"Bond'un yazarı Fleming ve Le Carré’nin kitapları (hatta ekran/perde uyarlamaları da), birbirinin zıddı sayılır. Le Carré gerçekten, gördüklerinden, yaşadıklarından yanadır, onlardan esinlenir. Fleming ise caka yapar, şatafatı sever, ille de güzel kadınlar (ve inanılmaz kötü adamlar) ister."
17 Aralık 2020 22:00
Editörüm beni aradı, “John Le Carré’yi sever misin?” diye sordu. Ben de “çok severim ama az önce yazıyı tamamlayıp başka bir yere yolladım,” dedim. Gene de, başka bir yönden ele alabilirsem, K24’e de yazmam konusunda anlaşmaya vardık. Le Carré’yi pek çok başka şekilde yazmak mümkün. Ben gene de yazılan onca yazı arasından başlık olarak Guardian sinema eleştirmeni Peter Bradshaw’un başlığının ilk yarısını seçtim: “Hayal kırıklığının Üstadı” (ya da Hocası). Beyazperdeye yansıyan haliyle anlatmış Le Carré’yi.
Ya da David David Cornwell’i. Babası, sorumsuz, vicdanla hiç alışverişi olmamış bir üçkâğıtçı, Ronald (Ronnie) Thomas Archibald Cornwell. Hep ihanet beklemesinin, güvenme özürlü olmasının başlıca nedeni. Eh, annesi de oğlu beş yaşındayken evi bırakıp kaçmış. Ama adını değiştirmesinin bunlarla ilgisi yok. MI5 bünyesinde çalışırken (yani o maceralar tecrübelere dayanıyor) bir kitap yazmış. Sonra bir tane daha. İşverenlerine (sonradan MI6 için çalışmaya başlamış) “Yayımlayabilir miyim?” diye sormuş. Mahlas kullanırsa yayımlayabileceğini söylemişler. John Le Carré’yi seçmiş. Fransızca ‘Kare’. O Fransız, Avrupalı havası hoşuna gitmiş.
Derken üçüncü kitabını yazmış: The Spy Who Came in from the Cold / Soğuktan Gelen Casus. Bende Altın Kitaplar’ın 1966 baskısı Utanç Duvarında Casusluk versiyonu da var. Edebiyat uyarlamalarına pek itimat etmem, kitapları tercih ederim ama itiraf edeyim ki bu kitap hafızama Richard Burton’ın umutsuz bakışıyla birlikte nakşedilmiştir. Kitap (ardından da film) öyle beğenilmiş, öyle beğenilmiş ki Le Carré Majesteleri’nin gizli servislerinden vazgeçip ondan sonra sadece yazarlık yapmış.
Richard Burton, Soğuktan Gelen Casus, 1965.
Bu arada, bahsi geçen film eleştirmeni Peter Bradshaw, üstatla bir kere karşılaştığını söylüyor. 2016’da, The Night Manager’ın TV uyarlamasının ilk gösteriminde. Bir MI6 ajanı olarak 1961’de inşa edilmesine tanık olduğu duvarın bulunduğu şehirde, Berlin’de. Utanç duyarak, onunla konuşurken bir numaralı protokol hatasını işlediğini söylüyor:
“O bana ‘Peter’ diye hitap ettiği için ben de ona ‘John’ dedim. ‘Lütfen, David’ dedi.”
Hakikat avcısı ‘Lö Kare’!
Öyleydi gerçekten. Oysa hayatı yalanlarla örülmüştü. Babasının huyu ve mesleği olan dolandırıcılık, casusluğun mecburi yalanları, yazarlığın en büyük silahı olan uydurmalar… Ancak, gerçekler de çok sayıda ve çok yakındaydı. Bir anlamda Oxford’da başladığı mesleğine önce Britanya’daki istihbarat faaliyetinden sorumlu MI5, onun ardından da ülke dışındaki istihbarat faaliyetini üstlenmiş MI6 bünyesinde çalıştı. O dönemde KGB’nin Britanya istihbaratının, MI6 üst kademesindeki adamlarını tanıdı. Cambridge mezunu çift taraflı casusları, örneğin Kim Philby’yi… Şaheserlerinin en şaheseri 2011 yapımı sinema filmi Köstebek’te (Tinker, Tailor, Soldier, Spy) Colin Firth’ün oynadığı Kim Philby’nin, İkinci Dünya Savaşı’nda ve Soğuk Savaş’ın ilk evrelerinde Sovyetler Birliği’ne bilgi aktaran casusluk şebekesi Cambridge Beşlisi’nin üyesi olduğu 1963’te açıklanmıştı.
Hazır laf casusluktan açılmışken, özgün adlarında “casus/spy” kelimesi bulunan beş Le Carré uyarlamasına da bir göz atabiliriz: İki BBC mini dizisi, A Perfect Spy (1987) ve Tinker, Tailor, Soldier, Spy (Köstebek) (1979) – yazar TRT’de de gösterilen mini dizinin George Smiley’si Alec Guinness’in “muzip yunus gülümsemesi”ni unutamadığını söylerdi; klasik sinema filmleri The Spy Who Came in from the Cold (Utanç Duvarında Casusluk, 1965 – kitap Soğuktan Gelen Casusdiye de yayımlandı) ve Tomas Alfredson’un yönettiği Köstebek (2011) ile 2021’de ekrana geleceği söylenen mini dizi tekrar-yapımı The Spy Who Came in from the Cold.
Bir TV versiyonu daha var ki, adında casus olmasa ve 1984 yapımı olan filmi oyuncusu “Diane Keaton”ın adıyla anılsa da, Güney Koreli yönetmen Park Chan Wook”un yönettiği, 2018 yapımı The Little Drummer Girl… Bu mini diziyi George Roy Hill’in yönettiği filme tercih edenlerin sayısı hiç de az değil.
John Le Carré’nin kitaplarının atmosferi, izleyenlere Graham Greene ile Carol Reed’in The Third Man (Üçüncü Adam) adlı başyapıtını hatırlatır. Adeta bir Alman ekspresyonist atmosferi, siyah-beyaz nefis kontrast ve Orson Welles’in eşsiz Harry Lime performansı ile İkinci Dünya Savaşı sonrası Viyanası’nda Le Carré meşrebinde her şey: ihanet, sözünden dönmek, birbirine düşen müttefikler, tehlike ve karanlık… Edebiyat etkilerinden söz ederken Joseph Conrad’ı ananlar da var.
Ama mesela Ian Fleming ve James Bond yok. Fleming ve Le Carré’nin kitapları (hatta ekran/perde uyarlamaları da), birbirinin zıddı sayılır. Le Carré gerçekten, gördüklerinden, yaşadıklarından yanadır, onlardan esinlenir. Fleming ise caka yapar, şatafatı sever, ille de güzel kadınlar (ve inanılmaz kötü adamlar) ister. Ancak aralarında bir husumet yok. En azından, Soğuk Savaş’ın yaratıcısı, kendini 007’nin yaratıcısına borçlu hissediyor. Ona göre seyircileri ona hazırlayan kişidir Ian Fleming. Gerçeğe bağlı, işin süsüne kaçmayan, bir anlamda soğuk ve uzak casusluk hikâyelerinin bence Le Carré’den sonraki üstadı ise, nedense kadri kıymeti yeterince bilinmemiş Len Deighton’dır. Üstad 91 yaşında.
Soğuk Savaş bitip mahut duvar da yıkılınca herkes John Le Carrénin de sonu geldi sandı. Halbuki o bambaşka ülkelerdeki bambaşka çatışmaları, savaşları, tehlikeleri yazarak devam ettiği gibi, yazdıklarını gidip yerinde görmeyi de ihmal etmedi. O dönemden de çok sevdiğim kitapları vardır ama Soğuk Savaşı, istihbarat servislerinin artık kötü niyetten mi, çaresizlikten mi, bilemiyorum, upuzun soluklu bu savaşta göz göre göre adam feda edişini unutamam. Hep masa başında oturmuş kişileri mecburen (mi?) sahaya, sıcak karşılaşmalara yollamaları, bu arada mesela ülkesinden kaçmış birini de bilmem neyin ne durumda olduğunu incelemek için gerisin geri ülkelerine (görevli olarak) göndermelerini kastediyorum. Hatta neye uğradığını anlamayan masum adamları bile vardır.
Sir Alec Guinness, Tinker Tailor Soldier Spy (1979)
Gary Oldman, Tinker Tailor Soldier Spy (2011)
Evet, asıl iş, Soğuk Savaş’ta. Casusluktan yakayı sıyırmak için türlü tehlikeyi göze alıp neredeyse imkânsız bir kaçışı denemeyi kabul eden İngiliz ajan Alec Leamas’ı (ve zihninizde Burton’ın bakışıyla) ihmal etmeyin. Mümkünse bütün Smiley kitaplarını okuyun. Hele Karla üçlemesini, yani Tinker, Tailor, Soldier, Spy / The Honourable Schoolboy / Smiley's People’ı... Karla onun KGB’deki eşiti, kendini kıyasladığı kişidir. Ve ne yazık ki hem elindeki imkânlar, hem Büyük Britanya’nın önemli noktalarına yerleştirilmiş kaliteli ikili casusları sayesinde, hep bir adım öndedir. Sonra da BBC’nin Tinker, Tailor, Soldier, Spy mini dizisine erişirseniz, bakın bakalım Alec Guinness ile beyazperde uyarlamasında şanlı oyunculuk hayatının ilk Oscar adaylığına kavuşan Gary Oldman’ı mukayese imkânı var mı?
Ha bu arada, nedense Martin Scorsese’nin The Departed’ının Türkçe adı da Köstebek. Aman ha! Kötü olduğu için değil, alakası olmadığı için.
•
GİRİŞ RESMİ:
John Le Carré, 1964, Londra.