Günümüzün önde gelen Amerikan şairlerinden Susan Stewart Köz [Cinder, New and Selected Poems, (2017)] adlı seçme şiirler kitabından 160. Kilometre için şiirler seçti. Ahmet Güntan’ın çevirisiyle Türkçede ilk kez tanışacağımız Susan Stewart’ın şiirlerinden ikisini tadımlık olarak sunuyoruz.
Orman[1]
Şimdi uzanmalı ve ormanı hatırlamalısın,
çünkü orman kayboluyor—
hayır, aslında çoktan yok oldu
ve bu yüzden hatırladığın ayrıntılar
az çok bir hayat taşıyabilir.
Umduğun hayat değil ama bir hayat
—şimdi uzanmalı ve ormanı hatırlamalısın—
yine de, sen “ormanda” diyebilirsin ona,
hayır, aslında çoktan yok oldu,
başlangıç noktasına yakın bir yerden başlamak, o eşikten
Veya eşik yerine ilk fidandan, hatırladığın yerden
(umduğun hayat değil ama bir hayat)
sağlammış gibi, yerde, çünkü orası bir deniz,
yine de, sen “ormanda” diyebilirsin ona,
ki asla üstünde sürüklenemeyiz, oradaydık veya değildik,
Üstünde kayılan bir yüzeyi yok. Aynı zamanda hayatta bir boşluk
veya eşik yerine ilk fidandan, hatırladığın yerden
tabakalar zamanla katlandıkça, siyah toprak orası,
sağlammış gibi, yerde, çünkü orası bir deniz,
sol taraftan inen bir ışık, her zaman aynı parlaklıkta.
Önde ve arkada ormanın benekli kuşları ötüyor
üstünde kayılan bir yüzeyi yok. Aynı zamanda hayatta bir boşluk,
bir düzen kurulamayan yerde müzik olmadan ötüyorlar,
tabakalar zamanla katlandıkça, siyah toprak orası,
geniş bir ışık kartelasının gri hatlar arasında dilimlendiği yerde,
Havanın kuruyan küf dokunuşuna sahip olduğu yerde,
önde ve arkada ormanın benekli kuşları ötüyor:
mantar ve fisto kalıplı küflerden gelen güzel koku.
Bir düzen kurulamayan yerde müzik olmadan ötüyorlar,
tepedeki kuru yapraklardan bir şey düştüğü halde
Bizim buraya bir şey inmiyor.
Havanın kuruyan küf dokunuşuna sahip olduğu yerde,
(benim büyüdüğüm o yerde) orman kördüğüm olmuştu,
mantar ve fisto kalıplı küflerden gelen güzel koku,
böğürtlene dolaşık, iyi huylu ve içli çanak yaprak, eğreltiler
Ve beşparmakotunun bozulan kıvrımları, yalancı çilek, sumak—
bizim buraya bir şey inmiyor,
lekeli. Derenin üstünde salınan alt dallardan biri
benim büyüdüğüm o yerde, orman kördüğüm olmuştu
ve tam omuz genişliğinde bir mağara.
Girişi bir çeşit sınır olarak düşündüğümde—
ve beşparmakotunun bozulan kıvrımları, yalancı çilek, sumak—
ne yaptığımı anlayabilirsin. Bazen orada yürüdüğümüzü hayal ediyorum,
(…şekerciboyası, lekeli. Derenin üstünde salınan alt dallardan biri)
orman gibi bir şeye benzeyen yerde.
Ama belki de başka cinstir, toprağın yumuşak yeşil iğneciklerle
(girişi bir çeşit sınır olarak düşündüğümde)
örtülü olduğu yerde, orada çam eğreltilerinin hemen altında
ne yaptığımı anlayabilirsin. Bazen orada yürüdüğümüzü hayal ediyorum.
Ve hemen altında sivri kahverengi yapraklar uzanıyor,
Çirkinleştiren karanlık, sonra köklerin soğan biçiminde ışıması.
Ama belki de başka cinstir, toprağın yumuşak yeşil iğneciklerle,
tuhaf biçimde birbirine benzeyen ama aslında tekil, hemen altında
örtülü olduğu yerde çam eğreltilerinin.
Bir zamanlar ormanda kaybolmuştuk, tuhaf biçimde birbirine benzeyen ama aslında tekil,
ama gerçek şu ki, artık, orman bize yenildi bugün.
Köz
Maşa yapmak için ateşe ve alevden
korunmak için maşalara ihtiyacımız
vardı; kumaşı temizlemek
için küle ve kül lekesini silmek
için kumaşa ihtiyacımız
vardı; yolumuzu bulmak için
yıldızlara ihtiyacımız vardı, yıldızları
bulanıklaştıran ışığı yapmak için de;
bir sonu işaretlemek için ölüme
ihtiyacımız vardı, zamanın zamanla
tamir edeceği bir son.
Aşkın kucağına doğmak, sonuç olan—
aşkla yaratılmak, ihtiyaç olan.
Söyle bana, pejmürde şarkıcı,
köz tohumu nasıl taşır.
[1] “Gün gelir orman deneyimini artık kimse hatırlamaz olur” diyen Ryszard Kapuściński’ye ithafen.