Zalim zamanlar

"Çorak Ülke’yi bugün, ilk basılışından tam 100 yıl sonra yeniden okumak, tarihî bir lunapark oyuncağına binip işlevini hâlâ ne kadar iyi yerine getirebildiğine şaşarak oradan oraya savrulmak gibi."

03 Mart 2022 20:00

 

Yuvarlak sayılı yıldönümleri zamanların en zalimleri. Nisan yağmurlarının toprağın altında yatan kökleri acımasızca dürtüp hayata dönmeye zorlaması gibi, Çorak Ülke’nin yayımlanmasının yüzüncü yılı olan 2022 de T. S. Eliot’ın nicedir bir avuç akademisyenle öğrencileri dışında kimsenin fazla ilgisini çekmeden sessizce soluk alıp veren bu uzun ve karmaşık şiirini dürtecek. Gömüldüğü kış uykusundan uyanmak zorunda kalan yapıt aylar boyunca panellerde tartışılacak, kültür sayfalarında görünecek, radyo ve televizyon programlarına konu olacak. Hakkında söylenegelmiş olanlar o kadar değişmeyecek belki, ama böyle bir yıldönümünün önemine yaraşacak şekilde vurgulanacak. Modernizmin kilometre taşlarından olduğunu, şiir anlayışımızı kökünden değiştiren bir estetiğin temellerini attığını, bir daha kimsenin eskisi gibi yazamadığını defalarca işiteceğiz.

İtiraf etmeliyim ki Eliot’a karşı her zaman biraz ikircikli oldum. Buna rağmen, Çorak Ülke benim için önemli olmaya devam ediyor. Yeni bir estetik oluşturup şiiri kökünden değiştirdiyse neden Auden’ın, Dylan Thomas’ın, Larkin’in, Hughes’un ve hatta Eliot’a hayranlığıyla bilinen Craig Raine’in Eliot’tan önceki şiire borçlarının Eliot’a borçlarından çok daha bariz olduğu sorulabilir elbette, ama bir defa daha gündemde olmasından yararlanarak hakkında söylenebileceklerin şiirin estetiğini değiştirdiği iddiasıyla sınırlı olmadığı kesin.

Eliot’ın şiirlerinin, aralarındaki ilişkinin açıkça belirtilmediği parçalardan oluştuğunu söylemek yanlış olmaz. Hepimizin hemen gözüne çarpan modernlik bence bundan kaynaklanıyor. Parçaların kendi içlerinde modern bir yanı yok. Sözgelimi, imgeye dayalı soyutlamalara başvurmak ya da başka bir şekilde dille oynamak gibi bir özelliğe sahip oldukları ileri sürülemez. Modernlik onları birbirine bağlayan mantığın hemen belli olmamasında. Bu mantık bazen o kadar örtülü kalıyor ki, yeni bir parçaya geçtiğimizde başka bir şiire girdiğimiz duygusuna kapılıyoruz. Şairin neredeyse bir tik haline gelmiş, gönderme, alıntılama ve sahiplenme (“Toy şairler taklit eder, olgun şairler çalar” dediğini unutmayalım) alışkanlığı nedeniyle zaman zaman başkalığı düpedüz başka birisine ait olmasından gelen bir şiire girdiğimiz de oluyor. Nerede olduğumuz da, oradan nereye gideceğimiz de hiçbir aşamada kesin değil: Eliot her an başka bir sesle konuşmaya başlayıp bizi başka bir yöne götürmesi mümkün bir güvenilmez kılavuz. Ama edebi kimlikle birlikte sosyal, ulusal ve cinsel kimliğin de belirsiz ve değişken olduğu bir dünyanın kapılarını aralayan bu güvenilmezlik erken dönem yapıtlarında daha sınırlı. O aşamada da ortada farklı parçalar var, ama bu parçaları birbirine bağlamak çok zor değil. Gençlik yıllarında yazdığı şiirlerin en moderni “J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı”nda bile, kolaylıkla başını alıp gidebilecek ayrıntılar –camlara sürtünen sis, Michelangelo’dan söz eden kadınlar, kapının dışında bekleyen alaycı uşak, kumsalda şarkı söyleyen denizkızları– bir arada kalıp okurun er geç fark edeceği kadar belirgin bir tablo çiziyor.

Oysa, Londra sokaklarında görülen ve işitilenlerin, tarihten ve mitolojiden sahnelerin, kurmaca karakterlere atfedilen deneyimlerin, çeşitli dillerde yazılmış edebiyat yapıtlarından alıntıların ve önceden planlanmayıp yazma süreci sırasında şairin gözüne takılmış ya da aklına gelmiş gibi duran daha bir dizi irili ufaklı ayrıntının birbirini kovaladığı Çorak Ülke’de durum böyle değil. Bu parçalar aralarında bir bağ kurulamayacak kadar farklı olmakla kalmıyor, farklı ritim ve tonlarla da sunuluyor. Başka bir deyişle, şiirin içeriği kadar, müziğine de nasıl birliğe dönüştürülebileceği belirsiz bir çoğulluk hâkim. Eliot uzmanlarının araştırma ve okumalarının metnin birçok yanına ışık tuttuğu yadsınamaz, ama yaşayan bir bütün olduğunu gösterecek inandırıcı bir yorumuna hâlâ ulaşabilmiş değiliz. İçerdiği onca çarpıcı parçanın arasındaki ilişkinin görülemediği Çorak Ülke yayımlanmasının yüzüncü yılında, Eliot şiirinin kapanıp bir daha bütünüyle açılmadığı nokta olmaya devam ediyor.

Bu kapanışın niteliğini kavramak için şairin hayatına göz atmamız gerektiğine inanıyorum. Çorak Ülke’nin büyük bölümünün o dönemde bir bankada çalışan Eliot’ın ansızın patlak veren ruh sağlığı sorunları nedeniyle almak zorunda kaldığı izin sırasında yazıldığı bilinen bir gerçek. İçerdiği kapalılığın bu kriz dönemiyle ilişkili olduğu görüşüme kimsenin fazla itiraz edeceğini sanmıyorum. Ama bence, beklenilebileceğinin aksine, kapalılığı tetikleyen kriz değil, krizi tetikleyen kapalılık: Şair krizde olduğu için dünyayı bir yığın birbiriyle ilgisiz parça olarak görmüyor, dünyayı böyle gördüğü için krizde.

Durumunun en rahatsız edici yanlarından birinin de kendisinden beklediklerine ters düşmesi olduğunu varsayabiliriz. “Sıradan insanlar”ın deneyimlerinin bütünlükten yoksun olmasına karşılık, şairlerin birbirinden ayrı deneyimleri bir araya getirdiğini; sıradan insanın gözünde, Spinoza okumasıyla âşık olmasının birbirleriyle ya da bunları kayda geçirirken kullandığı daktilonun sesi veya ocakta pişen yemeğin kokusuyla bir ilişkisinin olmadığını; oysa şairler için bu deneyimlerin bir bütün oluşturduğunu düşündüğünü yazılarından biliyoruz.

Bu görüşler şairliğin kâhinlikten türediğine, kâhinin alametleri yorumlama görevinin şaire devrolduğuna inanan antropologların görüşleriyle örtüşüyor. Duyduklarını, düşündüklerini, okuduklarını, işittiklerini ve hatta kokladıklarını bir araya getiren bir yorumla dünyanın bize anlatmaya çalıştığı hikâyeyi görmemizi sağlayan şair gerçekten de kâhinden farksız. Eliot’ın Çorak Ülke’deki yaşlı kör kâhin Tiresias’ın şiirdeki “en önemli kimse” olduğunu söylemesi de elbette bundan. Ne var ki, kuzeninin kızağıyla dağlarda uçarcasına kayan soylu kadından Londra Köprüsü’nden akan sabah kalabalığına, Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri’nden Buda’nın “Ateş Vaazı”na, Zeus’un bülbüle dönüştürdüğü Philomela’dan boğucu bir apartman dairesinde kavga eden çifte, İngiltere’ye kuşüzümü satmak için gelmiş İzmirli tüccar Mr. Eugenides’den yaz geceleri Thames kıyılarında âlem yapanlara, Magnus Martyr Kilisesi’nin görkemli sütunlarından kuraklıktan çatlamış toprağın üstünde yükselen kızıl kayalara kadar her şey arasında bağ kurması gereken büyük yorum gerçekleşmiyor. Onun yerine şiirin içinden birisinin “Hiçbir şeyi hiçbir şeye bağlayamıyorum” diye mırıldandığını duyuyor, dönüp baktığımızda da sesin Eliot’ın hastalık izninin bir bölümünü geçirdiği Margate’ten geldiğini fark ediyoruz; konuşan karakterin maskesi parçalanıp düşüyor, altındaki gerçek yüz ortaya çıkıyor.

Şairin dünyaya kendi gözüyle baktığında bulamadığı biçim ve anlamın herhangi bir tanrı tarafından dışarıdan verilmiş olarak bulunması da söz konusu değil. Böyle doğaüstü bir anlama Tarot destesi ve burç takvimlerinin yardımıyla ulaşılabileceğini ileri süren Madam Sosostris’in en iyi olasılıkla budala, en kötü olasılıkla da şarlatan olmasının gösterdiği bu. Sonuç olarak da, Çorak Ülke’nin Eliot’ı tarihin bütün uygarlık ve inanç başkentlerini, Londra’yı, Atina’yı, İskenderiye’yi, Kudüs’ü bir dizi “gerçekdışı şehir” olarak görmeye başlamış, nereye dönse aynı sonsuz karanlıkla karşılaşan birisi. Bu ezici anlam ve yön kaybını dile getirmek için kullanmayı düşündüğü epigraftan Ezra Pound’un “yetersiz” bulması üzerine vazgeçmiş olması gerçek bir bahtsızlık. Aklına gelen alıntı, yani Conrad’ın Karanlığın Yüreği’nde Kurtz’un son sözleri olarak verdiği “Dehşet! Dehşet!” yetersiz (ya da tam tersine, bir zamanlar benim düşündüğüm gibi, melodramatik) değil, bu bağlamda bütünüyle uygun.

Kurtz’un sürüklendiği karanlığın içinde yaptığı korkunç şeylerin tam olarak ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemiyoruz. Her vahşiliği mümkün kılan bir sınır tanımazlığa ulaştığını bize daha çok, kendisi de geceleri ormanın derinliklerinden duyduğu davulların peşinden gitmek isteyip gidemeyen, romanın anlatıcısı Marlow’da uyandırdığı garip saygı haber veriyor. Eliot’ın, bir mektubunda şiir yaratmanın “belki de bir vahşinin ormanda çaldığı tamtamla başladığını” söylemesi ile gelenek hakkındaki ünlü denemesinin bir yerinde “cehenneme gidecek kadar cesur” olmaktan söz etmesi gibi ipuçlarından kendini karanlığa terk etmek isteğinin zaman zaman onun içinde de kıpırdandığını çıkarmak mümkün. Bununla birlikte, biçim ve düzene Marlow’dan da çok ihtiyaç duyduğu açık. Marlow sonunda, adı anılmasa da, Brüksel olduğunu bildiğimiz “iki yüzlü şehir” üzerinden, Afrika’da yaşananların örtbas edilip Kurtz’un ve karanlığın yadsındığı dünyaya dönüyor belki, ama bu şekilde yaşamanın oluşturduğu yalanı görmemiz için elinden geleni de yapıyor. Oysa Eliot’ın Çorak Ülke’de kabullenemediği “gerçekdışı şehirler”i sonradan sessizce manevi coğrafyasının kilit noktaları haline getirdiğine tanık oluyoruz. İçinde yaşayabileceği bir yapı kurmasını sağlayabileceklerin tümü –din, ulusal kimlik, edebi gelenek– hayatına böyle geri geliyor ya da, daha doğrusu, getiriliyor.

Zeki ve yaratıcı bir insan her şeyi ilginç kılabilecek güce sahip olduğundan, şairin giderek daha çok önem verdiği bu yapılandırıcı öğelere ilişkin yorum ve görüşlerinin birçoğu elbette çarpıcı ve düşündürücü. Ne var ki, inandığı için değil, inanmak istediği için benimseyip hayatına ve şiirine uyguladığı izlenimini uyandıran “çözümler” bu nedenle giderek soruna dönüşüyor, başkaları için pekâlâ yaşayan bir güç olabilecekken onun durumunda engelleyici bir ağırlık haline geliyor. Eliot’ta zaman zaman yalnız benim değil, başka okurların da görüp rahatsız olduğu yapaylık, zihinsellik, kuruluk ve katılık gibi özelliklerin kaynağını da, Çorak Ülke’den sonraki döneminin en önemli şiiri Dört Kuartet’in hiçbir zaman bütünüyle kanat açıp havalanamamasının nedenini de bence burada aramak gerek.

Sözünü ettiğim türden sorunların ya da bunların habercilerinin Çorak Ülke’de hiç görülmediği ileri sürülebilir mi? Tabii ki hayır, ama henüz ortada zedeleyici düzeyde bir durum yok ve elimizde tuttuğumuzun şairin başyapıtı olduğu kuşkusuz. Çorak Ülke’yi bugün yeniden okumak, tarihî bir lunapark oyuncağına binip işlevini hâlâ ne kadar iyi yerine getirebildiğine şaşarak oradan oraya savrulmak gibi. Yanıp sönen ışıklar büyük ve karmaşık lunaparkın hepsini aydınlatmadığından tam olarak nereye gittiğimizi göremesek de, geçtiğimiz yerlerde hayatlarımızdan ve bunlarla ilgili olarak anlattığımız hikâyelerden parçalar seçmek mümkün. Bazen ışıkların bir an için şimşek gibi parladığına da tanık oluyoruz. Böyle zamanlarda Madam Sosostris uzaktaki seslerin bize, Ver, Anla, Hâkim Ol ya da İnan, Köklerine Dön, Geleneğe Katıl diyen gök gürültüsü olduğunu söylüyor. Bu salık verilenlerden birinin ya da birkaçının birimizin ya da birkaçımızın işine yaraması da mümkün tabii, ama nasıl parkın yerleşim düzenini kesin olarak çıkartamıyorsak, ne şekilde yaşamamız gerektiği konusunda göklerden kesin bir açıklama da gelmiyor. Gök gürültüsünü hoyrat nisan yağmurlarından bütünüyle farklı yumuşak ve iyileştirici bir yağmurun izleyeceğini söyleyen efsanenin belirttiği yöne döndüğümüzde de tek gördüğümüz bütün şiddetiyle süren kuraklık.

Gene de düş kırıklığı içinde değiliz. Efsaneler kaybolduğunda bile arkalarında kelimelerin güzelliği kalır ve belki zaten her şeyden geriye kalacak yalnızca odur. Çorak Ülke’nin gürültü ve kargaşası inanılmaz güzellikte dize ve bölümler de barındırıyor. Bunların belli bir yere oturmadan “anı ile arzu” arasında gelip gitmesinin de, özgün olanlarına, alıntılanmış ya da sahiplenilmiş olanların eşlik etmesinin de bir önemi yok. Bazen içlerinden biri, yıllarca aklımıza gelmedikten sonra, yaşamakta olduğumuz ânın en duru, eksiksiz, aydınlatıcı ifadesi olarak beliriyor, getirdiği biçim ve anlamın hayatımızın tümüne yayıldığı, eskiyip bozulmadan hep süreceği, bizi dehşet günlerinden korumasının mümkün olduğu duygusuna kapılıyoruz. Bu tabii bir yanılsama, ama bütün şiirler ve kitaplar böyle yanılsamalar üstüne kurulu. Yüz yıl önce İngilizcedeki en şaşırtıcı yapıtlardan birini yazdıktan sonra geç bir arayış dönemine giren, ama uğrunda bazen itici, tuhaf, gülünç olduğu kurtuluşu hiçbir zaman bulamayan adam şimdi burada olsaydı onu nasıl biraz teselli edebilirdik? Bana kalırsa yalnızca, gene ondan öğrendiğimiz, “sonsuz huzur” anlamını taşıyan, sesi de o gelmeyen –belki de hiç gelmeyecek– yağmurun huzur verici hışırtısını sahiplenen, büyülü ve esrarengiz kelimeyi tekrarlayarak:

Şantih şantih şantih

•