Kahramanlar, onların yaşantıları, genel olarak hayat, hatta anlatıcının kendisi hakkında kesinlikli sonuçlar çıkarmamızı istemiyor sanki Zambra; her halükârda bir esneklik payı bırakılması gereğine işaret ediyor
01 Eylül 2016 16:00
Alejandro Zambra’nın gerek romanlarının, gerekse Belgelerim’de bir araya getirdiği öykülerinin anlatıcıları için “anlatıcı”dan ziyade “yazıcı” demek belki daha doğru olacaktır. Ne de olsa hemen her metnin içinde o metnin yazılma sürecine dair parçalar aktarıyor ya da en azından bir- iki cümleyle buna değiniyorlar; böylece algımızı kurmaca bir metin okumakta olduğumuz konusunda tetikte tutuyorlar. Kurmaca ile üst- kurmacanın iç içe geçtiği bu kısacık değinmelere birkaç örnek: “Sorun tam olarak bundan kaynaklanıyor, bu hikâyede düşmanlar yok” (Ağaçların Özel Hayatı); “Bazen bu kitabı sadece ve sadece o konuşmaları hatırlamak için yazdığımı düşünüyorum” (Eve Dönmenin Yolları); “aslında onlar pek de karakter sayılmaz, ama yine de onları birer karakter olarak ele almak uygun düşebilir” (Bonzai).
Öte yandan, bu gibi cümleler ilk anda planlanmış, ölçülmüş biçilmiş bir hikâyenin anlatılmadığı izlenimi de bırakmıyor değil. Yazarın hikâyeyi aklından nasıl geçirdiğine tanık oluyor gibiyiz, sanki tam da bunları düşünürken yanındaymışız, ya da bize anlatırken bir yandan da düşünüyormuş, aklına takılan bir başka noktayı o anda ekleyiveriyormuş. Hatta yazma süreciyle ilgili araya giren bu değinmelerin, yazılı bir metinle karşı karşıya değilmişiz, anlatılanları dinliyormuşuz havası yarattığı bile düşünülebilir. Birkaç satır yukarıda “anlatıcıdan ziyade yazıcı demek doğru olacaktır” demişken, şimdi neredeyse tam tersini ifade etmiş olmam çelişki ya da paradoks gibi algılanabilir, oysa bu Zambra’nın edebiyatının karakteristik özelliği. Aynı anda her ikisi de; Zambra’nın metinlerinin cazibesi biraz da burada; bir şeyin aynı anda birbirinin tersi iki şey olabilmesinde (ya da böyle algılanabilmesinde). Bizi aynı anda iki farklı zamana götürüyor Zambra: anlatının zamanı ve anlatının kaleme alındığı zaman. Sadece zaman meselesi de değil. Yazarın/ anlatıcının yazım sürecinde sıklıkla ikircime, kararsızlığa düşmesinden ötürü, anlattığı kişi ya da olayla ilgili izlenim ya da saptamalarının metinde aktarıldığı gibi olmayabileceğine dair bir uyarıdan söz etmek de mümkün. Kahramanlar, onların yaşantıları, genel olarak hayat, hatta anlatıcının kendisi hakkında kesinlikli sonuçlar çıkarmamızı istemiyor sanki Zambra; her halükârda bir esneklik payı bırakılması gereğine işaret ediyor.
Bununla birlikte, hikâyelerdeki ayrıntıların düşündüğümüz kadar önemli olmayabileceğini ima ederken onlara biraz daha dikkatle bakmamız için birer de mim koyuyor aslında; böylece anlatının arasına giriveren yazım sürecine ilişkin değinmeler, bir kez daha ikili bir işlev görüyor. Bunu edebiyatın alışılmış kurallarının ya da edebî metinlerden yaygın olarak beklenenlere dair fikirlerin esnetilmesi olarak değerlendirmek de mümkün. Belgelerim’de yer alan “Uzak Mesafe” öyküsünde karakterlerden birinin edebiyat metinlerinden bekledikleri şöyle ifade edilir: “–neredeyse herkesin yaptığı gibi– mesajlar, net açıklamalar, ahlak dersleri arıyordu.” Zambra’nın böyle beklentilere girmememizi salık verdiğini düşünebiliriz. Buna benzer bir uyarı daha açık biçimde Ağaçların Özel Hayatı’nda da vardı: “Belki de bir çemberi tamamlamayı düşündü, her ne kadar çemberi tamamlama, başlayan şeyi bitirme gibi saçmalıklara inanmasa da. O daha çok süreçlerin var olmadığına, görebildiğimiz çemberlerin asla göründükleri gibi olmadığına inanıyor.”
Belgelerim’deki öykülerin bazısı art arda notların sıralanması şeklinde kurgulanmış. “Belgelerim”, “Ulusal Enstitü” ve “Çok İyi Sigara İçerdim” buna örnek verilebilir. Her üç öyküde de birinci tekil kişi anlatıcı, bir zamanlar yaşadıklarına dair aklında kalanları peş peşe sıralıyor. Öyküden çok belli bir tema ya da kişiyle ilgili anıların derlenmesi gibi algılanmaya müsait bir kurgu bu. Burada, Bonzai’deki yaşlı yazarın genç yazar adayına sorduğu soru da hatırlanabilir: “Sen roman mı yazıyorsun, hani şu kısa bölümleri olan, kırk sayfalık, şimdilerin modası olan romanlardan?” Belgelerim’deki öykü kişilerinden biri de şunu sorabilir pekâlâ: “Öykü mü yazıyorsun, hani şu kısa notlardan oluşan?” Belki de belirli bir yazma biçiminin tersine çevrilmesidir bu. Yazar, önce notlar alır, sonra bu notları ete kemiğe büründürür ve metin ortaya çıkar. Zambra’nın bazı öyküleri sadece tutulmuş notların sıralanması gibi görünüyor. Oysa onun tekniği daha çok Ağaçların Özel Hayatı’nda bahsedilen tekniği andırıyor olmalı:
“Başlangıçta kendini malzeme toplamaya adadı: aşağı yukarı üç yüz sayfayı bir araya getirdi ama sonra paragrafları eksiltmeye başladı, sanki derdi hikâyeleri toplamak değil de azaltmak ya da silmekti. Sonuç zayıf: ısrarla kısa roman olduğunu iddia ettiği kırk yedi sayfalık sefil bir tomar.”
Yukarıda değindiğim öyküler sadece toplanmış malzemenin olduğu gibi sunulması izlenimi uyandırabilir. Hatta hatıraların akla geldikçe not edilmesinden ibaretmiş sanabiliriz. Ağaçların Özel Hayatı’daki şu cümleyi hatırlayacak olduğumuzda, bunların aslında “kırpıntılar” olduğunu düşünebiliriz. “Bazen sabahın ilk ışıkları romanına dair tuhaf çözümlerle aklını allak bullak ederek birden karşısına dikiliyordu, ki aslında yazdığına bir roman denemezdi, bu daha çok bir kırpıntılar ve yorumlar kitabıydı. Aslında bir roman yazmak istediği de yoktu, sadece anılarını üst üste yığabileceği uygun ve korunaklı bir alan bulmayı arzuluyordu.”
Öykülerdeki bu kurgunun başka bir anlamı ya da işaret ettiği farklı noktalar olabilir mi? Zambra, pek çok edebiyatçı gibi, hatırlamakla unutmak arasındaki salınıma, nasıl unuttuğumuz ya da unutmadığımız konusuna ve hatırlayarak geçmiş zamanı bugüne çağırma (bir anlamda yeniden yaşama) imkânı olup olmadığına odaklanıyor metinlerinde. Bonzai’deki Proust göndermesi ya da Eve Dönmenin Yolları’nın başındaki Walter Benjamin alıntısı (“Artık yürümeyi biliyorum, bir daha asla öğrenemem.”) bu sorunsalları didiklemiş yazarlarla akrabalığının bir işareti aynı zamanda. Yazının girişinde alıntıladığım “daha iyi hatırlamak için yazmak” vurgusunun bir benzeri “Belgelerim” öyküsünün sonunda da yer alıyor: “Gece oldu, metinlerin sonunda hep gece olur. Yeniden okuyorum, cümleleri değiştiriyorum, isimleri belirliyorum. Daha iyi hatırlamaya çalışıyorum: daha fazla ve daha iyi.” Hatırlamak üzerinde çalışılan bir şeyse, her zaman eksiktir, yarım yamalaktır, aynı zamanda hatırlamak anılara şekil şemail vermektir, yeniden kurgulamak, eğip bükmek, düzeltmek, çekiçlemektir.
Hatırlamak Zambra’nın anlatıcıları için zamanda yolculuk imkânı da değildir; bunun farkındadırlar. (Belki de bu nedenle “Bonzai”nin iki kahramanı Proust’u okuyamamışlardır.) Hatırlayan kişinin içinde bulunduğu zaman dilimi (“şimdiki zaman”), yaşananları olduğu gibi hatırlamanın önünde engel teşkil eder, bu kişi değişmiştir çünkü, bir zamanlar gördüğü gibi görmeyecek, değerlendirmeyecektir. Ağaçların Özel Hayatı’nda da, “şimdiki zamanın yapay ışığı”ndan söz eder anlatıcı – şimdiki zamandan geçmişe tutulacak ışığın yapaylığından. “Camilo” öyküsünün anlatıcısıysa, “şimdi denen bu yer[in]” “kaypak bir istikrarı” olduğuna değinir. Kendi kendine sorduğu sorulara, bir öyle, bir değil diye yanıt vermekten çekinmez; bu istikrarsızlık içerisinde bütün yanıtlar “belki”yle başlamak zorunda gibidir.
Ağaçların Özel Hayatı’ndan bir alıntı: “Geceyi şimdiki zamanı sonsuzluk içinde genişleten büyük büyük cümlelerle kendilerinden geçerek sonlandırmışlardı. Bu gerçekten de bir kaçamaktı, gerçeklikten ani bir kaçıştı.” Zambra’nın öykü ve romanlarında büyük büyük cümlelere pek rastlamayız, rastlar gibi olduğumuzdaysa bu büyük cümleleri takip eden ironik dokundurmalar büyük sözlerin çok da önemli, o kadar da büyük olmadığını duyurur bize. “Ama ben nostaljiye karşıyım” diyen anlatıcı bile hemen peşi sıra, “Hayır, gerçek değil, nostaljiye karşı olmayı isterdim,” diye bir önceki cümlesini düzeltir. Aynı roman kişisi, “Aradan yirmi yıl geçtikten sonra birini gerçekten hatırlayabilir miyiz? Şimdi ansızın çakan bir şimşekten, hayal meyal bir yüzün kaçınılmaz şekilde olgunlaşmış hatlarından yola çıkarak mı hatırlıyoruz” diye sorduktan sonra, “Akşamüstünü bunun üzerine düşünerek, bunu saptamaya çalışarak geçirdim” der, yanıt bulabildiğinden ya da bu soruya ne yanıt verdiğinden söz etmez. Bütün bir akşamüstünü bunu saptamaya uğraşmakla geçirmişse, pekâlâ, yanıt bulamadığını düşünebiliriz. Mesele de budur zaten: soruyu sormak – bu gibi sorular yanıtsızdır.
Daha baştan hatırlamanın eksikli, hatta imkânsız olduğunu kabul edince –Zambra’nın öykü ve romanlarında bunun baştan elde-var-bir olarak kabul edildiği çok açıktır–, hatırladıklarımızı bir zamanlar yaşadıklarımızdan hafızamızda kalan “kırpıntı”lar ve hatırlama uğraşını da kaçınılmaz biçimde “yorum” olarak değerlendirmekten başka bir çıkar yol kalmayacaktır. Ağaçların Özel Hayatı’ndaki anlatıcının yazmak uğraşıyla ilgili sözleri (“[yazdıkları] daha çok bir kırpıntılar ve yorumlar kitabıydı (...) anılarını üst üste yığabileceği uygun ve korunaklı bir alan bulmayı arzuluyordu.”) Zambra için de geçerli mi diye sorulabilir. Hem öyle hem değil. Özellikle anıların sıralanıp dökümünün yapılması biçiminde kurgulanan öyküler düşünüldüğünde, yazarın önümüze onlarca yıllık geçmişten seçilmiş “kırpıntılar” döktüğünü düşünmek mümkün; ama aynı metinlerinde hatırlama- yazma sorunsalına da değindiği, kendine özgü üst- kurmaca tekniğiyle yazarın yazma eylemine de yer açtığı için, “kırpıntılar”ı aktarmayı aşan edebî bir metin yazdığı da açık Zambra’nın. Bununla birlikte, sadece kırpıntılarmış izlenimi bırakmak istediği de inkâr edilemez.
“Ulusal Enstitü”nün sonu vurgulanabilir burada: öykü boyunca okul yıllarından aklında kalanları, hatırladıklarını handiyse istifleyen anlatıcı, öyküyü hatırlamadığı, aklında tutamadığı bir şeyden söz ederek bitirir. Bunu belirtmesiyle öykünün yazıldığı âna ışınlanırız, ama basit bir akılda tutma- tutamama meselesi ya da üst- kurmaca numarası değildir bu. Hatırlamak, unutmamak, evet, çoğu zaman bize unutturulmak istenenler söz konusuysa bir direniştir; ama ya bize unutmamamız emrediliyor, dikte ediliyorsa? O zaman akılda tutmamak direniş hâline gelebilir.
Eve Dönmenin Yolları ve Ağaçların Özel Hayatı’nda, yazma süreci anlatıda merkezi bir yer tutuyordu; öykülerin anlatıcılarıysa (biri hariç) öyle uzun uzadıya yazarken neler yaşadıklarını, neler hissettiklerini anlatmıyor, satır aralarında notlar düşmekle yetiniyorlar: “ironik tırnak işaretlerine karşıyım”, “bu hikâye kusurlu, çünkü içinde iki Şilili var, bir tane olması gerekirdi”, “onu betimlemeye zamanımız olacak” gibi. Bu notlar Zambra’nın ben-anlatıcısının kendi hayatından parçalar ya da bizzat tanık olduklarını aktardığı öykülerde olduğu gibi, kurguladığını baştan belirttiği karakterlerin hikâyelerinde de karşımıza çıkıyor. Bunun istisnası Belgelerim’in son öyküsü olan “Hafıza Yoklaması.” Bu öyküde anlatılanlarla yazma süreci at başı gidiyor, başka bir deyişle, yazma sürecine dair aktarılanlar, satır aralarındaki değinmelerin, notların ötesinde öykünün gövdesini oluşturuyor. Zambra, bu öyküde bir yazarın hatırladıklarından yola çıkarak bir öykü kurgulama uğraşına odaklanıyor, ama şu da eklenmeli: sadece hatırladıkları yok, yakıştırdıkları da var. Bu öyküde hatırlananlarla anlatıcının/ yazarın yakıştırdıkları arasındaki sınırı da hayli flu bırakmış Zambra. Hafızamızın bize oynadığı oyunlar gibi.
Bu bağlamda Zambra’nın metinlerinde hatırlamak- yazmak ilişkisini ısrarla sorunsallaştırdığı söylenebilir. Yazarak hatırlamak ya da hafızayı istiflemek bir yol, bir yöntemdir, ama Zambra’nın anlatıcıları, “şimdiki zamanın yapay ışığı” gibi, edebiyatın, bir edebî metin kurgulama uğraşının da hatırlamanın önünde bir engel olabileceğine değinirler. Eve Dönmenin Yolları’nda Tim O’Brien’ın bir cümlesi üzerine düşünüp durur anlatıcı: “Hafızaya yazılanlar başı sonu belli olmayan o tuhaf küçük parçalardır.” Bu cümle üzerine düşünürken, “yazarken her şeyi temize çek[tiğimizi]” fark eder, oysa “tek yapmamız gereken o sesleri, hafızadaki o lekeleri tarif etmek[tir.]1 Lekeleri oldukları gibi hatırlayabilmek, önemli olan budur; edebiyat değil. “Her şeyin bundan ibaret olduğunu fark ediyorum: görüntüleri tamı tamına hatırlamak, mekân düzenlemeleri, büyük sahneler olmaksızın. Gerçek bir müzik yakalamak. Romanlar, mazeretler olmadan.”
Peş peşe farklı zamanlarda yaşananları sıralayarak kurguladığı öykülerde yapmaya çalıştığı da bu olmalı Zambra’nın; mekân düzenlemelerine, büyük sahnelere girmeden, görüntüleri sıralamak. Edebî bir metni edebiyat değilmiş gibi kurgulamak, “genelgeçer düzyazı alışkanlığımız uğruna ihanet et[meden.]” Yine de yazmanın hatırlamayı kışkırtan bir yanı da yok değildir. Eve Dönmenin Yolları’nda edebiyatın bu yönü de vurgulanır:
“Belki kitapla uğraşmak hoşuma gidiyor. Yazmış olmaktansa yazıyor olmayı tercih ediyorum. Orada kalmayı, o zaman içinde yaşamayı, o yıllarda var olmayı, muğlak görüntüleri uzun uzun takip etmeyi ve özenle gözden geçirmeyi tercih ediyorum. Onlara kötü gözle bakmak ama bakmak. Orada kalmak, izleyerek.”
Ağaçların Özel Hayatı’nda ve Eve Dönmenin Yolları’nda roman kişilerinin benzer bir derdi vardır. Çocuklukları darbe ve Pinochet diktatörlüğü yıllarına rast gelmiş, ama o zamanlar memlekette olan bitenlerin farkında olmamışlardır. Ağaçların Özel Hayatı’nda Julián çocukluğunu şöyle özetler. “Bu orta halli evlerin dibinde ölüm yaşıyor ama 1984’ün çocuğu bunu bilmiyor, nereden bilecek ki: [televizyonda] bir ciridin havada uçuşunu ya da yürüme yarışını seyrediyor.” O yıllarda neler yaşandığını öğrendikten sonra şunlar geçecektir içinden:
“Ölü bir görüntünün üzerine ışık tutmaktansa tıpkı o 1984’teki çocuğunki gibi hayatları anlatmalıydı. Edebiyat yapmak yerine aile aynalarında kaybolsaydı çok daha iyi ederdi. Sadece iki bölümden oluşan bir roman düşünüyor: ilki çok kısa, çocuğun o zamanlar bildiklerinin dökümünü yapıyor; ikincisi hayli uzun, aslında sonsuz, çocuğun o zamanlar bilmediklerini anlatıyor. Bu hikâyeyi yazmak istediğinden değil. Bu bir proje değil. Aslında bu hikâyeyi yıllar önce yazmış olmayı, şimdi de okuyabilmeyi isterdi.”
Zambra’nın Belgelerim’deki öykülerin bir bölümünde böyle bir şey denediği düşünülebilir. Bir döküm var, yukarıda vurguladım, kelimenin her anlamıyla bir döküm; ama bu öykülerde hatırlananlar çocukların akıllarının bir parça daha neler olup bittiğine ermeye başladığı zamanlarla ilgili daha çok. Eve Dönmenin Yolları’ndaki gibi büsbütün bihaber değiller; orada mesela Pinochet çocuk için sadece sevdiği bir televizyon programının ortasında ekrana çıkan ve “ulusa seslenen” bir ekran yüzüdür. Oysa bu öykülerde okul tuvaletinin duvarında hakkında olumsuz, hatta hakaretamiz cümleler yazıldığını gördükleri, nedenini tam olarak bilemeseler de, insanların ondan yana ve ona karşı olanlar olarak ayrıldığını bildikleri biridir. Arkadaşı, “Belgelerim”in anlatıcısına Latin Amerika tarihini, Şili’de neler yaşandığını, “diktatörlük kurbanlarını, gözaltında kayıpları, cinayetleri ve işkenceleri” anlattığında, onun “kafa[sı] karışıyordu[r], bazen onlara öfkeleniyor, bazense bir tür şüphecilikle, hep aynı yersiz yurtsuzluk, cehalet, yetersizlik ve yabancılık hissiyle dolarak kayboluyordu[r].” (Bunlar Eve Dönmenin Yolları’nın anlatıcısının da yıllar boyunca hissettikleridir; roman bütünüyle bunların muhasebesi üzerine kuruludur; elbette bunları yazmaya çalışan birinin yazma uğraşıyla iç içe geçerek.)
“Belgelerim” öyküsünün anlatıcısıyla Eve Dönmenin Yolları’nın anlatıcısı, aileleri yokmuş gibi davranmalarıyla da benzeşirler. Ebeveynleri diktatörlük yıllarında “arada kalmış,” refahlarını ve sıkıcı gündelik hayatlarını sürdürebilmek için diktatörün yaptıklarını görmezden gelmiştir. Aradan yıllar geçtikten sonra bunun hesabını sormak mümkün olmadığından ellerinden gelen sadece onlar yokmuş gibi davranmak olmuştur.
Zambra, kitaplarının Türkçe çevirmeni Çiğdem Öztürk’le yaptığı söyleşide, Eve Dönmenin Yolları’ndaki ailenin o dönemin Şili toplumunu ne kadar temsil ettiği sorulduğunda, “Temsil kabiliyeti yüksek bir aile olduğunu düşün[düğünü]” belirttikten sonra, “Kitaptaki aile sıradan, orta halli, apolitik bir aile ve elbette sola kıyasla sağda yer alıyor. Çocukluğumda büyükler bana ciddi ve sıkıcı görünürdü, galiba sessizlik ve susturulmuşluk arasındaki farkı anlamam zaman aldı,” diye yanıtlıyor.2 Aynı söyleşide Zambra, diktatörlük yıllarının Şili’yi anlamak için taşıdığı önemi ise şöyle ifade ediyor: “Şimdiki zamanla ilgili olarak bugün Şili’nin ‘diktatörlük’ sözcüğü anılmadan anlaşılmasının mümkün olmadığını söyleyebilirim. (…) Her neyi açıklamak istiyorsanız –sağlık sistemi, güvenlik sistemi, eğitimdeki sorunlar– kendinizi asgari biçimde aşmalı ve bu boktan kelimeyi zikretmelisiniz.”
Zambra’nın diktatörlüğe yaptığı bu vurgunun izlerini, içlerinde doğrudan zikredilsin ya da edilmesin Belgelerim’deki öykülerde de bulmak mümkün. “Camilo”da örneğin, anlatıcı ergenlik yıllarında kendisinden çok şey öğrendiği Camilo’yla ilgili anılarını sıralar. Camilo’nun babası darbe sonrasında Şili’yi terk etmek zorunda kalmış solculardandır; bunun sonucunda oğlunun kaderi de babasının yokluğuyla çizilmiştir.
“Ulusal Enstitü”de, bu isimdeki seçkin bir okulda okumuş olan anlatıcının o yıllardaki anılarından bir dökümle karşılaşırız. Anlatıcı burada diktatörlük yıllarında okumuştur; “Pinochet yanlısı yalakalar” diye anar öğretmenlerin çoğunu, onlardan söz ederken çok öfkelidir. Dökümü yapılan bölük pörçük anılar arasında diktatörlükten doğrudan söz edilen “kırpıntılar” daha az olmakla birlikte öbürlerinde de baskıcı bir siyasal yapının izlerini hissetmek mümkündür.
“Dünyanın En Şilili Adamı”nın başkahramanı Rodrigo’nun yaşadığı baş dönmesi de çok uzak olmasa gerek Şili tarihinden. Öyküde bu baş dönmesi “bir şeyden çözülme hareketi”ne benzetilir. Rodrigo’nun peşine düşerek Belçika’ya gittiği sevgilisi onu görmek istemediğini söylemiştir, üstüne üstlük bu arada çantasını kaybeder; bilmediği bir ülkede beş parasız ve bir başınadır. Baş dönmesi, sözü edilen o çözülme hareketi, bunlarla ilgili görünür ilk başta, bazı bağlar çözülünce dengesi sarsılmış, başı dönmeye başlamıştır, ama bunun Rodrigo’nun Şili’den, doğduğundan itibaren içinde yaşadığı için belki de hiç farkında olmadığı baskıcı bir dünyadan ayrılmış olmasıyla ilgisi yoktur, diyebilir miyiz? Hele ki öykünün devamında Şilili olmak konusunun, eğlenceli bir fıkra bağlamında öne çıktığı hatırlandığında.
Benzer biçimde “Hafıza Yoklaması”nın sonunda Yasna’nın kendisine yıllar boyunca tecavüz eden babasının ölümünü düşündüğünde aklından geçenler, Pinochet rejimi ve sonrasıyla hepten mi ilgisizdir?
“Oturma odasında eşyaların yerini değiştirirken babası öldüğünde hayatının nasıl olacağını düşünüyor: mutlak bir özgürlük hissi, belki de fazla mutlak, hatta bu yüzden yorucu. Muğlak bir ağrıyı düşünüyor, sessiz sakin bir felaketi.”
Ama tabii ki, Zambra’nın roman ve öykülerini salt siyasi göndermelerle okumak büyük haksızlık olacaktır. Ancak anlattığı hikâyelerle Şili’nin ruhuna dair bir şeylerin peşine düştüğü ve bu ruhun yıllarca sürmüş diktatörlük yıllarından yalıtık olmadığı da inkâr edilemez. Şunu da akılda tutmak lazım: Diktatörlükler, dünyanın farklı yerlerinde de olsalar, insanların hayatlarında çoğu zaman aşağı yukarı aynı şeyleri altüst ediyor. Dolayısıyla sadece Şili değil ruhu anlatılan. Bunun yanı sıra, Zambra’nın öykülerindeki karakterlerin, dünyanın çok farklı köşelerinde yaşayan insanlara yakın, tanıdık gelecek bir özelliği daha var: Evet, geçmişin ağırlığı şu ya da bu biçimde üzerlerine abanıyor, belki biraz da bu yüzden şimdiki zamanda ne yapacaklarını bilemez haldeler. Geçmiş tam olarak geçememiş, gidememiş olsa da, bu arada çok şeyin değiştiği, allak bullak olduğu ortada, yeni, bilinmedik, bazı yanlarıyla çok sıradan bazı yanlarıyla olağanüstü zamanlarda yaşıyorlar. Önceki kuşaktan kendilerine aktarılan deneyimler bu yeni zamanlarda hiç kullanışlı değil, seçimler yapmaları, adımlar atmaları gerekiyor, istikrarsız bir dünyada istikrarlıymış gibi görünmeleri lazım, ama bu ne kadar mümkün? Baba olduklarında bir yanları hâlâ ergen; bir ilişki içerisindeyken bir ilişki yaşamanın eski tarz bir şey olduğunu düşünüyorlar, ama giderek daha yakınlaşıyorlar “sevgili değiliz” dedikleri kişilere; kendilerine acımalarına yol açan başkalarının hayatlarının o kadar da matah olmadığını fark ettiklerinde afallıyorlar. Zambra, onların bu gibi hâllerini anlatıyor; sözü çok uzatmadan, büyük büyük sözler etmeden, onları köşeye sıkıştırmayı seçtiğinde üzerlerine sevecen bir ışık tutarak.