Proust saatinde: küçük mucizeler

“Eserdeki fasit daire ve ironinin ilhamı biraz da diğer bir dev eserden, nasıl yazar olunur teması etrafında özellikle son ciltte defalarca zikredilen Binbir Gece Masalları’ndan gelmez mi? Anlatı biter, ertesi gün yeniden doğar, biter, gene doğar…”

17 Kasım 2022 22:00

Proust’un eserinin ciltlerini art arda ve sırasıyla okuduğum yıl yirmi beşimdeyim. İstiklal Caddesi’nin girişindeki Fransız kütüphanesinden ödünç alıyorum deri kaplı yıllanmış ciltleri, bir buçuk mevsimde yedisini (bana göre sekiz, Guermantes Tarafı I, Guermantes Tarafı II’yi iki ayrı ciltte okuduğuma göre) tamamlıyorum. Geçen gün, punctumdergi.com’da Annie Ernaux’nun “Okumak, anılar ve notlar”da sıralaması yer alıyor: “Yine bir arayış, ama kayıp zamanın izinde değil (15 yaşında kayıp zaman olmaz, Proust sonra gelecek)”. Proust’a erken dalanlardan değilmiş demek o da ve o da, çoğu Proustperest gibi, Arayış olarak kısaltırmış dev eseri.

Bugün 25 yaşı dahi erken sayabilirim; güzel soğanlar gibi çok katmanlı yazarlarda böyle, zaman aralıklarıyla (yıllar, on yıllar) eserde yeni cepheler-cephaneler keşfetmek işten değil.

İlk seri okuma ve şok sonrasında (çocukluğundan beri kronik astım hastası, kısa-kesik soluklu Proust’un, rövanşını alıp “gerçek nefes burada” dercesine, –ki sık sık da diyecek, eserinin son cildinde– neredeyse tüm sayfayı kaplayan cümlelerine dalmak, zihinsel ve neredeyse fiziki bir spor, belki dalışı çağrıştıran; soluğun güçlü olmalı, derine inme cesaretin de, ve ritme kendini kaptırıp yazarı takip edebildin mi, oralarda, (evet diplerde, yani aşağı katlarda, çünkü yeni keşifler, hatta öz çekirdeğin çoğunluk seni oralarda bekler, işte o zaman, daha önce kör kaldığın gerçeklere dokunabilirsin) kimi ciltler elimin altında olsun istiyorum, farklı tarihlerde çoğunu cep formattan ediniyorum, sonra biyolar geliyor ve evi çekip çevirmenin yanı sıra Proust’un özel sekreterliğini üstlenmiş, bir tür koruyucu meleği, ölümüne dek yanında kalacak Céleste Albaret’in (ki Arayış’ta Françoise’a ilham verendir) anıları: Monsieur Proust. Hızımı alamayıp, “Arayış’ı işte ben tek satır atlamadan okumuşumdur” iddiasıyla mıdır ne, böyle bir çocuksu hevesle belki, Kurabiye Saatinde (1992) romanımda, Yakup 2’yi andıran meyhanede (kaybedilmemiş zamanlarımızda Cavit de o mekândaydı) masalardan birine eserin minik bir bölümünü tartıştırıyorum.

Ayıptır itirafı, o bölümü hâlâ eğlenceli bulurum, Kurabiye Saatinde’nin 3. baskısının yayımcısı Mustafa Arslantunalı, ihtimal onu hatırlayarak (yazarını okuyan yayımcı nadirattandır, kıymeti bilinmeli!), “bir Proustyazısı yazsana” dediğinde, ikiletmiyorum.

Kimselerden talep gelmezken de Proust üzerine yazmıştım, defalarca. Mart 1997 tarihli Yeni Yüzyıl’da çıkan "Omurga" başlıklı olanı birkaç yıl önce vkanetti.wordpress.com’a da yerleştirdim, yazılar bölümüne, önüne de 2010’da bulunup 2013’te Sotheby’s’de satılmış André Gide’in özür mektubunun müsveddesini katarak. Meraklılara adresleri vermiş olayım... 

‘80’li yıllarda, Güneş gazetesinde Jiro Yoshida’yı selamlamışım. İpekimsi narin kâğıtların deli sayıda dipnot ve yorumu nasıl taşıyabildiğine hep şaştığım prestijli La Pléiade baskısı yenilenirken, Proust’un kök söktüren el yazısını (oysa doktor babasının doktor evladı o değil, kardeşiydi) çözmeye aday kaç milletten uzman arasında seçilmiş, otuz altı yaşındaki Japon Proustolog. Daha sonra, gene Japon bir çevirmenin, yazarı daha ulaşılır kılabilmek için Proust cümlelerini az bölerek (ne de olsa Türkçede olduğu gibi Japoncada da fiilin sonda teşrif ettiği cümle yapısı birçok diğer dilden epeyce ayrılır) aktardığını yazmışım.

Sonra, özel anlam biçtiğim Colette ile Proust’un birbirine hayranlığı, mektuplaşmaları, görüşmeleri... Nathalie Sarraute’un Proust sevgisi (bkz. Kuşku Çağı). Ve Marcel Proust’un hasta yatağında (ki aynı zamanda yazıp okuma yatağı, yani çalışma alanıdır) otel Ritz’ten getirttiği buz gibi biralar.

Şimdi tüm bu malumatları mı ısıtıp soğutmalı gene? Daha neler! Mustafa Arslantunalı’yla konuşmamızın ardından, kim bilir hangi gizli/gizemli çağrıya uyarak (var o, var, tutkulu okur ile fav yazar(lar)ı arasında akıl mantık ötesi bir GGÖ –gizli & gayet özel– iletişim), Arayış’ın son cildini, göçebe hayatımda yitirmemeyi başardığım Le temps retrouvé’yi (Roza Hakmen’in çevirisinde Yakalanan Zaman) göz gezdirerek değil, satır atlamadan bir kez daha okumaya karar veriyorum.

Beş günlük bir Madrid seferine çıkmanın arifesindeyim, yanımda götüreceğim tek kitap o. İlginç bulduğum ayrıntı, dönüşte kitabı bitirip Türkçesini de edindiğimde ayırdına varıyorum: Bendeki cep kitaplar Gallimard’ın 1954 tarihli La Pléiade baskısına uygun, Roza Hakmen’in çevirisi ise aynı Gallimard yayınevinin 1989 yılı baskısını temel almış, ki doğrusu da bu, giderek yazarın özgün planına daha yakın bir konstrüksiyon (ah, Japon Proustolog Jiro Yoshida oralardan geçmiş olmalı).

İstanbul, Malta ve Fransa’dan yola çıkıp Madrid’de buluşuyor bizim küçük grup ve demiryolu işçilerinin grevde olduğu bir pazartesi günü, tasarladığımız gibi trenle değil, dört tekerlekliyle Toledo’ya doğru yola çıkıyoruz.

Madrid’e yıllar önce gitmiş olsam da bu ilk Toledo’m ve daha ilk adımlarda, Diyarbakır Sur’un yerle bir edilmesinin ardından dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun nicemizi ne yaralamış sözleri aklıma geliyor. O ağırlığı olduğu gibi yeniden duyuyorum, böğrüme öküz (boğa) oturdu dedikleri tarzda.

Tepkilerimizde nasıl haklıymışız! Her açıdan… Ahmet Davutoğlu’nun muhtemelen Endülüs şaşaası ve kudretinin rüyasıyla, hayallerinde Osmanlı’yı diriltmek istediği gibi, demek o dönemi diriltmeye de hevesle, Diyarbakır’ın en acılı günlerinde telaffuz ettiği cümle, sarf ettiği sözlerdeki hassasiyet eksikliği Toledo’da kulağımda daha çiğ yankılanıyor ve bu kez, sadece siyasi boyutuyla değil, ontolojik olarak da.

Diyarbakır’ın tarihiyle, demografik yapısıyla Toledo ve İspanya’nın tarihi, hakikaten ne alaka; öte yandan, Toledo’nun asgari hassasiyette bir insanda bugün uyandıracağı baskın duygu melankoli değilse nedir?

Çoğu kişi için de öyle olmasaydı, Madrid’e sadece banliyö mesafesindeki bu antik müze şehir, geçmişin başkenti, bağrında yerleşik doksan binlik bir nüfusu dahi bir araya getirmekte zorlanır mıydı?

Sabahları dev otobüslerle kadim kapılarına (XI. yüzyıldan kalma bir taşında kûfî yazıyla İsma’il Al Zafir adı kazınmış Bab-Saqra/Bisagra Kapısı veya Alfonso VI kapısı, Bab-al-Mardum kapısı, sonra Puerta del Sol yani Güneşin Kapısı, sonra Yahudi mahallesine açılan Bal-al Yahud ya da Puerta del Cambrón) turist kafilelerinin dayandığı, daracık sokaklarda bol hediyelik eşya alışverişleri bittiğinde aynı turistlerin, akşam inerken gene otobüslere bitap ve telaşlı doluşarak geride tuhaf bir ıssızlık bıraktıkları Ortaçağ kentinde, bir şimdiki zaman hayatı kurmaya yanaşmayanlara açıkçası hak veriyorum. Ağır doz melankoli kolay katlanılır duygu değil, her geçmiş zaman da öyle ha deyince diriltilemiyor.

1405’e doğru kiliseleştirilmiş Beyaz Azize Meryem sinagogunu bulamadık ama Samuel Levy ya da Hıristiyanlaştırılmış adıyla Tránsito (Meryem Ana’nın göğe yükselişi) Sinagogu’nda (böyle melez bir adlandırma. Haçlı kule de gene melezleştirmenin izi) muhteşem süslemeler olduğunu kitaplarda okuyup görsek de, antik Toledo’da gezilecek nice mekânın çağdaş zaman müzeleri temposunda pazartesileri kapalı olduğunu tahmin edememişiz. Kapının önünde bizlerden de fena hayal kırıklığına uğramış iki turist. “Biz geldik ya, işte o yüzden kapalı” diyor biri, İngilizce, eski tarz bir Yahudi kötümserliğiyle. Yanındaki arkadaşına eğilip duyabileceğimiz şekilde de İspanyolca (arkadaşı Latin Amerikalı olmalı) ekliyor: “Türkçe konuşuyorlar.” “Evetöyle, Türkiye’den geliyoruz” diyorum, gene İspanyolca. Adam, “14. asır” diyor, duygulanarak, 14. yüzyılı aramaya geldiniz manasında. Kafa sallıyorum. Esasen 15. yüzyıl mı demeliydi diye kafamda döndürüp duruyorum, ta ki sinagogun yapım tarihini (1357) öğrenip “onu kastetmiş olmalı”da karar kılana dek. Yandaki Sefarad müzesine de giremedik haliyle, adamlar artık eşiğe oturup dakikalarca kıpırdamıyorlar, ben az ötedeki parkın parmaklıklarına yöneliyorum, rastgele. İsabet! Hiç tahmin etmediğim vahşilikte bir güzellikte bekliyor beni. Neticede 14. asırdakiler de şu akan suya (Tajo Nehri), şu dağlara, şu taşlara bakmıştır. Gri mavi bir kuş sürüsü iki kez nehrin üstünden geçiyor, sadece iki kez, bir selamlama gibi ama çektiğim fotoğrafların hiçbirinde izleri yok. (“çünkü gerçek cennetler kaybedilmiş cennetlerdir”. Proust, Arayış’ın son cildi.)

Toledo’da pazartesi günü bir kiliseler açık, İspanyol Engizisyonu’nun zihin dünyası hakkında net fikir veren dev katedral, sonra kapalı sinagoga yakın gezinin teselli armağanı Santo Tomé Kilisesi ve tümüyle ona ayrılmış bir bölümündeki başeser: El Greco’nun resmi, Kont Orgaz’ın Cenaze Töreni.

Kilisenin ve yoksulların hamisi bilinen, 1323’te vefat etmiş Toledolu’yla alakalı efsane, cenaze töreni sırasında iki azizin göklerden inip cenazeyi tabutuna yatırdığı, ruhunu da göklere taşıdığı yolunda.

Konusuyla birlikte resim El Greco’ya 1586’da ısmarlanmış, parası da zar zor ödenmiş, türlü taksitler ve davalar sonucunda.

Az ötedeki El Greco’nun evi (ki pazartesileri o da kapalı) ise çakmaymış. Yani ressam orada hiç oturmuş değil. Bir tür simülakr o müze. Sonradan, “El Greco muhtemelen böyle böyle yaşardı, şöyle şöyle eşyalar arasında” anlayışıyla döşenmiş bir ev. Geçmiş asırların peşinde dolanmak bazen işte böyle ironilere gebe.

Toledo’nun uyandırdığı, içi nefesle doldurulamayan tiyatro dekoru izlenimi birkaç ay önce, Chios (Sakız) adasında, her taşı müthiş bir ihtimamla korunup restore edilmiş Ortaçağ köyü Mesta’da da bulmuştu beni. Koca otobüsler turist kafilelerini alıp götürdüğünde geride kalan yerleşiklerin sayısı orada da pek azmış. Belki 200 civarı (çoğu da yaşlı). Dükkân sahiplerinin çoğu akşam dükkânın kepenklerini indirdiklerinde otomobile atlayıp daha “yaşayan” bölgedeki evlerine koşuyorlardı.

İstanbul’a dönüşte, okuduğum kitabın 90. sayfasında (Roza Hakmen’in çevirisinde sayfa 64) Proust’tan bana bir özel ulak, işaret: 1. Dünya Savaşı’na katılmış (harpte de ölecek) dostu Saint-Loup’nun Paris’e kısa ziyareti sırasında, ah diyor anlatıcı, dün gelmiş olaydın eğer, bir yandan göklerdeki Walkyrie’leri, kızılca kıyameti, ışık cümbüşünü izlerken, yerde de kimi şöhretlilerin gecelikler içinde oynadığı vodvilleri görürdün, El Greco’nun resmi Kont Orgaz’ın Cenaze Töreni’ndeki farklı ve de paralel düzlemlerdeki gibi.

Böyle rastlantıları “küçük mucize” diye adlandırmak abartılı mı olur?

Proust, Splendide Oteli, Evian-les-Bains, Fransa, 1905.

Etrafında döne dolana nihayet kitaba vardık, eserin son cildine. Bugün adı dahi bana ironik gelen. Eserin ana başlığı gibi. Proust, katmanlı, yan yolları neredeyse sonsuz bir edebiyatçı. Evet, akrabası da sayılan Bergson’unkini hatırlatan bellek anlayışı (ki tam da onunkiyle örtüşmez), evet bir madeleine’i çaya batırarak, kolalı bir peçetenin hışırtısını, bir çatal bıçağın çınlayışını duyarak gerideki bir yerlere, bir zamanlara dönmek, ama Proust’ta (yani onun gözünde ve bize iletmek istediği kadarıyla) bu kavuşmalar sadece anlıktır, daha uzun değil. Parlar ve yiterler. Daha uzun bir kavuşma için, ötesi gerekir. Başka bir yolculuk. Bir çalışma. Dalış. Derinleşme. Ve bu ancak sanatla, edebiyatla mümkündür. “Hakiki” denen hayattan çekilerek.

Son ciltte kuvvetle hissederiz: zamanın eşsiz dönüşüm gücünü (ki Proust için bu devinim illa ne iyiye ve güzele doğrudur, ne illa kötüye doğru). Belki her ikisi birbirini doğururlar; Robert de Saint-Loup’nun ağzından Hegel’in adı boşuna geçirilmez.

Dört ana temadan bahsetmek isterim esere veda cildinde. İlk büyük tema 1. Dünya Savaşı’dır ve burada kahraman geçinenlerin korkaklığını, kaçacak diye düşünülenin cesaretini, bazen en yurtseverin düşmana dahi empatili ve kinsiz yaklaşımını, en büyük kaçağın en ırkçı oluşunu, solda bilinenlerin kendilerini aniden sağda, sağda olanların solda bulmalarını, bulabileceklerini vurgular, zaman. Genç yaşlarımdaki okumalarda bu eserin gittikçe ayık, tesellisiz, hatta acımasız bir hal aldığı gözümden kaçmış. Savaş bölümlerine hakkını verebilmek, Proust’un siyasi, tarihî, coğrafi, hatta askerî bilgisine hayran kalmak için bugünü beklemem gerekirmiş. Zamanın beni de dönüştürüp değiştirmesini. Başkalaştırmasını. Nice farklı boyutuyla işlenen savaş temasına paralel, aynı özgünlükte diğer bir kıyamet (ve haz) konusu, ölüm tehlikesi bunca yakınken nabzının belki daha özgürce, daha maskesiz attığı özel bir Paris genelevidir. Burada aristokratından cüppeli rahibe her tür müşteriyi, her tür haz arayışı eğilimlerini ve farklı arkadaşlıklar skalasını neredeyse tüm kombinleriyle (sanki bir Sade romanı gibi bilgisayarda tasarlanmış etkisi yaratan –o dönemlerde bilgisayar olsaydı eğer– gerçekten en fazla Sade’ı hatırlatır o bölümün sertliği). Zamanın dönüştürmesi ve çürütmesi artık iç içedir. Tıpkı üçüncü tema, Guermantes prensesinin (eski Madame Verdurin) gündüz davetindeki gibi.

Tuileries Bahçesi, Paris, 1921.

Yaşlanmayı işlemek çok yeni, bugüne dek tabuydu diyenlerin kulakları çınlasın; yaşlılıkta fiziki, zihinsel, sosyal başkalaşmayı uzun uzadıya anlatan Proust’u okumamışlar demek ki…

Bayıldığım bölümlerden biri:

Örneğin dar kafalı, duygusuz biri olarak tanınan bir kadının genişleyerek tanınmaz hale gelmiş yanakları, beklenmedik biçimde kemerleşmiş burnu insanda aynı şaşkınlığı, ondan asla beklenmeyecek duyarlı ve derin bir söz veya cesurca, soylu bir davranış kadar hoş bir şaşkınlık uyandırıyordu. Bu burnun, bu yeni burnun etrafında, daha önce ummaya cesaret edemeyeceğiniz ufukların açıldığını görüyordunuz. Eskiden imkânsız olan iyi yüreklilik ve şefkat, bu yanaklarla mümkün oluyordu. Bu çenenin karşısında insan önceki çene karşısında söylemeyi hayalinden geçiremeyeceği şeyleri dile getirebilirdi. Çehrenin bütün bu yeni hatları, yeni kişilik özelliklerine de işaret ediyordu; duygusuz, zayıf genç kız, geniş ve hoşgörülü bir kibar dul olmuştu. M. D’Argencourt gibi zoolojik açıdan değil, sosyal ve manevi açıdan başka bir insan olduğu söylenebilirdi.” (Roza Hakmen’in çevirisinden, s. 213)

İşte size “kavuşulan zaman”! Bundan daha ironik ne olabilir?

Nihayet dördüncü ve dev tema, dostumuz Ahmet Tulgar’ın değerlisi Roland Barthes’ın Proust’la ilgili deyişiyle: “Nasıl yazar olunur?” Anlatıcı adım adım, sabırla, mazoşizmle ve hazla, neredeyse onanist bir ritimle açar bu soruyu kendine ve okura.

Eserin kanımca gene muhteşem ironisi, anlatıcı yedi (bence sekiz) cilt boyunca, o salon bu davet, şu konser bu otel, bolca gezindikten, bolca vakit harcadıktan, yüzlerce gözlemde bulunduktan, nice arayıştan, nice aşktan, hüsrandan sonra, nihayet, nasıl edebiyatçı olabileceğini ve nasıl kitabını yazmaya oturacağını keşfetmiştir, bir yandan da ölmek üzeredir. Ve bu arayışı, savruluşu, rateliği yedi (bence sekiz) ciltte anlatan Proust, bunları anlatırken (anlatarak) dünya edebiyatını derinden sarsacak eserlerden birine imza atar. Eserdeki fasit daire ve ironinin ilhamı biraz da diğer bir dev eserden, nasıl yazar olunur teması etrafında özellikle son ciltte defalarca zikredilen Binbir Gece Masalları’ndan gelmez mi? Anlatı biter, ertesi gün yeniden doğar, biter, gene doğar…

Proust geçtiği yollara çakıl taşları serpiştirircesine, eser boyunca kâh anlatıcının ağzından kâh kahramanlarınkinden sevdiği kitap ve yazarları sıkça anar (Binbir Gece Masalları, Dostoyevski, Nietzsche, Balzac, Sylvie’nin Nerval’i, Mezar Ötesinden Hatıralar’ın Chateaubriand’ı, Homeros, Ruskin ve daha kimler kimler, gerisini keşfetmeyi de okura bırakalım).

Balzac demişken, Arayış’a paralel, belki aynı anda okunması gereken bir Proust eseri Sainte-Beuve’e Karşı’dır. Kültürlü geçinen aristokratların Balzac’a duydukları hayranlıkta esas (edebi) gerekçelerin yoksunluğu, yazarın sadece toplumsal gözlemciliğini vurgulamayı pek akıllıca bulmaları, tüm bunların Proust tarafından not edilip didiklenmesi hem eşsiz bir Balzac semineri hem esasen kendi Arayış’ına da nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda bir rehber kitaptır. Türkçede Arayış’ın yedi cildini toplu halde yayımlayan yayınevinin bu kitabı basmayı ihmal etmiş olması şaşırtıcı olsa da, neyse ki Türkçesini bir başka yayıncıdan bulmak mümkün.

 

GİRİŞ RESMİ:

Marcel Proust, Fransız besteci Reynaldo Hahn'ın bahçesinde, 1905.