gerek Jandarma Genel Komutanlığı,
gerek MİT Müsteşarlığı döneminde
çok önemli olaylar oldu Türkiye'de.
Çok şey bildiğine inandığımız
Koman'ı Meclis Araştırma
Komisyonu'na çağırdık gelmedi.
Bunun tercümesi, biz güçlüyüz,
elimizde silah var, Meclis'i
takmıyoruz demektir.
İleride MİT Müsteşarı olacak Teoman Koman (sağda), intihar girişiminden sonra Menderes'e
Yassıada'da muhafızlık yaparken
Asker yıllarca sivili 'takmamıştır',
ama bunun sorumlusu sadece asker değildir
Asker bu ülkede yıllar yılı sivili, sivil otoriteyi
günlük deyişle takmamıştır.
Bunun kusuru yalnız "asker"e değil,
demokrasinin gereğini yapmaktan
bunca yıldır kaçınan "sivil siyasetçi"ye de aittir.
Askerdeki "demokrasi korkusu"na karşılık,
sivildeki "asker korkusu" ile cılız
"demokrasi bilinci" veya yetersiz
"demokrasi kültürü"dür,
bu ülkenin bir türlü defedemediği
istikrarsızlığın temelinde yatan...
Bugünkü duruma gelince...
Farklı bir hikâyedir. Yazı dizimin sonuna
doğru, zamane diktatörleri
ya da Erdoğan saltanatı bölümünde
bu konuya ayrıca değineceğim.
Demirel'in bir sözü kulağımdadır:
Demokrasi tamam da,
demokratlar nerede?..
Demirel'i 1987'nin Nisan ayında,
henüz hakkındaki siyaset yasağı
devam ederken, Uluslararası Basın
Enstitüsü Direktörü Peter Galliner'la
Güniz Sokak'ta ziyaret ettiğimiz zaman
şöyle yakınmıştı:
Bir de siviller, bazı entelektüeller
askeri darbeye cesaretlendiriyor,
bir de bunlar olmasa...
Askeri darbeye kışkırtan sivillerden
yakınan ve "Demokratlar nerede?"
diye sesini yükselten Demirel'in
ya da onun gibi siyasetimizin
başpehlivanlarının bu soruyu
en başta kendi kendilerine sormaları,
iç hesaplaşma yapmaları gerekirdi.
Eğer birinci sınıf demokrasi diye
bir dertleri varsa, başka çareleri yoktu.
Kendi siyasal geçmişleriyle yüzleşirken,
bu ülkede rejimi Batılı anlamda sivilleştirip
demokratikleştirmek adına neler yaptılar sorusuyla,
kendi iç dünyalarında bir gezintiye
çıkmalarında yarar vardı.
Ama ne yazık ki yapmadılar.
Evet, asker sorunu, "sivil sorunu"!
Birbirinden ayırmak pek o kadar
gerekli, anlamlı olmasa da, ikisinin iç içeliği
bazen ağır bassa da ben farklı düşünüyorum.
Tankıyla, topuyla, tüfeğiyle, elinde silahıyla
askerin, bu ülkenin temel sorunlarına
ilişkin kural dikte edici tutumu, yani asker
sorunu, "sivil sorunu"ndan önce gelir.
Hasan Cemal, Süleyman Demirel’le söyleşi yaparken; yıl 1992...
Darbe dönemi bitti ama
asker sorunu çözüldü mü?
Demokrasi, hukukun üstünlüğü,
insan hakları ve özgürlükler düzenine
giden yolu uzattığı için de Türkiye'de
sorunların anası önce "asker sorunu"dur.
Sabah vakti tank sesiyle uyandığımız
açık darbeler dönemi bugün artık
Türkiye'de de bitmiş olabilir.
Ama ya asker sorunu?..
Bittiğini söylemek kolay değil.
Bitebilmesi için demokrasi adına
üstlenilmesi gereken işler ve geçilmesi
gereken demokrasi sınavları var daha.
Asker sorunu bu ülkede bir "zihniyet
dünyası"ndan kaynaklanıyor.
Bu zihniyet dünyasında asker "sivil"e
güvenmiyor. Yine asker bu zihniyet
dünyasında, Cumhuriyet'in kuruluşundan
beri kendini Türkiye'nin "tek kurtarıcısı"
olarak görüyor. Bu zihniyet dünyası
değişmeden, bu zihniyet dünyasına demokrasi
ve hukuk kültürü aşılanmadan
ve bütün adımlar kurumsallaştırılmadan
"Türkiye'nin asker sorunu" bitmez.
Demokrasi ve hukukun üstünlüğü
eğer bizim ülkemizde de tüm kural
kurumlarıyla yerleşsin istiyorsak,
"asker sorunu"nu çözmek zorundayız.
Atatürkçülük diye diye...
Kemalizm diye diye...
Laiklik diye diye...
Ulus-devlet diye diye...
Birlik-beraberlik diye diye...
Ne mutlu Türküm diye diye...
O kadar çok "kutsal"ın tapınırcasına
yaratıldığı askerin bu zihniyet dünyasında,
demokrasiden hoşlanmayan düşünceler,
sığ klişeler cirit atar. Ve hayata yalnız
"kışla penceresi"nden bakarak,
Türkiye ve dünya meseleleri kavranamaz.
"Fildişi kuleler"de, kendini toplumdan tecrit
ederek sürdürülen bir hayat tarzıyla
hayal kırıklıkları yaşanır, acılar yaşatılır.
Asker öylesine yetiştiriliyor ki:
- Neredeyse kendisinden başka
herkesi neredeyse "dost değil düşman"
saflarda görüyordu. Bu öylesine
bir havaydı ki, sırtında üniforma olmayan
herkes sanki "başıbozuk takımı"ydı.
2. Asker neredeyse kendinden başka
herkesi, kendisi gibi düşünmeyen herkesi
dost olmayan bir karşı cephede görüyordu.
Bu öylesine bir havaydı ki, askerin bir "sivil"e
güvenebilmesi için, o sivilin askere tabi
olması, "emre amade olması"
ya da "kullanılabilir olması" gerekiyordu.
3. Askerin yetiştirilmesindeki milliyetçilik
dozu öylesine kaçırılmıştı ki, dışarıdan gelen,
farklı olan her şey kuşkuyla, düşmanca karşılanıyordu.
"Türkiye'yi bölecekler!" korkusunun iliklere
kadar işlediği, örneğin ABD'ye de, AB'ye de
özünde ya da bildik klişelerin dışında
"düşmanca" bakıldığı dikkati çekiyordu.
Madrid, 1985 yılı Kasım ayı.
İspanya, kırk yıllık Franco diktasından
Avrupa Birliği yolunda demokrasiye
geçişin onuncu yılını kutluyor.
Onca yıl Frankist rejimin dayanağını
oluşturan İspanyol ordusunun
demokrasiye nasıl ayak uydurduğunu
anlatan yazılar gönderiyorum Madrid'den,
o tarihte Genel Yayın Yönetmenliği'ni yaptığım
Cumhuriyet gazetesine...
İspanya'nın en yüksek tirajlı gazetesi
darbeye nasıl direndi?
El Pais, İspanya'nın hem en ciddi,
hem de en çok satan gazetesi.
Bu ilginç özelliğinin altında,
geçiş sürecinde demokrasiyi sonuna
kadar sahiplenmesi yatıyor.
Genel Yayın Yönetmeni Juan Cebrian'la
IPI Yürütme Kurulu'nda birlikte çalışıyoruz.
El Pais'teki odasında bana anlatıyor.
23 Şubat 1981 günü, İspanya'da özgürlük
ve demokrasinin yine çalınacağı
korkusu yayılmış ülkeye.
Akşamüstü hava kararırken bir avuç askerin
İspanyol parlamentosuna yaptığı baskın,
bomba gibi patlıyor.
Milletvekilleri silahlı isyancılar tarafından
rehin alınıyor. Albay Tejero, elinde tabancasıyla
parlamento kürsüsünde bir operet
kahramanı gibi boy gösterirken,
Madrid sokaklarından el ayak çekiliyor,
herkes evine kapanıyor. Cebrian
o geceyi bana şöyle anlatmıştı:
Herkes ne yapacağını bir anda şaşırdı.
Tam bir panik havası esiyordu.
Yazı işleri olarak toplandık.
Elbette ne yapmalı sorusuydu gündemde olan.
Tartıştık ve karar verdik.
Gazete olarak varlığımız, anayasa
ve demokrasinin devamına bağlıydı.
Darbe girişimine karşı çıkacaktık.
Hemen bir erken baskı hazırladık,
derhal dağıtıma çıkardık Madrid'de...
Cebrian o günü yaşar gibiydi.
Darbe girişimine karşı çıkan
o erken baskıyı getirip gösterdi.
El Pais'in demokrasi ve basın özgürlüğü
tarihine geçen manşeti şöyleydi:
Ülke ve Ulus,
Anayasa'nın Yanında!
Yaşasın Anayasa!
Darbe girişiminden sonra El Paris, "Anayasa'nın yanındayız" manşetiyle
On sekiz saatlik bir aradan sonra
başarısızlıkla noktalanan
darbe girişimi için Cebrian,
"Bir daha o geceyi yaşamak istemem!"
demişti. Bense doğrusu yaşamak isterdim.
O kadar darbe yaşadım ama Cebrian'ınki
gibi bir gece maalesef yaşayamadım.
Ama İspanya, 27 yıl sonra, 2006'nın
başlarında böyle günleri bu sefer
ayrılıkçılık, bölücülük yüzünden tekrar yaşayacaktı.
Çünkü, Kara Kuvvetleri Komutanı,
"ülkenin toprak bütünlüğü"nden ve
bu konuda İspanyol ordusunun
"koruma kollama görevi"nden söz etmişti.
Bunun üzerine önce evinde göz hapsine
alınmış, sonra da derhal emekliye sevk edilmişti.
Göz hapsi talimatı, ordunun bağlı olduğu
Savunma Bakanı tarafından verilmiş,
emeklilik kararı da hükümetten çıkmıştı.
Konu şuydu: İspanya'da Katalonya bölgesel
yönetimi bazı yetkilerini genişletmekten yanaydı.
Özellikle yargı ve vergi alanında daha özerk
olmayı amaçlıyordu. Kendini ulus olarak
nitelemek isterken, bağımsız yargı yolunda
adım atıyordu. Özerklik ile bağımsızlık
arasındaki çizgiyi fazlaca zorlayan bir
düzenlemenin söz konusu olduğu söylenebilirdi.
Muhafazakârlar karşı çıkmıştı buna.
Sosyalistler de farklı değildi. Sosyalist Başbakan
Zapatero, Katalan önerisinin değişmesi gerektiğini,
yoksa parlamentodan gerekli onayın
çıkmayacağını söylemişti. Anayasal kriz
gündemdeydi. İspanya Kara Kuvvetleri
komutanı, böyle bir kriz ortamında gürlemişti:
İspanyol Ordusu ülkenin "toprak bütünlüğü"nü
korumakla görevliydi... Bu yetki,
anayasanın 8. maddesinden kaynaklanıyordu...
Ordu, gerektiğinde müdahale edebilirdi...
Çünkü Katalonya'daki gelişmeler tedirginlik vericiydi...
İspanyol Ordusu rahatsızdı!
Ortalık bir anda karıştı. Doğruydu,
İspanyol anayasasının ilgili maddesine göre,
toprak bütünlüğü ile anayasal düzeni
korumak ordunun görevleri arasında yer alıyordu.
Ancak bu konuda karar önceliği,
seçilmiş hükümetin, yani sivil siyasal iktidarındı.
Bir başka deyişle, ordu kendi başına buyruk
davranamazdı. Bunun için hükümetin talimatı gerekirdi.
Komutanın demeci basında patlar patlamaz,
hükümet demokratik kararlılığını göstermiş ve komutanı
emekliye sevketmişti. Savunma Bakanı bu arada
İspanyol ordusunun demokrasiye bağlılığını övmüş,
Kara Kuvvetleri Komutanı'nın tek başına davrandığını açıklamıştı.
Politika kulisi yine de sıkıntılıydı.
Türkiye'de İspanyol demokrasisi olsa
bize komutan dayanır mıydı?
Siyaset meydanında geçmişin hayaletleri
boy göstermişti. "Katalan ayrılıkçılığı"nın
neredeyse yüz yıllık bir mazisi vardı. Franco faşizmi
bu yüzden çıkan İç Savaş sonunda iktidara el koymuştu.
Hitler ve Franco
1930'lardan 1970'lere böyle gelinmişti.
1975'te demokrasiye geçilirken Franco düzeni de yıkılmış,
İspanya demokrasi şemsiyesi altında
"17 özerk bölge" ayrılmıştı.
Avrupa Birliği'ne böyle girilmiş, fert başına
milli gelir 20 bin dolar sınırını geçmişti.
Katalonya da İspanya'nın en zengin, en refah
içinde yaşayan birkaç bölgesinden biri haline gelmişti.
Ama Katalan milliyetçiliği devam ediyordu.
Ayrılıkçılık da sona ermiş değildi. Franco'nun kırk
yıllık diktası da, AB'nin demokrasi ve refahı da
bu açılardan çare olmamıştı.
Çare yeniden darbe miydi?
Öyle olsa, kırk yıllık Franco diktası çözüm olurdu.
Fakat olamamıştı. Kan ve gözyaşı getirmişti sadece...
İspanya'da çözüm yolu, demokrasi ve refahla AB'nin
uluslarüstü yapılarına uyumdan geçiyordu.
Ve İspanya 1975'ten beri bu yolda yürüyordu.
Bu sayede birliğini korumuş, refah çıtasını
yükseltmişti. İspanyol demokrasisinin nereden
nereye geldiğini düşünürken bir de bizim
"demokrasi"yi, bizim siyaset kurumunu ve
bizim askeri düşündüm. Türkiye'de demokrasi,
İspanyol demokrasisi gibi olsaydı, bize komutan
dayanır mıydı sorusu çengelini zihnime asmıştı.
Yarın: Siyasal partiler kapatılıyor, film tamamen kopuyor, siyaset yasağı geliyor; liderlerden tık yok!
Hasan Cemal kimdir? Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara'da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 - 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal'in yönetimindeyken 1986'da Sedat Simavi Ödülü'nü kazanarak "yılın gazetesi" seçildi. 1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998'den 2013'e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da "Araştırma" ödülünü Hasan Cemal'in çalışmalarına verdi. 28 Şubat 2013'te Milliyet'in manşetinde yayımlanan "İmralı Zabıtları"nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, "Başbakan'ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını" gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24'te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013'ten beri T24'te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü'nü "hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle" 2015 yılında Hasan Cemal'e verdi. Cemal, Türkiye'de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. Bir dönem Bilgi Üniversitesi'nde "Medya ve Politika" dersleri veren Hasan Cemal'in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: - Tank Sesiyle Uyanmak (1986) - Demokrasi Korkusu (1986) - Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) - Özal Hikâyesi (1989) - Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999) - Kürtler (2003) - Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim (2005) - Türkiye'nin Asker Sorunu (2010) - Barışa Emanet Olun (2011) - 1915: Ermeni Soykırımı (2012) - Delila - Bir Genç Kadın Gerilla'nın Dağ Günlükleri (2014) - Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014) - Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018) - Hasan Cemal'in "Zamane Diktatörleri" adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var |