Joseph Roth ve Stefan Zweig’ın hayatları boyunca süren, kardeşten öte dostluklarının öyküsünün izini, Ostend: Stefan Zweig, Joseph Roth, and the Summer Before the Dark adlı yarı kurgu eser aracılığıyla sürdük...
21 Aralık 2017 13:58
Radetzky Marşı, büyük bir coşkuyla başlar ve dinleyicilerin alkışlarıyla tuttukları ritimle daha da artan bir heyecanla ilerler. Johann Strauss’un 1848’de, General Joseph Radetzky için yazdığı marştır bu. General Radetzky’nin Sardinyalılara karşı kazandığı Custoza Muharebesi’nin anısına bestelenmiştir. Bir imparatorluğun yıldızının en parlak zamanının içinden akıp geçer. Neşeyle ve en önemlisi de yarınlara karşı umutla doludur. Oysa karanlık dönemler hiç olmadığı kadar yakındır Avusturya-Macaristan İmparatorluğu için ve o zafer günleri aslında karanlıktan önceki son aydınlık zamanlarıdır bir anlamda.
Yaklaşık bir yüzyıl sonra, 1931 yılında, Antibler’de Avusturyalı bir yazar hararetli bir şekilde daha sonra başyapıtı olarak nitelendirilecek romanı üzerinde çalışırken, bir yandan da çok sevgili yazar dostundan da fikirler almaktadır. 1920’lerin ün ümit vadeden uluslararası gazetecilerinden olan yazar, genç yaşında mesleği sayesinde üne ve parlak bir gelire kavuşmuş, ancak edebiyat konusunda istediği çıkışı henüz gerçekleştirememiştir. Ne var ki, bu romanından çok ümitlidir. Ne de olsa hayatının üstünde hâlâ o parlak güneş ışınları süzülmektedir. Her ne kadar kendisi, bu zamanların ömrünün son aydınlık dönemleri olduğunu bilmese de… Yaz hızla solacak, yerini çetin bir kışa bırakacaktır oysa yakında. Tıpkı çok sevdiği ülkesinin de kaderi gibi…
O parlak gazeteci-yazar Joseph Roth’tur. Başyapıtı olacak romanı Radetzky Marşı, çok sevgili yakın dostu ise Stefan Zweig… Roth, romanında bir ailenin öyküsü etrafında asıl olarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküşünü öykülemektedir. 1859 Solferino Meydan Savaşı'nda Slovenyalı genç bir teğmen, İmparator I. Franz Joseph'in hayatını kurtarır. Köylü atalarının geleneklerine veda ederek büyük Tuna monarşisinin ayrıcalıklılar sınıfına katılan Trotta ailesinin öyküsü de işte böyle başlar. 19. yüzyılın sonu, Habsburg hanedanının tarihte son defa parladığı dönemdir: İmparator güçlü, bünyesinde çok sayıda halkı barındıran imparatorluk büyüktür. Oysa bu görkemli tablonun ardında bir yalanlar silsilesi gizlidir ve son çok yakındır...
Stefan Zweig da en az sevgili dostu Roth kadar heyecanlıdır bu romanın yazılışı sırasında. Ona öneri ve tavsiyeleriyle sık sık destek olur. Zaten Roth da bir yıl önce, 1930 yılında yayımladığı Job adlı eserini ona şu sözlerle ithaf ederek, yazarlık kariyerinde ona karşı duyduğu vefa borcunu bir anlamda ödemeye çalışmıştır; “Stefan Zweig’a, bu ‘Job’ [iş] için teşekkürler borçlu olduğum kişiye -ve ‘Job’dan da [işten de] ve herhangi bir kitaptan da öte – tüm dostluğu için: lütfen bu kitabı kabul et ve küçük bir selam olarak sakla. Joseph Roth”
Ve şimdi Radetsky Marşı’nın bitmiş son kopyasını dostuna gönderirken de eşliğinde bir notu olacaktır yine: “Sana bu kitaptaki bazı sahnelerin kaynağının bizzat sen olduğunu söylemeyi tamamen unutmuşum. Sen onları fark edeceksindir. Romana dair kendi memnuniyetsizliğim bir yana, sana çok, çok minnettarım.”
1933 yılında da yine şöyle bir not gönderecektir bu kez: “Ancak seninle konuşana dek yeni hemen hiçbir şeye başlayamıyorum. Senin iyiliğin ve zekân mutlaka yanımda olmalı.” Bu nottan birkaç hafta sonra ise iki dost, Roth’un Bir Katilin İtirafları’nın üzerinde çalışıyor olacaklardır. Birlikte çalışma sistemleri hep aynıdır. Roth, yazdıklarını yüksek sesle Zweig’a okur. O da kâh eleştirip kâh överek, kâh önerilerde bulunup kâh bizzat kendi hayatından örnek hikâyeler anlatarak arkadaşının çalışmasına yardımcı olur. Hatta zaman zaman yazıdan bazı yerleri bizzat atar, kısaltır ve tekrarlama gibi yanlışları dahi düzeltir. Roth ise her seferinde onu büyük bir hayranlık ve dikkatle dinler.
Bu iki dostun tanışma öyküsü ise yıllar öncesine dayanmaktadır. Aslında Joseph Roth, henüz 18 yaşındayken daha o zamandan kendini ispatlamış bir yazar olarak üne ve saygınlığa kavuşmuş olan, hayranlık duyduğu yazar Stefan Zweig’ın Viyana’daki evine kadar gitmiş, ancak onu göremeden yalnızca evin dışında uzun süre beklemekle yetinmek zorunda kalmıştır. Yıl 1912’dir. Yani çok sevdikleri imparatorlukları hâlâ ayaktadır. Tanışmaları ise bundan 13 yıl sonra gerçekleşecektir. Zweig, ona bir arkadaşı tarafından tavsiye edilen Roth’un The Wandering Jews adlı kitabını çok beğenmiş ve hemen kalem kâğıda sarılarak ona kendi fikirlerini de belirten, coşku dolu bir tebrik mektubu yazmıştır. Genç Roth ise idolü olan yazardan aldığı bu takdir mektubuyla mutluluktan başı dönse de, yazdığı cevap mektubunda Zweig’ın fikirleriyle çatıştığı yerleri belirtmekten de kaçınmaz. Ve böylece yıllara yayılan güçlü dostlukları da başlamış olur.
Zweig, Roth’tan 13 yaş büyüktür. Üstelik, ülkenin Batı yanındaki şehirli, varlıklı ve ince zevkli Yahudi cemaatini temsil ederken, Roth ülkenin doğusundaki kırsal kökenli, yoksul Yahudi cemaatinden gelmektedir. Zweig, doğuştan tattığı saygınlığı tüm hayatı boyunca doğal bir zarafet ve sakinlikle taşırken, Roth âdeta tüm dünyaya karşı kızgın, öfke ve nefret dolu, huysuz hâllere sahip biridir. Yine de bu ikisini bir arada tutan belki de en önemli özellik, ikisinin de yüreklerindeki en büyük tutku olan geçmişte kalan imparatorluk günlerine duydukları hayranlıktır. İkisi de 20. yüzyıla girerken yıldızı sönen ve sonsuza dek yok olan bir medeniyeti, bir coğrafî ve siyasî kimliği temsil etmektedirler.
İkisinin karakter özellikleri yazarlık yeteneklerine de yansıyacaktır. Zweig, hayatı boyunca usul usul ilerleyen, güçlü, parlak ve çoğu zaman ince bir zekâ ve psikolojik derinlikler içeren zarif kitaplara imzasını atarken; Roth ise çok daha “elektrikli” ve okurunu çarpan eserler yaratacaktır. Roth’un âdeta içinden gelen özel bir ateşle parlayan bir yeteneği vardır. Ve onun en büyük hayranı ise yine dostu Zweig’dır. Ne var ki Roth, yaşadığı sürece hiçbir zaman edebiyatta Zweig’la yarışacak bir üne veya servete sahip olamaz. Nihayetinde, aralarındaki ilişki daha ilk baştan nasıl yazıldıysa öyle gider. Roth, her zaman iki yakasını bir araya getiremeyen, derbeder, yoksulluk sınırında geçen, serseri bir yaşam sürecek; Zwieg da her zaman âdeta büyük bir ağabey gibi “küçük kardeşini” toparlayan kişi olarak ona hayatıyla ilgili her konuda maddi ve manevi yardım edecektir.
İşte 1931 yılında, Roth’un başyapıtı olacağına o zaman dahi inandıkları Radetzky Marşı üstünde çalışırlarken yarınlara hâlâ ümitle bakan, iki yetenekli ve birbirini çok seven dosttur onlar. Ancak romanın 1932’de bitmesinin hemen ardından hem Roth’un kişisel yaşamında hem de tüm dünyada beklenmedik bir çöküş hızla gelecektir. 1933 yılında Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikte milyonların kaderi üstüne karanlığın inmesi de başlar. Roth’un romanı ülkesinde yasaklanır. Çok geçmeden ülkesini de terk etmek zorunda kalacaktır. Üstelik maddi olarak da hiçbir güvenceye sahip değildir. Tüm bunların üstüne özel hayatı da çok karışıktır. İlk eşinin şizofreni teşhisiyle bir sanatoryuma yatmasının ardından vicdan azabıyla uzun süre kendisine gelemeyen Roth, maddi sorunları nedeniyle, birlikte yaşadığı iki çocuklu Afrikalı eski bir prensesle de yollarını ayırmak zorunda kalmıştır. Ve geriye sığınacağı tek bir liman kalmıştır artık. Hayatındaki tüm bu gelişmeleri en küçük detayına dek paylaştığı ve aynı şekilde dinlediği eski dostu Stefan Zweig… Hayatı boyunca kurtulamadığı alkolü saymazsak eğer!
Nihayetinde Roth, Zweig’a ardı ardına mektuplar gönderir, Zweig’ın o sıralarda yaşamakta olduğu Amsterdam’a gelip kendisini görmesini ister. Zweig ise ülkesine karşı gönlü kırık, artık Londra’da yaşamaktadır. Ve o sıralar Avrupa’ya gelmeye de hiç niyeti yoktur. Ayrıca kendisi de özel hayatında sorunlarla boğuşmaktadır. Sekreteri genç Lotte’ye âşık olmuştur. Ve uzun yıllardır birlikte olduğu karısı Friedke ile aralarında büyük sorunlar vardır.
Hem Avrupa’da hem de iki dostun hayatında yaşanan bu şiddetli gerilim, 1936 yılının yazında Zweig’ın sonunda Roth’u Belçika’nın sayfiye şehri olan Ostend’e çağırmasıyla bir süreliğine sonlanır. Roth, trenden inip de Zweig’ı ilk gördüğü anda çok uzun bir süredir ilk kez rahat bir nefes alır. Artık dostunun yanındadır ve onun kendisini kurtaracağına emindir! Zweig burada kendisi ve Lotte için bir ev tutar, Roth’u ise bir otele yerleştirir. Bu arada ona yeni kıyafetler almayı da ihmal etmez. Her şeye rağmen huysuzluklarından vazgeçmez Roth. Arkadaşının bu cömert yardımları karşısında yıllardır ona karşı içten içe beslediği hafif kıskançlık ve özenme duyguları da kabarır. Ve hatta Zweig’ın onun için aldığı kıyafetleri dahi küstahlıkla hor kullanır. Onun bilmediği ise Zweig’ın da hâlâ içten içe onun yeteneğine karşı büyük bir hayranlık duyduğudur. Nihayetinde iki dost 1936 yazının o sıcak ve son huzur dolu günlerini birlikte geçirmeye başlarlar. Ne var ki, tamamen yalnız da sayılmazlar. Çünkü kasaba bir süredir onlarla birlikte sürgündeki pek çok Yahudi aydınını da ağırlamaktadır. Bu küçük komün hayatı, aralarına parlak bir genç kadın yazar olan Irmgard Keun’un katılmasıyla daha da hareketlenir. İşin ilginç yanı, birbirlerine güneşle ay kadar zıt olan Keun ile Roth ilk bakışta birbirlerine âşık olacak ve ilk tanıştıkları andan itibaren hiç ayrılmayacaklardır.
Roth, sırılsıklam âşıktır. Yine de sorunlarını unutmak için içkiden medet umar. Bu iflah olmaz alkolik, neredeyse hiçbir şey yememekte, sabahları da uzun uzun kusma nöbetleri geçirmektedir. Biricik aşkı Keun ise bir an olsun onu yalnız bırakmaz ve o da neredeyse onun kadar içmeye başlar. Yine de Roth, en çok içtiği dönemlerde bile tuhaf bir yazar disiplinine sahiptir ve gün boyunca hızlı bir tempoda yazmayı asla ihmal etmez. Hatta Keun, ayılmak istemediği zamanlarda dahi onu yazması için zorlar. O yaz boyunca Roth ve Keun hem aşklarını hem de yazma tutkularını doludizgin yaşarken, onlardan çok uzakta olmayan bir yerde yaşayan ve her gün rutin bir şekilde Cafe Flore’da onlarla buluşan Zweig da bir yandan sevgili Lotte’siyle romantizm dolu günler paylaşır bir yandan da aynı şekilde verimli bir yazarlık dönemi geçirir. Tüm bu süre boyunca Roth’a göz kulak olmayı ve ona biraz olsun bir şeyler yedirebilmek için çabalamayı da ihmal etmeden…
O uzun yaz boyunca iki dostun paylaşıp, konuştukları çok şey de olacaktır. Örneğin, Roth’un genç bir öğrenciyken gelip kapısında beklediğini ilk kez orada öğrenir Zweig. O günlerde Zweig ise Gömülü Şamdan adlı romanı üstünde çalışmaktadır. Öyküde, Süleyman’ın tapınağından çıkan, Yahudilerin kutsal emaneti yedi kollu şamdanın 455 yılında Roma’yı yağmalayan Vandalların eline geçmesi, kentin Yahudi cemaatinde şok etkisi yaratmaktadır. Cemaatin yaşlıları, olan biteni gelecek kuşaklara aktarması için o sırada yedi yaşında olan Benjamin’i de yanlarına alarak kutsal Menora’yı denizaşırı yolculuğuna uğurlarlar. Seksen yıl sonra aynı Benjamin, şamdanı Yahudilere geri vermesi için İmparator İustinianos’a yalvarmak üzere Bizans’a gider. İustinianos’un Kudüs’teki bir Hıristiyan kilisesine gönderdiği şamdan, orada kaybolmuştur. Zweig, sonraları Gömülü Şamdan’da söylenceye bir gün yeniden kavuşma umudu barındıran bir final atfedecektir. Ancak o günlerde romanının bir yerinde bir tıkanma yaşamakta ve bunu nasıl çözeceğini de bilememektedir.
Tam da o sıralarda, Roth’un paylaştıkları bu özel gecenin ardından yazdığı teşekkür notunda söylediği bir şeylerden aldığı ilhamla bu yazarlık tıkanmasını aşmakla kalmaz, Gömülü Şamdan’ı daha sonra Roth’un bizzat kaleme aldığı katkılarıyla bitirir. Eski bir gazeteci olan ve Zweig’ın romanının konusuna dair geniş bir bilgi birikimine sahip olan, hatta Zweig’ın ona hayranlık duymasına yol açan ilk kitabının konusu da bu çerçevede olan Roth, böylece bir anlamda dostuyla birlikte, asistanlığıyla yazılmasına katkıda bulunur romanın. Ve kısa bir süre için dahi olsa, güç ve yarınlar için küçük de olsa bir umut duyacaktır.
Nihayetinde, roman da dostluklarının o son yazı da sona erer. Peki, yazdan sonra ne gelecektir? İki dost da bunu çok düşünmek istemezler aslında, yine de Roth, o günlerde Zweig’a şöyle yazacaktır: “Şimdiden yazın son demleri geldi bile, bu şimdiden çok eski ve çok yorgun bir yaz, sonbahardan çok kısa bir süre öncesi…”
Ostend’den ayrıldıktan sonra şöhretinin zirvesindeki Zweig, davetli olduğu Brezilya’ya doğru bir gemi yolculuğuna çıkar. Artık vicdanında büyük bir ağırlık gibi hissetmeye başladığı Roth’tan kurtulmanın hafifliğiyle… Roth ise sevgilisi Keun ile Ostend’den ayrıldıktan sonra bir şehirden diğerine yaptıkları yolculukları boyunca giderek daha da büyük bir çöküşe geçer. Nihayetinde kıskançlıkları ve bağımlılık krizleri nedeniyle Keun’ü de kaybeder. Zweig’ı ise 1937 yılında, Zwieg’ın eski eşi Friedke’nin daveti üzerine gittikleri Salzburg’da bir kez daha görecektir. Belirgin bir şekilde soğuktur ona karşı Zweig. Roth onun bu hâllerinden son derece kırılıp yıkılır. Oysa o gün Zweig için de kolay değildir. Ülkesi Avusturya’daki son günüdür ve Viyana’daki evini satıp ayrılmaktadır. Ancak hasta ve alıngan Roth bunu anlayamaz ve arkadaşının isteksizliğini daha da büyütüp, sonunda artık cevap da alamadığı mektuplar yollamaya başlar. Zweig’ın cevabı ise o dönem Roth’un henüz ayrılmadığı Keun’e olacaktır: “İğrenç bir şekilde sarhoş Roth.” Daha sonra eski eşine yazdığı bir mektupta ise ona dair şunları söyleyecektir: “Ne kadar muhteşem bir adam parçalara ayrılmakta…”
Roth, bir sonraki yaz, artık yitip gitmiş dostluklarının son yazının anılarını yaşatma arzusuyla son bir çabayla yine Ostend’e gider ve oradan dostuna art arda çağrı mektupları göndermeyi sürdürür. Zweig sessiz kalır. Sonunda Roth, eylülde son bir mektupla oradan ayrılır: “Sevgili dostum, bugün ayrılıyorum. Seni uzun bir süre beyhude bir şekilde bekledim.”
Ostend’den Paris’e dönen Roth, hâlâ bir umut Zweig’la burada buluşmayı hayal eder. Zweig’ın onu görmek istemeyişini bir türlü anlayıp kabullenemez. Bir yandan da görüşseler dahi onun bile artık kendisini kurtaramayacağını, ölümünün çok yaklaştığını bilmektedir. Sonunda 1938 Şubat’ında Zweig, Lotte ile birlikte Paris’e gelir ve görüşürler. Irmgard Keun’un onu terk edişinin ardından Roth, korkunç bir durumdadır. Bu, iki dostun birbirlerini son görüşleri olacaktır ve gerçekten de artık her şey faydasızdır.
Roth, Keun’den ayrıldıktan sonra son ümidi olan, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu, sürgündeki imparatorla yeniden hayata geçirme çabasının da bir rüyadan başka bir şey olmadığını anladıktan sonra, artık yaşamak için bir neden göremez. 1939 yılının 11 Mart’ında sevgili ülkesi Avusturya’yı can güvenliği nedeniyle apar topar terk etmek zorunda kalır. 12 Mart’ta Avusturyalılar yeni yöneticilerini büyük bir coşkuyla kutlarken, hem o hem de Zweig ise artık resmî olarak yurtsuz kalmışlardır.
Yurtsuz, aşksız ve dostsuzdur artık Joseph Roth. O unutulmaz yazda, Ostend’de de birlikte oldukları ortak dostları Ernst Toller’in New York’ta intihar ettiği haberini aldığı 1939 Mayıs’ında ani bir kriz geçirir. O sırada yanında olan Zweig’ın artık boşanmış olduğu eski eşi Friderike Zweig (Roth ve Friderike hep iki dost olarak birbirlerinden hoşlanmış ve kopmamışlardır), onu hastaneye kaldıracak, ancak birkaç gün sonra Roth hayata gözlerini yumacaktır. Haberi Londra’da alan Stefan Zweig ise ortak dostları olan Romain Rolland’a “Biz sürgünler hiçbir zaman yaşlanmayacağız,” diyerek yazacaktır yıkılmış bir şekilde. “Onu kardeşim gibi sevmiştim.”
Roth, son yıllarında Stefan Zweig’a şakayla karışık onun ölüm ilanını kendisinin yazmasını beklememesini söylemiştir. Aslında kendisinden on üç yaş büyük olan Zweig’ın daha önce ölmesi bekleneceği için bu şakayı yapmışlardır. Roth, kendini öldürmemiştir belki ama kendini öldürecek gibi yaşamış ve çok genç yaşta vücudu iflas etmiştir. Roth 1939 yılında ölür. Sevgili dostu Stefan Zweig ise çok değil, birkaç yıl sonra 1942 yılında sevgili Lotte’siyle birlikte intihar edecektir.
Görünürde biri zengin diğeri yoksul iki kardeş gibi yıllar boyunca birbirlerinden kopmadan, destek olarak yaşamışlardır. Roth, bir tür yersiz yurtsuz köprü altı çocuğu gibidir. Ama işin ilginç yanı tüm o şaşalı yaşamının ardında, aslında Zweig da hayatı boyunca bir tür yersiz yurtsuz, köprü altı çocuğu olmuştur bir anlamda. Onları da işte bu öksüzlükleri, bu evsizlikleri kardeş olmaya itmiştir kuşkusuz. Ve bu iki adam yaşamdan düşerken birbirlerini tutarak ayakta kalmaya çalışmışlardır sırayla. Roth, belki arkadaşının ölüm ilanını istese de yazacak kadar yaşamayacaktır ama ölmeden kısa bir süre önce yazdığı ve maalesef yayınlatamadığı “The Legend of The Holy Drinker”da, ikisinin dostluklarının ölüm ilanına değin yazar bir anlamda. Romanın, Roth’u andıran, köprü altlarında yaşayan, evsiz, sorumsuz ayyaş kahramanı Andreas, artık hayatının son demlerindeyken bir gece zengin bir adamla karşılaşır. Adam ona yüklü bir miktar para verdikten sonra “kardeşim” diye hitap edecektir. Andreas ise bir kardeşinin olduğunu bilmediğini ama tabii ki parayı kabul edebileceğini söyleyecektir.
Radetzky Marşı romanı, General Joseph Radetzky anısına yapılmış bir marşın adından aldığı ilhamla Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph’in ve imparatorluğunun parlak yıldızının nasıl çöküşe geçtiğini hüzünle anlatır. Radetzky Marşı, yalnızca yazarının değil, Avrupa edebiyatının da başyapıtlarından biridir. Kader çizgileri Radetzky Marşı'nda birleşen Trottaların ve Habsburg monarşisinin bu öyküsü, eski Avrupa'ya ve değerlerine hüzünlü bir vedadır her şeyden önce... Tıpkı o romanın yazarı olan bir diğer Joseph’in, Joseph Roth’un ümit vadeden parlak bir yıldızken büyük bir hızla kayıp sönen yaşamının hüzünlü hikayesi gibi… Ya da tıpkı en az o kadar parlak ve güçlü bir dostluğun giderek çöken öyküsü gibi… Çünkü yaşam bazen sanatı taklit eder. Belki de geriye kalan yegane teselli gibi…