Nermin Abadan-Unat: yüzyıllık direnme

"Kadın hakları mücadelesinden göç sorunlarına kadar, attığı her adımda ona yön veren o mücadeleyi, benim bu anlamda tanımladığım ‘bilimsel direnişi’ni kavramadan hocayı anlamak, tanımak çok zor. Çünkü Nermin Hoca’nın direnişinin özünde özgür düşünceye bağlılık yatar."

21 Eylül 2021 22:37

Kolay değil, “hocaların hocası” Nermin Abadan-Unat tam  100 yılı devirdi ve hâlâ dimdik ayakta; hâlâ haksızlığa, her türlü baskıya, otoriteye bilim adına, inandığı değerler adına direniyor. Son olarak aylardır devam eden Boğaziçi Üniversitesi’ndeki direnişe cüppesini giyerek verdiği desteği görünce yıllar öncesine, hocayla ilk tanıştığımız günlere gittim.

İletişim Yayınları ilk on yılını doldurmuş, kitap basımına ağırlık vererek yayın çerçevesini genişletmişti. Ben bir yandan Mete Hoca’yla (Tunçay) Tarih ve Toplum dergisini çıkarıyor, diğer yandan da yayınevinin Anı, Tarih ve İstanbul dizilerini yönetiyordum. Hatırladığım kadarıyla o güne kadar Niyazi Berkes’in Unutulan Yıllar’ı, Rıza Tevfik’in Biraz da Ben Konuşayım’ı gibi önemli anı kitaplarını da basmıştık. Boğaziçi Üniversitesi’nden bir arkadaşım Nermin Hoca’nın anılarını tamamladığını ve bastırmak istediğini söyleyince hemen anlaşma yapabileceğimizi ve yazılı metni hocadan alarak bana iletmesini istedim. Daktiloyla yazılmış anıları okumaya başladım. Bu arada hocayla yüz yüze gelmemiş, telefonda tanışmıştık. Ama her konuşmamızda yazdıklarına verdiği önemi, ondan öte, her satırı üzerindeki titizliğini fark etmiştim. Doğrusu ben de merakla sayfaları çeviriyor, hocanın yurtdışında geçen çocukluğunu, yaşadığı ilginç olayları öğreniyordum. Birden, Viyana’dan İstanbul’a ilk geldiklerinde kaldıkları evin Teşvikiye’deki Ralli Apartmanı olduğunu yazan satırları okuyunca yerimden hopladım, çünkü bu apartmanda İletişim olarak bir daire kiralamış, yayınlarımızın taksitli satışını buradan yürütüyorduk; üstelik bu daire tam da hocanın anılarında anlattığı dördüncü kattaki daireydi.

Hemen hocayı aradım, bir gün sonra kitap hakkında görüşmemiz gerektiğini, bir araba göndererek aldıracağımızı söyledim. “Cağaloğlu’na mı geliyorum?” diye sorunca, “Hayır hocam, başka bir ofisimiz var, arkadaş sizi oraya getirecek” dedim. Ben de çok heyecanlanmıştım; ertesi gün Ralli’deki ofise gittim; güzel, büyük bir pasta aldırdım. Çay, içecekler, vb. hazırdı; ofiste çalışan arkadaşlar bir şey anlamamıştı; bir doğum günü partisi sanıyorlardı. Bir süre sonra Nermin Hoca şaşkınlıkla içeriye girdi, alkış seslerini duyunca gözlerinin yaşardığını fark ettim. Durumu anlamıştı; 12 yaşında bir çocukken yaşadığı evin içinde dolaşmaya, odalara girip çıkmaya başladı. Bir yandan da Dame de Sion’a giderken kaldığı odayı bulmaya çalışıyor, dairenin zamanla gördüğü tadilata kızıyor, arka balkona çıkıyor, burada nasıl vakit geçirdiğini heyecanla anlatıyordu.

Sonra neşeyle pastayı kesti, kendisine o günleri hatırlattığımız için bizlere çok teşekkür etti. “İşte şimdi hatıralarım gerçek yayınevini buldu...” diye de ekledi. Gerçekten, Kum Saatini İzlerken özellikle öğrencileri, sevenleri arasında büyük yankı yarattı.

Ne var ki, benim Nermin Hoca’yı bir ‘hoca’ olarak yakından tanımam, çalışma disiplinine tanık olmam, kendisinden bir şeyler öğrenmem, bugüne kadar aşılamamış muhteşem eseri olan Bitmeyen Göç’ü yayına hazırlarken oldu. İletişim’den ayrılmış, önce kısa bir süre Sabancı Üniversitesi’nde çalıştıktan sonra Bilgi Üniversitesi’nde yeni bir yayınevi kurmuştum; Bilgi’de önemli akademik yayınlar basmaya başlamıştık. Nermin Hoca ile arada bir görüşüyor, yayınlar hakkında bilgi veriyor, göç konusunda basılabilecek kitaplar ve dünyaca tanınmış göç uzmanları Stephan Castels, Stuart Hall ve diğer yazarların eserleri hakkında bilgi alıyordum. Derken bir gün hoca elinde dosyalarla içeri girince, dosyalarda yıllardır üzerinde çalıştığı büyük çalışmasının olduğunu anlamıştım. “Al Fahri Bey, kitap senin artık...” deyince hemen ellerine sarılıp teşekkür ettim. Gerçekten Bitmeyen Göç gibi benzersiz bir çalışmayı yayına hazırlamak benim akademik yayıncılık alanında deneyimimi bir kat daha artırdı. Bundan öte, Nermin Hoca ile kitabın her satırını konuşmak, tartışmak, görsel malzeme seçiminden resim altlarına, kapağa kadar tüm yayın sürecindeki titizliğine tanık olmak ayrı bir zevkti. Belki ilk kez bir bilim insanının konusuna hâkim olmasının değişik boyutlarını hocada görebiliyordum. Oysa yıllarca dergi yönetmiş, bir bölümü arkadaşım olan yazarlarla, bilim insanlarıyla muhatap olmuştum. Ama hocayla çalışırken, ’60’lı yıllardan beri üzerinde çalıştığı göç konusunu temelden kavrayışına, bunu güncel gelişmelerin ayrıntılarıyla nasıl geliştirdiğine tanık olurken inatla her olgunun üstüne gidişini, ‘bilimsel direnişini’ gördüm. Tabii bu direnme tüm boyutlarıyla günlük hayatına da yansımıştı. Sonunda kitabı istediği biçimde basabildik; daha sonra kitap Almancaya çevrildi. Bilgi Üniversitesi Yayınları’nda üçüncü baskısını da yaptı.

Zamanla tüm yayınladıklarını ve özellikle değişik dergilerde yayınladığı makaleleri, eski kitaplarını da yayınlamayı planlamıştım; hatta makale derlemeleri de hazırlanıyordu, ama benim Bilgi’den ayrılmamla bu iş yarım kaldı. Evet, hoca birkaç gün önce adımlarını attığı ikinci yüz yılında bu yayınları da görecektir, buna inanıyorum.

Nermin Hoca için yazılacak çok şey var. Onun hayata bakışını, bunu nasıl biçimlendirdiğini anlamak hiç de kolay değil. Kadın hakları mücadelesinden göç sorunlarına kadar, attığı her adımda ona yön veren o mücadeleyi, benim bu anlamda tanımladığım ‘bilimsel direnişi’ni kavramadan hocayı anlamak, tanımak çok zor. Çünkü Nermin Hoca’nın direnişinin özünde özgür düşünceye bağlılık yatar. Bu direniş hiçbir zaman kuru, didaktik bir yöntemle tanımlanamaz. Hocayı yüz yıldır ayakta tutan işte bu direnme ve bunun koşullara, günlük hayata göre aldığı biçimlerdir. Bu nedenle yıllarca birlikte çalışmış biri olarak buna “yüz yıllık direnme” diyorum.

Bir gün benden Ara Güler’in fotoğraflarını çekmesini istemişti. Ben de Ara Ağabey’i aradığımda o kendine has tavrıyla yaşını sordu. Ben de “Hoca 95 yaşında” deyince, “Ulan bu yaşta ne yapacak fotogırafı, ben bile kendiminkini çekmoorum” demez mi! Ama sonunda kabul etti, bir hafta sonra birlikte eve gittik. Nermin Hoca bizi kapıda karşıladı, hemen yemek odasına aldı. Sofra muhteşemdi! Hoca bir genç kız gibi heyecanlıydı. Bir yandan da Ara Ağabey’e hangi şarabı tercih ettiğini soruyordu. Ara Ağabey en sevimli Ermeni vurgusuyla “Sen beni sarhoş edeceksin! Sarhoş olursam fotogırafını çekemem” diye cevap verdi. Yemeğe çekimden sonra oturduk. Hocayı hiç o kadar rahatlamış ve mutlu görmemiştim. İşte bu da hayata başka bir bakış açısıydı. “İnadına yaşıyorum, şarabımı içiyorum, fotoğrafımı dünyanın en ünlü fotoğrafçısı çekiyor, daha da yaşayacağım...”

Şimdi yüz yıllık yaşamın sırrının ne olduğunu anlayabildiniz mi?