Zamanı yok etmek…

"Vermeer’in Delft Manzarası, Proust’a göre dünyanın en güzel resmidir. Hayranlık duyduğu ressam hakkında romanında sadece Swann’a Vermeer incelemesi yazdırmakla yetinmez. Ressamı ebedi kılarak, Bergotte’yi bu resmin önünde öldürmeyi seçer. Proust’la birlikte Vermeer’in şaheserine bakanlar önce bu güzelliğin içinde kaybolur, sonra o sarı duvara tutunurlar."

17 Kasım 2022 19:30

Marcel Proust’un 20. yüzyıla damga vuran edebiyatı, zaman ve dönem kavramlarını yok ederek dünün, bugünün ve geleceğin yazı sanatına etki eden bir şaheser. Onun bir büyücü, sonsuz bir renk ve yaratıcılığın eşsiz formülünü çözen bir deha olduğuna dair tarih boyunca yazılan tüm güzel cümleler hep eksik kalır. Çünkü yazılabilecekler onun sanatsal süzgecinden akıp geçmediği sürece hep bir parça noksandır.

Proust yazının gücünü diğer sanatların büyülü dünyasıyla harmanlayarak öyle bir gelgit yaratır ki, bir kuşla esareti, güneşle soğuk bir hissi ya da bir insanla başka bir insanın karanlığını yok eden Tanrı dahil, her yaratıcının eseriyle yok ettiği mucizeleri bile görmeye başlar insan. Proust sanata nasıl bakılması gerektiğini anlatır. Bir resmi okumanın inceliğini, alegorilerin içinde uzanan derinliği, her âna saklanan sanatsal güzelliği ve bir sanatçının yeniden yarattığı dünyayı anlamamızı sağlar. Bir resmi yaratan ressamın anlık bir ışıkla hüznü, bir müzisyenin derinde saklı bir acıyı, bir yazarın ise cümleleriyle zamanı yok edişini gösterir. Bu büyülü bir yok ediştir. Zamanı ortadan kaldırabilmek ancak sanatın ellerinden doğabilecek kadar kutsal bir güçtür. Proust zamanı yok eder. Üstelik kaybolan zamanın izinden giderek.

Kayıp Zamanın İzinde zamansız bir eser olarak dünyada ebedi yerini alır. Proust’a göre sadece bir dünya yoktur; “her sabah uyanan bir dünya değil, milyonlarca dünya, kaç insan gözü ve zekâsı varsa o kadar dünyadır”.[1] Ona göre gerçeğe ulaşabilmenin yolu ise bu dünyaları görebilmekten geçer ve bu şiirsel görüş yeteneğinin en güzide temsilcilerinin ressamlar olduğunu Elstir ile vurgular. Elstir’in eserlerinde bir ressamın bildiği değil, nasıl gördüğü vardır. Bu aslında Proust’un sevdiği ressamların renklerini taşıyan sanat anlayışının yansımasıdır.

“Tanrı nesneleri adlandırarak yarattıysa, Elstir’in de adlarını kaldırarak veya değiştirerek yeniden yarattığını fark edebiliyordum. Nesnelere ad olan isimler, daima bir kavrama cevap verir; bu kavram gerçek izlenimlerimize yabancıdır ve bizi, bu kavrama ilişkin olmayan her şeyi onlardan ayıklamaya mecbur eder.”[2]

Claude Monet şüphesiz Proust’un en etkilendiği ressamlardan biridir. Işık Monet’ye nasıl yol gösteriyorsa, Monet de Proust’a aynı ışığı yansıtır adeta. Böylece Proust, bir ressam gibi betimler satırlarını ve Monet’nin renklerinden yaratır Elstir’i. Onun ellerinden akan yeteneğinde ve dünyasında Monet’nin gücünü hissetmemek mümkün değildir. Proust ressama olan hayranlığını sadece Elstir’in ışığından yansıtmaz elbette, her fırsatta onu kahramanlarına taşıtır.

“Çok ilginç, bir zamanlar Manet’yi tercih ederdim. Şimdiyse, Manet’yi hâlâ takdir ediyorum elbette, ama galiba Monet’yi ona da tercih ediyorum. Ah, o katedraller!”[3]

Claude Monet tarafından 1892 ve 1894 yılları arasında eden otuz yağlı boya tablodan oluşan Rouen Katedralleri serisinden…

Monet’nin 1892-94 yılları arasında yaptığı otuzdan fazla resimden oluşan serisi Rouen Katedrali, Proust’ta iz bırakan, baştan çıkarıcı bir güzelliktir. Empresyonizmin en güçlü temsilcilerinden olan Monet, farklı zamanlarda katedrale aynı yerden bakarak ışıkla başkalaşan görüntüsünü çizer. Bu seri, ışıkla değişen duygunun renklerini kusursuzca taşıyan, izlenimciliğin temelini vurgulamak için yaptığı dahice bir dokunuş olur ve sanat tarihinin unutulmazları arasında yerini alır. Doğa değişir, günler değişir, ışık değişir ve renkler onlara eşlik ederken ressam bildiğini değil, gördüğü karşısında hissettiğini yansıtır.

Monet ve Elstir en çirkin şeyleri bile güzelleştirme yeteneğine sahip şiirsel birer dehadır. Proust’a göre deha; “Yansıtılan görünümün özündeki değere değil, yansıtma gücüne bağlıdır”.[4] Proust aklın müdahale ettiği geleneksel ve nesnel bakışa değil, sanatçının yaşayan tepkisini yansıtma gücüne hayrandır. Monet’ye olduğu gibi…

Edebiyatta da bu gücün peşindedir Proust. Kahramanı Bergotte’u Johannes Vermeer’in Delft Manzarası isimli tablosunun önüne getirir ve başlı başına bir sanat eseri olduğunu düşündüğü sarı duvar parçasına baktırır:

“Bergotte yakalamak istediği sarı kelebeğe bakan bir çocuk gibi, gözlerini o değerli duvar parçacığından ayırmıyordu. Ben de böyle yazmalıydım, diye düşünüyordu. Son kitaplarım çok kuru; üst üste kat kat renk sürmem, bu küçük sarı duvar parçası gibi, cümlelerime kendi başlarına bir değer kazandırmam gerekirdi.”[5] Böylece kendi edebiyatı ve resim sanatı arasında kurduğu o sımsıkı bağı açıkça gösterir.

Hollandalı ressam Johannes Vermeer’in Delft Manzarası, Proust’a göre dünyanın en güzel resmidir. Hayranlık duyduğu ressam hakkında romanında sadece Swann’a Vermeer incelemesi yazdırmakla yetinmez. Ressamı ebedi kılarak, Bergotte’yi bu resmin önünde öldürmeyi seçer. Proust’la birlikte Vermeer’in şaheserine bakanlar önce bu güzelliğin içinde kaybolur, sonra o sarı duvara tutunurlar. Delft’e baktığımız açıdaki ışığın ve gölgenin dansı, şehrin sakinliği arasında sarının kum tanecikleri gibi yayılması bir insanı nasıl etkilemez?

Johannes Vermeer, Delft Manzarası, 1660-1661, Mauritshuis Kraliyet Resim Galerisi, Lahey, Hollanda.

Resimlerindeki zarafet ve incelikle hayranlık uyandıran Paul-César Helleu, Proust’un Elstir karakterini yaratırken ilham kaynaklarından biri olur. Özellikle kadın portreleriyle tanınan ressam, Fransız kadınlarının güzelliklerini naif çizgileriyle ölümsüzleştirerek sosyetenin aranan ressamları arasına girer. Helleu, tarzını gittiği her yere ustalıkla taşır. Paris kadar Londra ve New York’ta da büyük başarılara imza atar.


Paul-César Helleu, Alice Helleu Fladbury'de bir teknede, 1889, Bonnat-Helleu Müzesi, Bayonne, Fransa.

Elstir’in deniz tutkusunda Paul-César Helleu’nun denizlere olan hayranlığı vardır. Unutulmaz portrelerinin dışında, büyüleyici deniz manzaralarını izlenimci üslubuyla çizer sanatçı. Gökyüzünün ve denizin mavisinde bulduğu ilham, onu hiç bilinmeyen bir rengin sonsuz hazzına taşır. Böylece Elstir, deniz ve gökyüzü arasındaki sınırı kaldırır.

Paul-César Helleu’nun resimlerinde zaman sanki bir ânın içinde kendine sonsuz bir boşluk yaratır. Aynı Proust gibi Helleu da usta bir zaman terbiyecisidir ve renkleriyle, çizgileriyle zamanı yok eder. Ölüm döşeğindeki yakın dostunun resmini yapmak ise zamansız çizgilerinin en zor buluşma ânıdır.


Paul-César Helleu, Marcel Proust ölüm döşeğinde, 1922.

Proust sanatın bütün dünyalara açılan, zamandan bağımsız bir kapı olduğunu anlatır bize.

“Sanat sayesinde, bir tek dünya, kendi dünyamızı göreceğimize, çeşitli dünyalar görürüz; özgün sanatçı sayısı ne kadar çoksa, bize açık olan dünyaların sayısı da o kadar çoktur ve aralarındaki fark, sonsuzlukta dönüp duran dünyalar arasındaki farktan büyüktür; bu dünyalar, adı ister Rembrandt olsun, ister Vermeer, ışıklarının yayıldığı ocak söndükten asırlar sonra, hâlâ kendilerine has ışınlarını bize yansıtmaya devam ederler.”[6]

Ölümünün 100. yılında Marcel Proust’un bu satırlarını hatırlarken, anısına aynı cümleyi şöyle yazmak gerekir:

Proust, ışığının yayıldığı ocak söndükten asırlar sonra, hâlâ kendine has ışınlarını bize yansıtmaya devam ediyor…

 

NOTLAR:


[1] Marcel Proust, Mahpus, çev. Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, 2001, s. 187.

[2] Marcel Proust, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, çev. Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, 1996, s. 362.

[3] Marcel Proust, Sodom ve Gomorra, çev. Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, 2005, s. 220.

[4] Marcel Proust, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, çev. Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, 1996, s. 116.

[5] Marcel Proust, Mahpus, çev. Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, 2001, s. 183.

[6] Marcel Proust, Yakalanan Zaman, çev. Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, 2002, s. 203.

 

MERAKLISINA NOTLAR:


Prof. Dr. Muharrem Şen’in A la recherche du Temps Perdu’de Sanatçı Bir Roman Kahramanı, Ressam Elstir” makalesi Elstir hakkında yol gösterici.

Yazarken Proust’un sevdiği bestelerden biri olan “O Sole Mio” çalıyordu.