"Bu dünyadan geçiyorum, o kadar"

Yiğit Okur, 13’üncü kitabında anılarıyla okur karşısında: Buralardan Geçerken. Sorularımızı yanıtlayan Okur, "Bu dünyadan geçiyorum, o kadar. Dönüşmeye gidiyorum, bir şey olmaya, başka bir şey olmaya" diyor

04 Haziran 2015 03:00


İlk romanı Hulki Bey ve Arkadaşları’nı kaleme almaya başladığında, 60 yaşındaydı. O günden bugüne geçen 21 yılda toplam 13 kitabı yayımlandı. O Zaman Kim Söyleyecek Şarkıları adlı romanıyla, gençlik yıllarında yanında çokça zaman da geçirdiği Haldun Taner adına verilen Haldun Taner Öykü Ödülü'nü aldı, Deniz Taşları isimli romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü'nün sahibi oldu. Yiğit Okur, 13’üncü kitabında anılarıyla okur karşısında. Buralardan Geçerken: Yaşam ve Oyun isimli bu anı kitabında, yazarın egolarını görmeyeceksiniz. Dönemin sadece siyasal atmosferiyle de yetinmeyeceksiniz. Bu anı kitabı, bir insanı ismiyle, cismiyle, yüreğiyle, korkularıyla ve insan olan yanlarının her birini deşe deşe, çözümleye çözümleye döküyor kelimelere.

Yiğit Okur’la konuşmanın tadına doyum olmaz. Eh, onunla anılardan başladık, Buralardan Geçerken’e varana kadar aşkı, özgürlüğü ve daha birçok “insanın olan”ı konuştuk.  

Yazmaya geç başladınız…

Evet 60 yaşında başladım.

Yazmadığınız süre sizde bir hayıflanma duygusu yaratıyor mu?

Yitirdiğim zamanı telafi etmeye çalışıyorum. 2000’den 2011’e kadar 8 roman, 4 öykü kitabım yayımlandı. Bu arada iki de ödül aldım. Biri 2003 Haldun Taner Öykü Ödülü, diğeri 2006 Yunus Nadi Roman Ödülü.

Son olarak anılarınızı yayınladınız. Sizce nedir anı yazmak?

Anı yazmak kendini ayıklamak, kendini temize çekmek, tortuya can vermektir. Tabii bir de kendini ele vermek... Zaten yazmak kalabalıkta çıplak kalmak, kendini savunmasız ele vermek değil midir?

Peki, yazar kendini sürekli ele vermekten çekinmez mi?

Herkes kendini ele vermekten sakınır; ama öyküde, romanda bu kaçınılmaz oluyor. Yazının türü ne olursa olsun, yazar, iç dünyasını yazıya yansıtır. Yarattığı karakter yazarın kendisine hiç benzemese bile, bu karakterin öznesi gene yazarın kendisidir. Mesela Gustave Flaubert’e, Madame Bovary’nin kim olduğu sorulduğunda; “Madame Bovary benim” demişti.

Sizin de yarattığınız kahramanlarla özdeşleştiğiniz oldu mu?

Hayır, özdeşleştiğim olmadı ama kâbusum oldular. İlk romanım Hulki Bey ve Arkadaşları’nı yazarken romanın dört kahramanı sürekli rüyama giriyor ve aralarda dövüşüyorlardı. Sonra beni dövmeye başladılar. Bu Hulki Bey ve Arkadaşları, bir de komik bir diyalogun konusu oldu. Yakın arkadaşlarımdan biri Bodrum’daki kitapçıya uğrayıp Hulki Bey ve Arkadaşları romanını almak istemiş. Kitapçıdaki kadın “Kalmadı ama bir kaç gün sonra gelin, İzmir’den getirtiriz” demiş. Yakın arkadaşım da birkaç gün sonra kitapçıya gitmiş, kadın yokmuş. Başka bir adam varmış. Arkadaşım sormuş. “Hulki Bey ve Arkadaşları geldi mi?”. “Beyim, bu gün hiç gelen giden olmadı” demiş kitapçı.

Anı kitabınızın ismi neden Buralardan Geçerken?

Benim için evren var. Benim tanrım evren. O evrenin içerisinde bir toz parçası kadar yer bize düşüyor. Ben o dünyanın içinde o tozdan da ufağım. Ve ben bu dünyadan geçiyorum, o kadar. Dönüşmeye gidiyorum, bir şey olmaya, başka bir şey olmaya… Kitabın isminin Buralardan Geçerken olmasının sebebi, buralardan geçerken bunları yazmış olmam. Sonra daha da geçeceğim, sonra dönüşeceğim, sonra başka bir şey olacağım. O isim, bu inancın ürünü.

Ve alt başlığı “Yaşam ve Oyun.” Bu cümledeki “Oyun”dan maksadınız nedir?

Bunu kitabımda da açıklamaya çalıştım. İki tür oyun var. Biri çocuğun oynadığı oyun. Çocuk oynarken dramlar, komediler yaratır. Bir taraftan oyunun yazarı iken aynı zamanda yarattığı oyunun seyircisidir. Benim kastettiğim daha değişik bir oyun. Bu oyun yapmacık, ikiyüzlülük değildir. Yaşamımızı çevreleyen kuralların karşısında takındığımız doğal tavırlarımızdır. Önümüze dikilen kural ne ise ona göre tutum alırız. Ne kadar kural varsa tutumumuz ona göre değişir. İşte bu oyundur. Örneğin baba, işinde patrondur. “Patron”u oynar, akşam evine gelir, kocadır; “kocalığı” oynar; babadır, “babalığı” oynar. Her defasında tavırları değişir. İşte bu değişik tavırlar, oyundur.

Anlattıklarınız, sizin öznesi olduğunuz anılar. Hem tarihsel önemi olan hem sanatsal değeri olan hem de okudukça her birimizin şaşıracağı, heyecanlanacağı çok özel anılar var burada.

Ben sorayım. Mesela hangisi?

“İki kere doğmak” mesela.

İki kere doğmak, evet. Çünkü ölmem gerekiyordu o koşullar içinde. 5 yaşındaydım. Erzincan’daydık. Deprem olmuştu, enkazın altında kalmıştım. Üzerimize yıkılan tavandan bizi sadece karyolanın demiri koruyordu. İlginç olanı, beni kurtaran kişi, babamın idama mahkum ettiği; ama hükmü infaz edilmemiş bir mahkumdu. Ellerini bir delikten soktu ve benim çocuk bedenimi tuttu, çıkardı. Ne yüzünü hatırlıyorum, ne konuştu. Kerpiç, moloz tepesinden yuvarlanarak beni aşağı kadar indirdi. Yerler kar... Çömeldi, beni ayaklarının arasına aldı. Sonra annem geldi. Acaba yaşıyor mudur o mahkum, çok merak ediyorum. Benim onu hatırladığım kadar o da beni hatırlıyor mudur? Hesap ediyorum, herhalde yaşamıyordur.

Hayatınızda aşık olduğunuz, bir kadını sever gibi âşık olduğunuz iki şehir olduğundan bahsediyorsunuz. Bunlardan biri Cenevre, diğeri İstanbul. O anlattığınız, aşk duyduğunuz İstanbul’dan bugüne ne kaldı? Siz şimdi nasıl bir İstanbul izliyorsunuz?

Nasıl hayvan sevgisi varsa, tabiat sevgisi varsa, bir de şehir sevgisi vardır. Sevdiğim şehirler oldu. Bir tanesi Cenevre. 3 ay kalmak için gitmiştim, 8 sene kaldım orada. Bir de İstanbul. Ama o tarihin İstanbul’u, genç yaşlarımın İstanbul’u… Ne vardı İstanbul’da? Mesela bozacı vardı. “Hey boğğğzaaaa!!!” sesi vardı. Sonra bozacı gitti. Sebze satıcıları vardı. “Patağteeees, domağtesssss, patlıcaaaaan!!” sesleri de gitti. Peki bunun yerine ne geldi? Bunların yerine çok ilginç şeyler geldi. O ilginç şeyleri ben tatmadım. Benim gençliğimi yaşadığım yaşlarda bugün kızlar, oğlanlar birçok şeyi tadıyorlar. Yani hep tadılacak, aşık olunacak bir şey oluyor. Ama dönem dönem. Bazılarının dönemleri geçiyor ya da bazı dönemler onlardan geçiyor. Gençliğimde benim sevdiğim şeyleri belki bugün bana verseler, ben onları sevmem. Yavan bulabilirim.

Galatasaray Lisesi’ne girdiniz. O günler galiba çok özel günlerdi, çünkü kitapta da yerini buluyor. Galatasaray Lisesi üyesi olmak mıydı yoksa yatılı öğrenci olmak mıydı bunca özel olan?

Galatasaray’dan mezun olmak, Galatasaraylı olmak kendi içinde bazı değerler içeriyor. Galatasaraylılıktan çok şey aldım. Beni ben yapan 2 şey vardır. Biri babam, biri de Galatasaray Lisesi’dir. Yatılı öğrenci olmak, başka bir dünyaya erkenden girmek demek. Evinizden ayrılıyorsunuz tamamen, orada yaşıyorsunuz. Arkadaşlık duygusu, birbirini kayırmak, birbirine destek olmak… Bütün bunlar benim o yatılı dönemimin bana bıraktığı duygular.

Sonrasında tiyatroya devam edebilmek amacıyla başlayıp hukuk derecesi yapmanızla süren yabancı bir ülke hikâyeniz var. Bu dönem de bir başka dönüm noktası sizin için…

Evet. Babamla pazarlıktı o. Ben bir taraftan da tiyatro kritiği yazıyordum “Yenilik”te. Babam da okuyan bir insandı. Şiiri, romanı okumayı çok severdi. Benim bir kritiğimi okumuş, o kritikte oldukça acımasız, sert yorumlarım vardı. Mesleğe yıllarını vermiş onca ustayı hiç emek vermeden bunca yermeme çok sinirlenmişti babam. “Yaşın henüz müsait, konservatuara git, orada tiyatro tahsili al” dedi. “Evvela şu Hukuk Fakültesi’ni bitirip sana bir diploma hediye edeyim” dediğimde tersledi beni, “Benim diplomam var, sen kendine diploma edin” dedi. Cenevre’de Hukuk 3 yılda bitiyordu. Üniversite denkliklerimi alıp, 3 ayda Hukuk bitirmek, sonra tiyatro hayalimin peşine düşmek üzere Cenevre’ye gittim. 3 ay için gittim, 8 sene kaldım.

O sekiz sene, hayatınızın en büyük 2. aşkı oldu. O şehir… Ve hukuku da orada sevdiniz, değil mi?

Orada üniversiteye başladığım zaman kafamda hep tiyatro tahsil etmek vardı. Ama hukuku o kadar sevdim ki, ben tiyatroyu unuttum. Artık tiyatroya gider oldum. İyi bir seyirci de oldum. Bu da çok önemli. Gabriel Garcia Marquez diyor ki, iyi okuyucular iyi yazarlardan daha azdır. İyi seyirci de azdır. İyi bir seyirci oldum. Tiyatro yapma aşkı, biraz daha tiyatro izleme aşkına evrildi.

İstanbul’da, Cenevre’de bizim bugün hayranlıkla andığımız birçok isim girdi hayatınıza. Bu hikâyede, Buralardan Geçerken’de de yerini buldu o isimler. Adada sizi karşılayan Sait Faik, peşinden hiç ayrılmadığınız Haldun Taner ve daha birçok kişi… Bugünden bakınca…

“Bir sürü derdim de oldu ama ben dolu dolu yaşadım” derim. Çok değişik, birbirinden farklı ortamlarda yaşadım. O ortamların birbirleriyle hiç ilişkileri yoktu. Peki neden böyle oldu? Bence tesadüfler. Ben de anlamadım. İstanbul’dan ayrılmadan, Cenevre’ye gitmeden evvel ben tiyatronun içindeydim. Cenevre’ye gidince birçok şey açıldı önümde. Çünkü orası kozmopolit. Birçok yerden birçok öğrenci geliyor. Çeşitli milletlerin öğrencileriyle olmak, onlarla arkadaşlık da ufkumu açtı.

Kitapta, insanın hayatındaki en büyük engeli kendisidir, diyorsunuz. Ve en büyük savaşımı, kendimizle ilgili kendimize yarattığımız engelleri aşmaya harcadık diyorsunuz.

İki tür engel var; ortamın getirdiği engeller, kendi karşımıza kendimizin çıkardığımız engellerimiz. “Bunu yaparsam eş dost ne der? Bunu hissetmek bana yakışıyor mu?” gibi şeyler, bizim yarattığımız engeller. Yani bir yandan insan o kadar da özgür değil. Devamlı özgür olmak istiyor, ama dışarıdaki engeller bir yana, en çok içimizde kendi engellerimiz buna imkân vermiyor.

Siz daha çok sevdiğiniz şeyleri mi yaptınız, yoksa yaptığınız şeyleri sonradan sevdiğiniz de oldu mu?

Tanrı bana nasip etti, sevmeden yaptığım bir şey olmadı hayatımda. Bence özgürlük istediğini yapmak değil de, yapmak istemediğine zorlanmamak. Yapmak istemediğiniz bir şeyi yapmıyorsanız, size yaptıramıyorlarsa eğer, özgürlük o.

Ve seçimler… Kitapta da seçmekle ilgili çözümlemelere yer veriyorsunuz…

Özgürlüğün devamı.. zorunlu bir ortağı, parçasıdır seçimler. Bir şeyi seçtiğimiz zaman, başka seçeneklerin tümünden vazgeçiyoruz. Seçtiğimiz zaman, ne seçtiysek onun peşinden gidiyoruz. Onun dışında kalanlardan özlediğimiz bir şey varsa, onu yapamıyoruz.

Aşk hep güzel ve de mühim oldu sizin için. Kitapta anlattığınız bir anınızdan yola çıkarak, “Aşk, bir suç ortaklığı mıdır? Suç ortaklığı aşkta nasıl olur” desem?

Suç ortaklığı, suçu işlemekten daha tatlıdır. Kitapta sizin de bahsettiğiniz olayda “Kendi suçunu itiraf için beni ele verdi” diyorum. O zamanlar bir kız arkadaşım vardı, özel bir akşamda annesi ve teyzesiyle tanıştırmak üzere evine davet etmişti. Ben “Sınıf arkadaşım” diye takdim edilmeyi beklerken, o beni “Sevgilim” diyerek tanıştırdı. Kendi suçunu itiraf etmek için beni ihbar etti. Aşk, belki böyle bir suç ortaklığıdır.

Hikâyenizin bu kitapta yer alan bölümleri içerisinde giydiğiniz roller içinde tadı en çok damağınızda kalan hangisiydi?

Tiyatroyu çok sevdim. Damağımda çok hoş bir tat bıraktı. Ama bir yandan da mesleğimi, avukatlığı çok sevdim. Sevgililerimi çok sevdim. Atilla İlhan “Gerçek değillerdi, birer umutlardı” der; hayır benim için hepsi gerçekti, hepsi çok yoğundu. Sigarayı çok sevdim. Sigara yasağı konduğu zaman emzikten alınmış bebeğe döndüm.

Yaklaşık elli yıldır avukatlık yapıyorsunuz. Mesleki anılarınızı niçin yazmadınız?

Bence 3 meslek sahibi mesleki anılarını yazmamalı. Bunlar; doktorlar, avukatlar, Katolik papazlarıdır. Aksi halde bu meslekler birer güvence kalesi olmaktan çıkar, dedikodu merkezi haline gelir.

Her şeyin toplamında, yazın hayatınızın sonunda kurgularınızın da temelini oluşturan bir anı kitabı yayımladınız. Bu kitabı o yolculuğun neresine koyuyorsunuz?

Bence bu hepsini birden kapsıyor. Bugüne kadar yazdıklarımın bir nevi tortusu. Ama canlı bir tortu. Oralardan süzüldü geldi bu yazdıklarım. Hepsinin neticesi diyebilirim.

Yazdığınız eserler içinde en çok hangisini sevdiniz?

Hulki Bey ve Arkadaşları. Erdal Öz; “Bu, okurda mayhoş bir tat bırakıyor” demişti. Bu kitapta bir acemilik var. Ama bence acemilik olmasına rağmen, doğru düzgün bir kitap. Ondan sonra yazdıklarımı daha dikkatli yazdım; ama onlar mayhoş bir tat bırakmıyor. Daha başka bir tat bırakıyor.

Türkiye’de anı yazımının az olmasının sebebi nedir sizce?

Anı yazımının az olmasının sebebi bence kendini küçümsemek. “Ben kimim ki benim anılarım olsun?” diyoruz. Bu yanlış. Ama bu, söyleniyor. Ben mesela, siyasi değilim. Yani bir sürü olayın öznesi değilim. Misal ki ben uslu bir babayım. Sabah işime gidiyorum, akşam evime geliyorum, böyle olunca “O zaman benim ne anım olacak?” diyorlar. Halbuki ben sabah işe gidip akşam eve gelirken biriktirdiğim o kadar çok anı var ki. Tutun ki vakıflarda memursunuz. Ne kadar çok şey yazılabilir… Yaşanan her şey, yazılabilir.

Anı yazmaktan korkuyoruz, çekiniyoruz dedik ya. Peki anı okumaktan uzak mıyız?

Bana sorarsan, ben anı okumayı çok seviyorum. Millet dedikoduya çok meraklı olduğu için, uzak olduğumuzu zannetmiyorum.

Fotoğraf: Sinem Babul