Dazlak kafalı, şişkin pazulu, bol kaslı, eli topuzlu zebani hırsızlara, namussuzlara, zamlara, güzellik müsabakalarına, masonlara, Errol Flynn’a, din tacirlerine, siyasetçilere… indiriyor topuzunu.
19 Aralık 2020 22:06
Kimliği karanlık, bu dehşetengiz mahlaslı, galiz dilli hiciv ustası, kapak resminde görülen dazlak kafalı, şişkin pazulu, bol kaslı, eli topuzlu ‘adem ejderhası’nı kendi temsili olarak seçmekte isabet buyurmuş.
Zebani Böyle Dedi’nin daha iç kapağında girizgâh mahiyetinde bir dörtlükle karşılaşıyoruz:
“Namus erbabına saygımız vardır
Karınca incinmez lisanımızdan
Amma südü bozuk ecel olsa da
Bulur belâsını Zebanîmızdan”
1949-1959 yılları arasında yazılmış oldukları belirtilen taşlamalardan oluşan bu küçük kitap kendi türünün tuhaf bir örneği. Muhtemelen 1961'de yayımlanmış 96 sayfalık kitapta yer alan taşlamaların şiir sanatı açısından ne kadar başarılı olduğu doğrusu biraz tartışmaya açık. Çoğunluğu kıtalar, bazılarıysa beyitler halinde yazılmış şiirlerde vezin ve kafiye kusurları, anlam bütünlüğünde tutarsızlıklar, mecaz zafiyeti hiç de az değil. Bütün bunlara rağmen kitapta insanın elinden bırakmasına engel olan bir cazibe var.
Zebani’nin daha önce, 1960’ta Yahya-name adlı bir kitabı yayınlanmış. Zebani Böyle Dedi’nin son sayfasında Zebani’nin daha sonra yayınlanacak eserlerinin listesi verilmiş ama benim gördüğüm kadarıyla bunların hiçbiri yayınlanamamış.
Yer yer neye ve kime kızdığı anlaşılamasa da Zebani’nin yıkıcı öfkesinden vaktiyle çok az kişi kurtulabilmiş anlaşılan. Zebani’nin neleri ve kimleri hedef aldığı konusunda biraz olsun tahmin yürütmemizi sağlayacak tek ipucu, kitabın ilk sayfasında belirtilen tarih aralığı. Şairin bu dönemin bazı olayları ve şahıslarından yola çıkarak hicivlerini döktürdüğü gayet açık, ancak üzerinde durduğu konular aslında her dönemde rastlanabilecek, insanlık tarihinin bildik yozlaşmışlıkları. Şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla Zebani, dini bütün, biraz milliyetçi-mukaddesatçı, öyle etnik çeşitlilikten filan fazla hazzetmeyen, masonlardan hiç hoşlanmayan, içkisi kumarı olmayan, çıkar peşinde koşmayan, dürüst bir insan. En önemli özelliği de şu ki, hırsızlığa, namussuzluğa hiç tahammülü yok. En çok haksız menfaat peşindekilere indiriyor topuzunu Zebani. Zaten şu kısacık önsözünde meramını gayet net ifade ediyor:
“Bu küçük kitapta yer alan manzumelerin hepsi 1949-1959 yıllarında çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış, günün ilhamları ile kaleme alınmıştır.
Gerçekte hiçbir namuslu fert ve makamla ilgileri yoktur. Onlar aynı zamanda birer numarasız gözlük gibidir. Vurguncu, hırsız, dalkavuk, hileci her göze uyarlar.”
Şairin, “Bize Gelenler” adlı şiirinin bazı kıtalarında, hiciv oklarına hedef olanların ağzından söyledikleri aslında bu konudaki hassasiyetini açıkça ortaya koyuyor:
“Öyle bir muazzam midemiz var ki
Dünyayı yesek de az gelir bize
Mevkie namusu peşkeş çekeriz
Bir piliç yerine kaz gelir bize
Âlemin sırtında saray kurarız
Tenhada dilenci bulsak soyarız
Sanmayın bu halle gene doyarız
Tas yesek belki de vız gelir bize
Aslında paraya pula taparız
Sopayı yiyince kula taparız
Gerçekten ne kız ne dula taparız
Elin kaynanası kız gelir bize
Bugün ehli namus olmak lekedir
Soysuzluk tabii bir melekedir
Rezalet başta bir süslü takkedir
Bu sayede şöhret tez gelir bize”
Zebani’nin taşlamalarından bazıları, Hıyarname, Kellename, Yezidleme, Hödükname, Mavalname, Hımbıl, Salakname, Bir Herife gibi başlıklar taşıyor. Şiirlerin çoğu da yukarıdaki kıtalarda olduğu gibi çıkarcılığı, hırsızlığı, makam ve mevkiin kötüye kullanılmasını yeriyor. Bununla birlikte konu çeşitliliği o kadar da sınırlı değil. Mesela “Zam” adlı şiirde teker teker nelere zam geldiğini sayıyor Zebani. Güzellik müsabakaları için yazdığı “Güzelleme”de bu yarışmaları bir tür yosmalık ve haspalık olarak gördüğünü belirterek sert ve alaycı diliyle eleştiriyor. Hatta bunun bir beytinde “Bak sen de kraliçe oldun artık âlemde / Dikkat et gözetliyor Ali Han tenha seni” diyerek, o dönemde en parlak günlerini yaşayan, lüks arabalara, cins atlara, güzel kadınlara merakıyla tanınan, hatta kısa bir süre Hollywood’un efsane yıldızlarından Rita Hayworth’la evli kalan, meşhur Ağa Han sülalesinden Ali Salman Ağa Han’a kadar uzatıyor topuzunu.
Zaten Zebani’nin ufku Türkiye ile sınırlı değil. “Birine” adlı şiirinin ilk kıtası şöyle:
“‘Dominus, Dominus’ diyen öküze
Laisizm kasabı biler bıçağı
Sırtı kaşınınca yorgun merkebin
Piyer Lermit alır ele kaşağı”.
Haçlı seferlerinden din-devlet ilişkilerine, yoğun göndermeleri olan bu kıtayı yorumlamakta zorlansak da, daha sonraki kıtalardan asıl hedefin, özellikle sağ ve İslamcı kesimde geleneksel olarak şeytanlaştırılan masonluk olduğunu anlıyoruz. Kitapta zaten “Mason-name” adlı bir taşlama da bulunuyor ve belirli çevrelerde her türlü musibetin olağan şüphelisi bellenen masonluğu doğrudan taşlıyor: “Külâhı ters giydirir şerre, şeytane mason / Donatır locaları yapar puthane mason”, “Osmanlı devletini kâfire peşkeş çeken / Şüphesiz memlekette bir iki tane mason” vs…
Zebani’nin oklarına hedef olan uluslararası şahsiyetlerden biri de, dönemin meşhur aktörlerinden Errol Flynn (1909-1959). Anlaşılan, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kadınların Flynn’a gösterdiği hayranlık Zebani’yi fena halde kızdırmış:
“Bir hovarda teres, kadın avcısı
Gençliğin gönlünde hasba tavcısı
Hem nâmus düşmanı hem ırz kavcısı
Kim der ki gönülden râm olur bize.”
Şiirin diğer kıtalarında Flynn’a açık hakaretler de yer alıyor. Errol Flynn’ın o dönemde, çekimlerinin bir kısmı gerçekten de İstanbul’da gerçekleştirilen, 1957 yapımı İstanbul adlı bir film-noir’da oynamış olduğunu da hatırlamakta fayda var; belki de bu yüzden, yakışıklı jön o sıralarda Türkiye’de daha da popüler olmuş, kadınların ilgisiyle beraber Zebani’nin topuzunu da üstüne çekmişti.
Yine de Zebani’nin asıl ilhamını siyasetten ve siyasetin alet edildiği çıkar tezgâhlarından aldığı anlaşılıyor. Mesela “İstiyor” adlı şiirdeki şu kıta, doğrudan siyasi bir gönderme içeriyor:
“Bir fâni türedi oniki yıldır
Millî mefahiri tâdil istiyor
Uymuş zındıkların akaidine
Reform zırvalıyor tebdil istiyor.”
Diğer yandan, şairin dönemin okur-yazar çevrelerinde bulunduğu ve bazı taşlamalarında muhakkak ki doğrudan doğruya tanıdığı –ama bugünden bakıldığında kimliğini tespit etmenin pek de mümkün olmadığı–kalem erbaplarını eleştirdiği de gayet açık. “Hımbıl” adlı şiirindeki şu kıta bunun bir örneği:
“Hem şâir geçinir, hem de münekkid
Hürriyet katili, serseri yezid
Kıldı haysiyetin yüzünü tesvid
Bir de yurtseverlik ikrar eyledi”
Yazdıklarından samimi bir Müslüman olduğu anlaşılan heccavın en çok rahatsız olduğu konulardan biri de dinin menfaate alet edilmesi ve bu alanda hâkim olan yüzeysellik. “Bile”de geçen şu kıtada olduğu gibi:
“Firavun utanır bunun küfründen
Ebu Cehil ağlar görse cehlinden
Sıkılmaz ilimden irfan ehlinden
Siper eyler küfre îmânı bile”
Ya da “Bir Eski Dosta”daki şu sözlerde:
“Bir yanda cami var imam bulunmaz
Bir fazıl, bir âlim adam bulunmaz
Bir yüreği temiz islâm bulunmaz
Hâlâ mırıldarlar efsaneleri”.
Peki Zebani kimdi? Kitapta şairin kimliğiyle ilgili ipucu sayılabilecek tek şey, “güzellik müsabakalarına” yazdığı taşlamada geçen ve Karadenizli olduğunu açık eden şu iki beyit: “Şu Lâz uşaklarının bir hamsi tavasına / Emin ol ki cici kız değişmem aslâ seni” ve “Aldırma sen buralı, ben de Karadenizli / Amma nasip etmesin Allahım bana seni”.
O yüzden bu sorunun cevabı benim için uzun süre meçhul kaldı, taa ki İsmet Zeki Eyüboğlu’nun (1925-2003) Anılar’ında (Pencere Yayınları, 1999) Zebani’nin kendisi olduğu iddiasını okuyana kadar…
Bu başta insana şaşırtıcı geliyor, zira İsmet Zeki Eyüboğlu klasik filoloji mezunu, Latinceden, Almancadan çevirileri olan, çoğunlukla Anadolu uygarlıkları ve kültürüne dair eserler vermiş, dilde öztürkçeciliği savunan, ‘adı komüniste çıkmış’ ve hiç de Zebani’nin taşlamalarının düşündürdüğü gibi ‘sağ cenahta’ ve inanmış bir Müslüman olmayan bir isim (hatta Anılar’da meyhanelerden ve rakı içmekten o kadar çok bahsediyor ki, insan okurken hafiften çakırkeyf oluyor). Ancak anılarından anlaşıldığı kadarıyla çok yönlü, çok renkli, biraz deli dolu, zengin bir kişilik; zaten epey serbest bir tarzda, kimi zaman daldan dala atlayarak yazdığı anıları, tuhaf gibi görünen bu durumun anahtarını da veriyor.[1]
Eyüboğlu’nun Anılar’ında iki yerde Zebani’nin adı geçiyor, biri şöyle:
“Eskiye özlem duyanlar arasında en aşırı gideni, buna karşın ozan Osman Efendi’ye (iki gözü de anadan doğma görmezdi) bağlanan, tarikatçı olanı Sinan Onur’du. Onunla öğrencilik yıllarımda tanışmıştım, nedense beni çok severdi. Gericiler arasında bulunduğum yıllarda, onun Hüradam adlı dergisinde ‘Zebani’ takma adıyla yergiler yazar, Müslümanlara okuturduk. İçkiyi çok sevdiğimi bildiğinden, bana içki alır, öyle şiir yazdırır, ancak beni sakallı okuyucularıyla tanıştırmazdı.” (s. 353)
Diğeriyse şöyle:
“Ben, ‘Zebani’ takma adıyla Hüradam gazetesinde yazdığım yazılardan, şiirlerden haftada on lira alırdım, bal gibi geçinirdim onunla. Sonradan bu yaptıklarımdan utanç duymaya, sıkılmaya, eskiyi unutmaya, çalışmaya başlamıştım, ancak iş işten geçmişti artık. Neden öyle yapıyordum bilemem, anlamadan bir çıkmaza girmiştim, yalnız üzücü anılar kalmıştı bende o yıllardan.
1948’den sonra eski geleneklere göreneklere, dine karşı içimde katı bir tepki vardı. Oysa yazdıklarım eskiye uygundu, inanmadığımı savunur duruma düşmüştüm. Arkadaşlarım beni kınarlardı, günün birinde pırıl pırıl bir Müslüman olacağımı söylerlerdi, gülerdim, inanmadığımı yaptığımı çok iyi biliyordum. Bu bir eksiklikti, inanç satıp rakı içmek eksikliği. Ancak benim açık olan bu eksikliğimi başkaları gizleyerek sürdürürlerdi.” (s. 211)
Her ne kadar bu satırlar dışında Zebani’nin kimliğine dair başka bir veri olmasa da, Eyüboğlu’nun anıları okunduğunda bu tuhaf taşlamalardaki bazı noktalar da aydınlanıveriyor. Gerçekten de Karadenizli olan İsmet Zeki Eyüboğlu ortaokul yıllarında, memleketi Maçka’dan İstanbul’a geldiğinde Nakşibendi dergâhına devam etmeye başlamış, zamanının çoğunu tekkede geçiriyormuş. Kuran okur, namaz kılarmış. Sonradan bu çevreden tamamıyla kopmuş, fakat Müslüman kesimin zihniyet dünyasını yakından tanıyor ve onların nabzına göre şerbet vermekte çok zorlanmamış olsa gerek. Zaten anılarının birkaç yerinde daha zaman zaman hocalara, imamlara, mevlitlerde, cenazelerde okumaları için para karşılığı dualar yazdığından da söz ediyor.
İsmet Zeki Eyüboğlu hem divan edebiyatıyla hem halk –özellikle de tekke-tasavvuf– edebiyatıyla ilgili birçok çalışmaya imza atmış, bu geleneklere hâkim bir isim. Zebani Böyle Dedi’nin en başındaki, aruz vezniyle ve klasik divan edebiyatının kalıplarıyla yazılmış Gül Kasidesi; bazı dörtlüklerde geçen “Hani bir söz vardır: “Sırr-ı men-aref” / Beyanın gizlensin denilenlerde…” ve “‘Kasemna’da bize sürünmek düştü / Kul neylesin felek yâr olmayınca” gibi ifadeler de taşlamaların her iki edebiyat geleneğini de iyi bilen biri tarafından yazıldığını gösteriyor.
Dikkat çeken bir başka nokta, Eyüboğlu’nun bu şiirlerin Hür Adam’da yayınlandığını söylemesi. Zebani’nin 1960’ta yayınlanan diğer kitabı Yahya-name’nin yayıncısı da Hüradam (bu şekilde birleşik yazılmış) görünüyor. 1950-1960 arasında yayınlanan ve Risale-i Nur Külliyatı’nı tefrikalar halinde yayımlayan ilk gazete olan bu “siyasi, içtimai, müstakil gazete”nin sahibi ve başyazarı Sinan Omur (Eyüboğlu’nun Anılar’ında daha çok Onur şeklinde de geçiyor). Eyüboğlu bu çevreden bahsederken bir yerde şöyle diyor:
“Bu okulları [imam-hatip okulları] savunanlar arasında Raif Ogan ile Cevat Rıfat Atilhan, Sinan Onur gibilerin ayrı bir serüveni vardı. Sinan Onur namaz kılardı, ancak namazla bağdaşmayan ne varsa hepsini de yapardı. Raif Ogan İslam dinini savunur, bütün yazılarını şarap içtikten sonra yazardı. Cevat Rıfat Atilhan koyu bir İslamcıydı, ancak namaz kıldığını gören yoktu sanırım. Bunların üçünü de yakından tanırdım, tekkeye olan yakınlığım nedeniyle bir süre dergilerinde değişik adlar altında gerici yazılar bile yazdım. Ben de o yazılardan aldığım parayla gider rakı içerdim.”
Tekkeye bağlı olduğu yılları geride bıraktıktan sonraki İsmet Zeki Eyüboğlu ise tam bir seküler, “gerici” düşmanı, Demokrat Parti karşıtı. Fakat her ne kadar İslamcı gazete ve dergilerde yayınlanması kendi hayatı açısından bir çelişki gibi görünse de, Zebani Böyle Dedi’de asıl taşa tuttukları hayatının her aşamasında karşılaşıp öfke duyduğu, çıkarcı ve riyakâr insan tipi. Karadeniz’in çeşitli yerlerinde, koyu Müslüman geçinip iş arazi paylaşmaya gelince mahkemede yalancı şahitlik yapanlardan, İstanbul’un bazı camilerinde her türlü ahlaksızlığı yapan imamlara-hocalara, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin ardından milliyetçi-muhafazakâr görünüp parti bağlantılarını her türlü maddi çıkar için kullananlara, çok çeşitli menfaatperestlerle karşılaşmış Eyüboğlu, ki aslında Zebani’nin eleştirdikleri de bunlar.
Gerçek kimliği İsmet Zeki Eyüboğlu olsun ya da olmasın, sivri dilli Zebani kitabının en başında söylediğinde haklı; manzumeleri birer numarasız gözlük gibi, her devirde, her coğrafyada uyacak gözler bulmakta hiç zorlanmayacak.
•
[1] Tabii Anılar’ın, biraz da anı türünün tanımı gereği tamamen öznel bir bakışla yazıldığını, burada yer alan değerlendirmelere şüpheci yaklaşmak gerektiğini akılda tutmak gerekir. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; kitap Eyüboğlu’nun daktilosundan çıktığı şekliyle, hiçbir editoryal süreçten geçmeden, okunmadan, düzeltilmeden matbaaya gönderilmiş gibi, umarım daha özenli bir baskısı yapılır. İsmet Zeki Eyüboğlu’nun, öğrencilik yıllarını kaleme aldığı Öğrenciler (Pencere Yayınları, 2002) adlı bir anı kitabı daha var.