Felsefe çevirilerinin niteliksel ve niceliksel durumu

Türkiye’de felsefe çevirilerinin niteliksel ve niceliksel durumu üzerine ne söylenebilir? Zorluklar nelerdir? Sözü, akademi bünyesinde faaliyet gösteren "profesyonel" felsefecilere ve editörlere bırakıyoruz...

04 Haziran 2015 15:00

Türkiye’de felsefe çevirilerinin niteliksel ve niceliksel durumunu değerlendirmek söz konusu olduğunda, kendimizi bir yanda genellikle akademi bünyesinde faaliyet gösteren “profesyonel” felsefecilerin, bir yanda da yayın dünyasında emek veren editör ve çevirmenlerin dâhil olduğu bir ortamda buluyoruz. Dosyanın bu bölümünde, meseleye bu iki alanın farklı açılarından bakabilecek iki önemli muhatapla yaptığımız yazılı söyleşilere yer veriyoruz.

İlk söyleşi, Türkiye’de felsefe ve sosyal bilimler alanındaki nitelikli çevirilerinden tanıdığımız bir isimle, aynı zamanda Metis Yayınları’nın editörlerinden olan Tuncay Birkan’la yapıldı.

İkinci söyleşinin muhatabı ise, yıllardır çeşitli üniversitelerde felsefe dersleri vermiş olan, Heidegger’in Varlık ve Zaman adlı eserinin Türkçe çevirmeni olarak da tanıdığımız, İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi öğretim üyesi ve Fen- Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Kaan Ökten.

Tuncay Birkan: Türkçe- bilmezlik münferit bir vaka değil

Sosyal bilimlerin çeşitli alanlarında Türkçeye çeviriler yapıyorsunuz. Felsefe çevirilerinin sizin mesleki uğraşınızda farklı bir yeri var mı? “Felsefe çevirmenliği” diye ayrı bir uzmanlık alanı olduğunu düşünüyor musunuz?

İşin öznel boyutuna gelmeden önce biraz “felsefe paralayacağım”, haddim olmadan kendimce çok kısa bir felsefe tarihi sunacağım, mazur görün lütfen.

Bilindiği üzere “başlangıçta [sadece] söz [yani logos veya felsefe] var idi”; salt sosyal veya beşeri olanları değil bütün bilimler felsefenin içinde mayalanmışlar; çoğunun “meselesi” epey uzun bir süre hep felsefenin birçok meselesinden biri olarak görülegelmiş, (önemli bir çoğunluğu son iki- üç yüzyıl içinde) özerk disiplinler olarak ortaya çıkmadan önce felsefenin alt kolları, “branşları” olarak görülmüşlerdi. O yüzdendir ki matematikten biyolojiye, fizikten psikolojiye, sosyolojiden dilbilime, kozmolojiden iktisada, edebiyat eleştirisinden siyaset ve hukuk bilimine kadar hangi disiplinin tarihi yazılırsa yazılsın, anlatı doğal olarak felsefeyle, Platon veya Aristoteles’le başlar; Descartes, Spinoza, Kant veya Hegel uğraklarından birine veya birkaçına mutlaka uğranır ve özellikle sosyal ve beşeri bilimlerden biri söz konusuysa on sekizinci yüzyıl sonları veya on dokuzuncu yüzyıl başlarından bir “disiplin- kurucu baba”, alanı özerk bir disiplin olarak kurduğu söylenen bir figür tayin edilerek yola devam edilir.

Özerkleşmenin maliyeti

Bu zorunlu özerkleşme süreci her bir bilim/ bilgi alanında inanılmaz bir derinleşme ve başka türlü mümkün olamayacak miktar ve yoğunlukta analitik bilgi biriktirme imkânı sağlamıştır; ama bu sürece neredeyse en başından beri bu özerkleşmenin pahalıya mal olabileceği endişesi de eşlik etmiştir hep. Aslında endişe yerine “özerkleşmenin maliyetinin yüksek olabileceği yolundaki siyasal- eleştirel bir bilinç” demek daha doğru olacak; çünkü modern dönemde kayda değer bütün felsefe(ci)lerin ayırt edici özelliği bu bilinçtir, her kopuşla birlikte kendisine kalan meşru alanın iyice daralıp cılızlaştığı düşünülen (bunu kabullendikçe de yavanlaşan) felsefeyi hâlâ hayati önemde bir meşgale kılan şey tam da bu bilinçtir, özerkleşmeyi “uzmanlaşma” kafesinde hapsetmeye yönelik bu itirazdır belki. Gücü güçsüzlüğünün farkında oluşundan gelen bu itirazın ne kadar haklı olduğunu da, yirminci yüzyıl ortalarında önce fen bilimcilerle sosyal bilimciler arasında uçurumlar oluştuğundan şikâyet edilmeye başlanmasıyla (meşhur “iki kültür” tartışması”), daha sonra sosyal bilimcilerin de kendi hükümranlık alanları dışında olup bitenlere ilgi göstermemeyi neredeyse bir erdem haline getirip kendi faaliyetleri üzerine düşünme yeteneklerini kaybetmeleriyle gördük.

Düşüncenin konusu haline getirilmeyen bilgi çok sıkıcı, hatta boğucu olabiliyor. Kendi alanı dışında kalan kimselerle konuşmayı beceremeyen, bunu da gayet doğal gördüğü için dert edinmeyen böyle yüzbinlerce bilimsel çalışma üretildi her bir özerk disiplinde, hâlâ da üretiliyor. İşin acıklı kısmı, bu aşırı uzmanlaşmayı felsefecilerin önemli bir kısmının da kabullenip “pür felsefe”ye yönelmesi, yani sadece bir alt- disiplin olarak felsefeye özgülenen konu, isim ve meseleler etrafında dönen çok ama çok sayıda metin ve kitap üretmesi oldu. Halbuki gerçekten heyecan verici felsefeler “her şey”i ama her şeyi konu etmeye cüret eden felsefeler olmuştur hep bence.

Disiplinlerarasılık ve felsefe

Neyse ki son otuz- kırk yıldır, bir yandan bu özerkleşme eğilimi sürer ve yeni yeni bilimler doğarken, bir yandan da önce (haklarını teslim etmek gerek) Frankfurt Okulu ve yapısalcılık, sonra da kültürel çalışmalar akımları sayesinde (her üçü de kendini verili disiplinlerin sınırlarına kapamayı reddediyordu) ivme kazanan “disiplinlerarası” eğilimin de gittikçe güç kazanmaya başladığını, hatta son yirmi yılda özellikle yeni gelişen karmaşıklık çalışmaları ve özellikle de sinirbilim (neuroscience) sayesinde doğa bilimleri (özellikle de evrim kuramı, kuantum fiziği, primatoloji) ile sosyal ve beşeri bilimler arasında yaratıcı felsefi bağlar kuran çok sayıda eser yayımlandığını görüyoruz. Disiplinler böyle birbirleriyle bağ kurmaya başladıklarında felsefeye her zaman ihtiyaç duyduklarını da keşfediyorlar ve felsefe bütün bu bahsettiğim “disiplinlerarası” çalışmalarda salt tarihsel bir veri olarak değil, yapısal ve vazgeçilmez bir kurucu bileşen olarak var oluyor. Felsefe de buna karşılık kapatıldığı dar sınırları kırıyor; başka bağlamlarda hep tehlikeli bulduğum için pek sevmediğim “aile” metaforunu kullanacak olursam, kendisinden doğan evlatlarını artık kendisinin denetleyemeyeceğini kabul ediyor ve onları, kendisinden bağımsız olduklarını kabullense de bir şekilde hep kendisine “ait” olacaklarını bildiği yetişkinler olarak bağrına basıyor.

İşte bu tür nedenlerle ben de pür felsefe, pür edebiyat teorisi, pür sosyoloji, pür psikanaliz vs. kitaplarını okumayı da çevirmeyi de sevmiyor; mümkün olduğunca disiplinlerarası özellikleri ağır basan kitaplar çevirmeye çalışıyorum. Ve tabii “felsefe çevirmenliği” diye ayrı bir “uzmanlık” alanı olduğunu kabul etmiyorum.

Felsefe çevirisi alanında, Türkçenin kendine has ne gibi zorlukları var? Çevirilerde terimlerin “Öz Türkçe” veya “Osmanlıca” karşılıklarının kullanılması konusunda siz ne düşünüyorsunuz? Bu konuda net bir tercihiniz var mı?

Böyle bir soru geldiğinde genellikle Türkçenin mensup olduğu Ural- Altay dilleri ailesi ile çevirilerin büyük çoğunluğunun yapıldığı Hint- Avrupa dilleri ailesi arasındaki uzaklıktan dem vurulur. İkinci ailede, yani Batı dillerinde özne ile ana fiili cümlenin hemen başında belirttikten sonra yan cümlelerle cümleyi olabildiğince uzatmak mümkünken bizde özne ile fiilin arası uzadığında bağ kopabildiği için, zamir yapısı çok farklı olduğu için Türkçe uzun cümle kurmaya elverişli değildir filan denir. Hâlbuki özneyi uygun yerlerde tekrar etmeyi, hatırlatmayı becerdikten sonra hiç de o kadar aşılmaz bir mesele değildir bu. Türkçe uzun cümleye de pekâlâ elverişlidir.

Ya da (buradan sorunun ikinci kısmına geçebileceğiz) mebzul miktarda sorunlu terimden örnekler verilir; işin tarihsel boyutu öne çıkarılır: Her şeye olduğu gibi felsefeye de “geç” kaldığımız için Batı dillerindeki nüansları ifade edecek kadar kavram birikimimiz olmamıştır, zaten kelime haznemiz de dardır. Öz Türkçeciler buradan yeni kavram ve kelimeler üretmenin, yani “uydurmanın”, dolayısıyla Dil Devrimi’nin kaçınılmaz olduğu sonucuna varırlar. Osmanlıcacılar ise bir zamanlar böyle bir mesele olmadığını, Osmanlıcanın Batı dillerindeki kavram zenginliğine zaten sahip olduğunu ve şu anda yaşadığımız sıkıntıların baş nedeninin, dildeki birçok nüansı ortadan kaldıran Dil Devrimi denen felaket olduğunu söylerler. (Bu koroya en son cemahiriye “Reis”i de katıldı bilindiği üzere).

Kavramlar ve komisyonlar

Ben bu konudaki fikirlerimi, 2005’te Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen “Kavramlar Çevrildikçe” sempozyumunda sunduğum “Kavramlar Komisyonlarca” adlı bildiride (geniş bir özeti sonradan Mayıs 2008’de Mesele dergisinde yayınlanmıştı) etraflı olarak anlatmıştım; o yüzden, yer darlığını da göz önünde bulundurarak, hemen orada savunduğum pozisyonu özetleyeyim. Osmanlıca, şimdiki savunucuları ne derlerse desinler, hiçbir zaman Batı dillerinden felsefe çevirileri yapmaya yeterli görülmediği içindir ki, o zamanlarda da komisyonlar oluşturulup daha çok Arapça köklerden terimler uydurulmaya çalışılmıştı. Felsefe lügatinde ciddi bir eksiklik tespit edip meselenin hallini “komisyona havale etme,” komisyonların “uyduracağı” terimlerle bu eksiğin kapanacağını varsayma geleneği, biraz Osmanlıca bilseler de tarihle ilgilenmeye ve düşünmeye vakit bulamayanların zannettiğinden daha eskidir. Öz Türkçeciler ise terim uydurmanın zorunluluk olduğu tespitlerinde haklıdırlar ama hem meseleyi bir köken sorununa çevirip hemen herkes tarafından anlaşılan, yani iletişim değeri son derece yüksek binlerce kelimeyi sırf yabancı kökenli diye tasfiye ederek çok kıymetli nüansların ortadan kalkmasına yol açmışlar, hem de terim uydurma işini tavsiyeden çok ideolojik dayatma yoluyla sürdükleri için son derece sorunlu olduğu, kendilerine yüklenen anlamı iletme görevini yapamadığı apaçık ortaya çıkmış olan birçok terimi sırf Öz Türkçe olduğu için kullanmak gibi büyük yanlışlar yapmışlardır. O yüzden ben ne Öz Türkçeden yanayım, ne de ölenin ölmüş olduğunu anlamaktan aciz bir Osmanlıcacılığa dönüşten; çevirdiğim kitapları da birer ideolojik indeks haline gelmiş Öz Türkçeye veya Osmanlıcaya değil, bunların her ikisini de doğal olarak içeren ve sürekli zenginleşmeyi sürdüren Türkçeye çevirdiğimi düşünüyorum. Kökeni Farsça, Arapça, Fransızca, Öz Türkçe vs. ne olursa olsun, hangi terimin iletişim değeri daha yüksekse ve hangisi yazarın meramını daha iyi aktarmayı sağlıyorsa onu tercih etmeye çalışıyorum.

“Bu Türkçede böyle mi söylenir?”

Zaten felsefe çevirilerindeki meseleyi terimler- kavramlar meselesine indirgemenin hatalı olduğunu düşünüyorum. Bence bugün birçok çeviri felsefe veya sosyal bilim metnini okunmaz hale getiren şey, çevirmenin Öz Türkçeci veya Osmanlıcacı olması falan değil de kaynak dildeki sözdiziminin, sentaktik yapının Türkçeye gerekli dönüşümler gerçekleştirmeden, yani “Bu Türkçede böyle mi söylenir” sorusunu bile sormadan, olduğu gibi taşınması (bütün Batı dillerinden yapılan çevirilerde görülüyor bu sorun; ama sanırım epey katı ve kurallı bir yapısı olduğu için Fransızcadan yapılanlarda sanki biraz daha fazla). Bu da Türkçeyi aşırı zorlayan ve bazen bütünüyle anlaşılmaz hale getiren cümleler üretmesine neden oluyor çevirmenlerin. Terminolojiye son derece vakıf, hatta çevirdiği kitabın yazarının öğrencisi bile olmuş nice çevirmenin, Türkçe cümle kurma konusunda feci zorlandığını görüyoruz. Aslında bu doğrudan Türkçe yazan birçok sosyal bilimcide de görülüyor maalesef. Bu Türkçe- bilmezlik, Türkçe- söyleyememezlik maalesef münferit bir vaka da değil.

Sosyal bilim çevirileri yayımlayan bir yayınevinde epeydir çalışmakta olan bir editör sıfatımla konuşursam, işinin ehli çevirmen bulmakta gittikçe daha çok zorlandığımızı söylemem gerek. Çevirmenlerin maddi koşullarının gittikçe sarpa sarması yüzünden yetenekli çevirmenlerin başka alanlara geçmek zorunda kalmaları ya da yetenekli olabilecek insanların bu feci koşullar yüzünden bu işe hiç heves etmemeleri bunun en öncelikli nedeni elbette ama tek neden bu değil. Bu, işin asla ihmal edilmemesi gereken pratik-toplumsal yanı, ama bu dar alanda tam anlamıyla hakkını vermek zor. O yüzden yine Türkçe sorununa dönüp şunu söyleyerek bitireyim: Gerçekten okunmaya değer çalışmalar üretmiş neredeyse bütün filozofların, sosyal ve beşeri bilimcilerin edebiyatla yüzeysel filan değil gayet derin bağlar kurmuş insanlar olduğunu biliyoruz; aynı şey çevirmenler için de geçerli. Bizde hem sosyal bilimcilerdeki hem de çevirmenlerdeki Türkçe fukaralığının edebiyatla yeterince ülfet kurmamış olmakla, hatta gizliden gizliye edebiyatı küçümsemekle çok yakından ilgisi olduğunu düşünüyorum. Gerçi kendi edebiyatımızdan da epey uzun zamandır böyle bir ülfet kurma arzusunu kışkırtacak güçte bir dil üretebilen eserler -birkaç istisna dışında- çıkmıyor ki o bambaşka bir mesele. Zaten ille de yeni yazar okumak gerekmiyor.

Geçen yıllarda “nihayet çevrildi” dediğiniz kitaplar oldu mu? Örnek verebilir misiniz?

Olmaz mı: Turhan Ilgaz- Gaye Çankaya ikilisinin Sartre’dan yaptıkları Varlık ve Hiçlik, Tanıl Bora’nın Bloch’tan yaptığı Umut İlkesi, Haluk Barışcan’ın Wittgenstein’dan yaptığı Felsefi Soruşturmalar, Nilüfer Güngörmüş Erdem’in Lacan’dan yaptığı Psikanalizin Dört Temel Kavramı, Kojin Karatani’den Erkal Ünal’ın yaptığı Transkritik, Paul Ricoeur’den Necmiye Alpay’ın yaptığı Yoruma Dair, Gilles Deleuze’den Hakan Yücefer’in yaptığı Anlamın Mantığı çevirileri geliyor aklıma hemen. Buna Şeyda Öztürk’ün birkaç ay içinde basılacak olan Negatif Diyalektik (Adorno) çevirisini de eklemek isterim.

Şu anda Türkçeye mutlaka çevrilmesi gerektiğini düşündüğünüz beş kitabı sayabilir misiniz?

Diyalektik Aklın Eleştirisi- Jean-Paul Sartre, Estetik Teorisi- Theodor Adorno, Selamet Yıldızı- Franz Rosenzweig, Psikanalizin Etiği- Jacques Lacan, Yazı ve Fark- Jacques Derrida

Kaan H. Ökten: Felsefi kavramlar “sahih” olmalı, “ideolojik” değil

Türkçe ders veren, yazan ve Türkçeye çeviri yapan bir akademisyen olarak, Türkçe felsefe çevirilerinin şu anki durumu hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Kanımca bu alanda oldukça büyük bir mesafe kat ettik. Hem çeviri yapan meslektaşlarımızın yetkinlikleri artık çok daha ileri düzeyde, hem yayınevlerinin bu konulara gösterdiği hassasiyet arttı, hem de editörlerin uzmanlıklarında ciddi bir artış oldu. Çevirilerin niteliği hakkında bunları söyleyebilirim. Ancak çevirilerin niceliğiyle ilgili olarak bu kadar olumlu bir görüş ortaya koyamayacağım. Çok daha fazla yapıtın çevrilip yayımlanmasını gönül ister elbette. Ama bu aynı zamanda bir ihtiyaç da. Özellikle de birincil kaynakların pek çoğu henüz çevrilmedi. Mevcut çevirilerin de bazıları oldukça eski tarihli. Dolayısıyla yeniden çevrilmeleri gerekiyor. Türkiye bir dönemini “ikincil kaynaklar uzmanlığı”na adamıştı. Daha sistematik ve kapsamlı bilgi edinilmesi, konuların öğrenilip çalışılması bakımından önemli bir dönemdi bu. Ama artık Türkiye’de felsefi birikim ve uzmanlık bizi birincil kaynaklara yönlendirmiştir. Bu çok sevindirici, doğru ve semereli bir gelişmedir. Zaten bunun yansımalarını son yıllarda görmeye başladık.

Derslerinize yönelik okuma malzemesini hazırlarken, mevcut Türkçe çeviriler işinizi görüyor mu? Hangi alanlarla ya da yazarlarla ilgili eksiklik yaşıyorsunuz?

Eski Yunanca, Latince ve Almanca kaynaklarda sıkıntı yaşıyoruz. Şöyle ki: Eski Yunanca ve Latince yapıtların çevrilmesi konusunda son yıllarda oldukça önemli işler yapıldı. Ancak yine de pek çok klasik metin İngilizce veya Fransızca çevirilerinden Türkçeye aktarılmış olup bunlar yaygın olarak kullanılmaya devam ediyor. “Çevirinin çevirisi”nin sağlıklı olup olmadığı hususunda bir yargıda bulunmaya gerek yok sanırım. Klasik dillere vakıf olup da onları Türkçe felsefe diline aktarabilecek nitelikteki meslektaşlarımızın sayısı giderek artıyor. Ama yine de henüz yeteri sayıda çalışma yapılamadı. Burada çevirmen sayısının eksikliğinden ve yayınevlerinin başka tür kaygılarından dolayı bir sıkıntı yaşıyoruz. Öte yandan Almanca dilindeki temel felsefe yapıtlarının (örneğin Kant ve Hegel’in eserlerinin) ivedilikle yeniden Türkçeleştirilmesi gerekiyor. Ancak böyle bir projeye gönül verebilecek meslektaşlarımızın sayısı çok fazla değil ne yazık ki. Bu sorunun kökü biraz da üniversitelerde hangi yabancı dillerde felsefe eğitimi alınabildiğiyle ilgili. Türkiye’de hâlen İngiliz, Fransız ve Arap dillerinde felsefi konularda eğitim alınabiliyor. Klasik diller de birkaç üniversitede okutuluyor. Oysa Türkiye’de Alman dilinde felsefe eğitimi alınabilecek bir üniversite yok. Bu önemli bir eksiklik bence.

Felsefi dilde Osmanlıca ve “Öz Türkçe” kelimelerin kullanımı konusunda sizin tercihiniz nedir?

Benim bu konudaki görüşüm malum. İdeolojik bir tutumum yok burada. Hangi karşılık hangi kavrama en uygun düşüyorsa onu kullanıyorum. Dolayısıyla ben hem “eski,” hem de “yeni” kavramları bir arada kullanmakta bir sakınca görmüyorum. Bu mesele Türkiye’de yıllarca gereksiz bir “kültür ideolojisi” aracına dönüştürüldü. Maalesef bu tutum hâlen devam ediyor. Oysa son derece semeresiz bir tartışma bu. Felsefi kavramlar “sahih” olmalı, “ideolojik” değil.

Bu bağlamda, İoanna Kuçuradi’nin geçmiş aylarda söylediği şu cümleler hakkında ne düşünüyorsunuz? “Türkçe bugün felsefe yapmaya çok elverişli bir dil. Kullanılan terimler, Batı dillerindeki gibi yüklü değil. Bu da Türkçe felsefe metinlerinin okura ulaşmasını kolaylaştırıyor.” (Cumhuriyet, 26.12.2014)

Talihsiz bir tartışma yaşandı o dönem. Türkçedeki mevcut kelimelerle felsefe yapmanın mümkün olamayacağı gibisinden sözler sarf edildi. Benim bu konudaki görüşüm çok net ve Kuçuradi hocanın söyledikleriyle tümüyle örtüşüyor. Bu görüşümü o dönemde Milliyet Gazetesi’yle paylaşmış ve şöyle demiştim: “Türkçeyle onlarca yıldır hem bilim, hem de felsefe yapılıyor ve çok başarılı da sonuçlar elde edildi. ‘Türkçeyle felsefe yapılamaz’ yönündeki tartışmalar çok gereksiz. Şunu da gözden kaçırmamak gerekir: Bu tartışma aslında epey eski tarihlerden beri devam ediyor. Türkçenin bilim ve felsefe dili olmadığı, bilimsel ve felsefi tartışmaları yürütebilmek için yeterli kavram ve sözcük donanımına sahip olunmadığı iddia edilmişti hep. Oysa yüz yılı aşkın bir süredir hem kavramlarımızın, hem de sözcüklerimizin sayısı arttı, düşüncelerimizi şekillendirip ifade edebileceğimiz dil ufkumuz genişledi. Bütün bunlar son derece önemli ve yararlı gelişmeler. Ancak bunu sadece yeni sözcüklerin üretilmesi veya aktarılması şeklinde anlamak doğru olmaz. Çünkü Türkçenin kendine özgü olağanüstü bir ontolojik çerçevesi var. Ne mutlu ki bizler, son bir iki kuşaktır bu ontolojik imkânları da değerlendirme yoluna girmiş bulunuyoruz. Asıl heyecan verici olan gelişme işte bu. Nihayet ontolojik tartışmalarda konunun özüne nüfuz eden çok ilginç, ilginç olduğu kadar da hakikate isabet eden bir dil formasyonuna sahip olduk. Bundan sonuna kadar yararlanmak gerekir. Örneğin ben kendi telif ve çeviri çalışmalarımda bu imkânları sonuna kadar seferber etmeye çabalıyorum. Türkiye’deki tartışmaları bir bakıma 18’inci yüzyılda Almanya’da yaşanmış tartışmalara benzetiyorum. Zira o yıllarda Almanya’da felsefeciler Latinceden Almancaya geçiş yapmaya başlamış, hem uygun karşılıklar bulma arayış ve heyecanı içinde olmuş, hem de kendi dillerinin imkânlarından olanca güçleriyle yararlanma yoluna gitmişlerdi. O sıralarda da müthiş bir tartışma cereyan ediyordu: Almancanın yeterli olmadığı, bir halk dili olmaktan öteye gidemediği, doğru dürüst bilim ve felsefe yapabilmek için başka dillere muhtaç olunduğu iddia ediliyordu. Ama tarihin gösterdiği gibi Almanya’da sonuç hiç de iddia edildiği gibi olmadı. Dünyanın en önemli felsefe, bilim ve edebiyat dillerinden biri ortaya çıktı son iki yüz yılda. İşte ben Türkçenin de aynen bu şekilde yoluna devam ettiğini ve felsefe, bilim ve edebiyat dünyasına çok önemli katkılar sağlamakta olduğunu düşünüyorum. Kendi dilimiz sayesinde varlığın hakikatine çok daha özlü şekilde hakim olabileceğimizi düşünüyorum. Burada ideolojik bir tutum içine girerek dar anlamda belirli bir dilsel formatı tercih etmenin, dilimizin hakikat yolculuğunun önüne yapay engeller koymaktan başka bir işe yaramayacağını düşünüyorum.” (Milliyet, 25.12.2014)

Geçen yıllarda “nihayet çevrildi” dediğiniz kitaplar oldu mu? Örnek verebilir misiniz?

Oldu elbette. İş Bankası Kültür Yayınları’nın yayımladığı biyografi dizisi gerçekten çok önemli bir proje. Litera Kitap’ın yayımladığı “İslam Felsefe Klasikleri” dizisi müthiş bir çalışma. Say Yayınları’nın “Fikir Mimarları” da önemli bir katkı sağladı. Metis, İthaki, YKY, MonoKL, DoğuBatı ve adını burada sehven anamadığım diğer yayınevi, yazar ve çevirmenler takdire şayan çalışmalara imza atıyorlar. Görebileceğiniz gibi Türkiye’de hummalı bir felsefi yayın faaliyeti devam ediyor. Ama bu elbette ki yeterli değil. Çok daha fazla ve çok daha nitelikli yapıtların ortaya çıkacağından eminim ben.

Şu anda Türkçeye mutlaka çevrilmesi gerektiğini düşündüğünüz kitaplar hangileri?

Platon ve Aristoteles’in Eski Yunancadan yapılan çevirilerinin devam etmesini umut ediyorum. Öte yandan Augustinus ile Thomas Aquinas’ın yapıtları Türkçede yok (İtiraflar hariç); son derece büyük bir eksiklik. Bunların dışında Kant ile Hegel’in yeniden çevrilmesi gerekiyor. Descartes’ın toplu eserleri bir dizi halinde hazırlanırsa çok faydalı olur. Newton’un Principia’sı hâlen Türkçede yok; bu bir skandal. Francis Bacon’un Novum Organum’u yeniden çevrilmeli. Leibniz’in çalışmaları neredeyse hiç yok gibi; bu çok büyük bir eksiklik. Husserl’in yapıtlarına gösterilen ilgisizlik çok şaşırtıcı. Husserl konusunda daha çok çalışmak gerekiyor. Bir başka eksiklik Dilthey’ın yapıtlarıyla ilgili yaşanıyor. Dilthey’sız bir felsefe formasyonu mümkün olamaz.