Yetmiş yıl önce Attilâ İlhan...

"Gerçekten çok değerli bir hazine bu mektuplar. İyi ki ele geçtiler ve yayınlandılar. Bu kitap Attilâ İlhan çalışmalarına yepyeni boyutlar getirecek... Yarın İlhan’ın gerçek biyografisini yazacaklar için olağanüstü ve dışı bir kaynak."

 

Tamı tamına yirmi yıl önce Attilâ İlhan kendisine gönderilen mektupları hiçbir süzgeçten geçirmeden, yalın, çırılçıplak, olduğu gibi yayınlamış ve kıyamet kopmuştu. Böyle şeyleri severdi. Medyatik olmak, adından söz ettirmek, kavgalar başlatmak, kızıştırmak, sonra uzaktan izlemek usulüydü. Bu işlerin zamanlamasını, planlanmasını, taktiğini inceden inceye kurgulardı. Ya da tüm bunlar için doğal bir yeteneği, çok güçlü sezgileri vardı diyeceğim. Zekâsı bıçak kadar keskindi. Muhayyilesine ise ancak ‘deha’ düzeyinde denebilirdi. Her şeyiyle farklı birisiydi.

Mektupları yayınlamasına tepki gösterenler arasındaydım. Kitapta kendisine Ankara’dan yazdığım mektuplar yer alıyordu. Gönderdiklerimin içeriğinden zerre kadar rahatsızlık duymadım. Usul açısından itiraz ediyordum. Sadece kendi adıma değil… Mektuplarımda başkaları hakkında tek kelime yoktu. Oysa birçok yazarın 1970’li yıllarda (yani kitap yayınlanmadan neredeyse 25 yıl önce) yazdığı mektuplarda başka yazarlar hakkında, onların kişisel yaşamı hakkında notlar, sözler, hükümler, hatta küfürler yer alıyordu. O dönemde o iki yazarın ilişkisi diyelim öyleydi. Sonradan barışmışlardı. Şimdi yüz yüze bakan insanların birbiri hakkında onca yıl önce yazdıklarını ortaya döküp saçmanın ne âlemi vardı? İlhan, insanların tutarlılığını, sonradan kendisini eleştirenlerin bir dönemde ona ne kadar bağlı olduğunu göstermek maksadıyla bu mektupları yayınlandığından mutluydu. Ayrıca onun tabiriyle patırtı başlamıştı. Televizyon haber programlarına bile konu oldu(k).

Gününde söylediklerimi bugün de yinelerim: Attilâ İlhan, Cumhuriyet dönemi edebiyatının en büyük isimlerindendir. Adına bir belgelik hazırlanmalıdır. Bu mektuplar orada saklanmalı, belli bir müddet sonra yayınlanmalıdır. Yayınlanırken de ufak tefek gizlemelerin kimseye zararı dokunmaz. Hayatta kendisine ait neredeyse hiçbir şeyi saklamamış ama sonradan bazı belgelikler kurmuş birisi olarak gene aynı görüşteyim. (Bu arada belirteyim, İlhan’ın bana yazdığı birkaç mektubu elimde. Hem de çok güzel şekilde yayınlayacağım onları. Aynı şekilde Selim İleri’nin bana mektuplarını içeren muhteşem koleksiyonunu da gene mükemmel şekilde yayınlayacağım. Kendisinden de izin aldım.)

Oysa İlhan’ın ardından kurulan Attilâ İlhan Vakfı maalesef bir ödül vermek dışında hiçbir şey yapmıyor. Ne oldu kişisel arşivi, belgeleri, kitapları, notları? 1975 sonrasını, 2005’teki ölümünden hemen öncesine kadar yakından biliyorum. Yeğeni Kerem Alışık dostuma ‘neredeler’ diye sorduğumda aldığım cevap dehşet vericiydi. Özeti, özel arşivinin yok olduğu şeklindeydi. Başka açıklamalar da yaptı ama saklamalıyım onları. Umarım bir gün, bir yerden çıkar o kayıp arşiv. Pek öyle önceden notlar alan birisi değildi ama yarım kalmış çalışmaları olduğunu biliyorum. Bazı romanlara başlamıştı. Gözlerimle görmüştüm. Bakalım zamanın rüzgârı üstündeki tozu kaldıracak mı?

Hemen belirteyim: Geçen yıl ölümünün 15. yılıydı. Pek bir şey yapıldığını görmedim. Bir derginin editörü de olan yakın bir dostumla konuyu görüştüm ama salgın hastalık araya girdi ve değil o konu, tüm hayatımız yarım kaldı. Bugün Attilâ İlhan’ın kitapları da yayınlanmıyor. Romanlarını geçtim, şiir kitaplarını bulmak bile zor. Her zamanki iddiamı tekrarlayayım: bir yazar ölünce yaklaşık 30 yıl unutulur. Sonra yeniden keşfedilir. Kendisine dönülen yazarlar bu defa klasik olurlar. Bazen düşünüyorum. Yukarıda da vurguladım: Onu tanıyışımın üstünden neredeyse 50 yıl geçti. Bu sürenin artık bir ‘tarih’ olduğundan kuşku yok.

Şu sıralar ürpertici bir şey yaşadık: İlhan’ın 1950’lerin başında kardeşi Cengiz İlhan’a yazdığı mektuplar ortaya çıktı.[1] Mektuplar 30 Nisan 1951-1 Mayıs 1953 arasını kapsıyor. 1953 yılından dört mektup var. Ürpertici, çünkü mektuplar bir sahafın ambarında, kâğıt yığınları arasında bulunmuş. O düzeyde bir edebiyatçının yazdığı bu ölçüde mahrem mektupların elden çıkıp böyle bir akıbet yaşamasındaki hüzün bir yana, sonuca sevinmemek olanaksız. Öncelikle yayınevini kutlarız. (Anımsıyorum, kendisiyle yakınlığımı bilen birisi, bir gün bana da ona ait olduğu düşünülen bir ‘oyunu’nu göndermişti. İlhan’ın yazdığına inanmadığımı söyledim. Akıbetini bilmiyorum. O kişi kimdi, anımsamıyorum, tanımıyordum da.)

Bu işlerle ilgili insanlar için ve yarın İlhan’ın gerçek biyografisini yazacaklar için olağanüstü ve dışı bir kaynak. Mektuplar şairin kardeşi Cengiz İlhan’a yazılmış. Sahafa intikal eden tomarda Cengiz Bey’in eşi Nermin Hanım’a yazdığı mektuplar da varmış. Attilâ İlhan’ın iki kardeşi vardı ve birbirine müthiş düşkün bir aileydiler. Kardeşini çok severdi. Cengiz İlhan da muhakkak ki onu sever ve sayardı. (Hiç tanımadım onu, fakat hep duydum. Şimdi basında sürekli olarak önceki İzmir Barosu başkanlarından bir avukat olarak söz ediliyor adından, bu kitap vesilesiyle. Aynı zamanda Mecelle şarihidir. Bir Mecelle şerhi yayınlamıştır. O da bildiğim kadarıyla meçhuldür, sahaflar dışında bulunmuyor. Gene kırk yıl önce çok yakın görüştüğüm romancı Mehmet Eroğlu’nun lisedeyken felsefe hocası olmuş. Eroğlu’nun kendisinden çok etkilendiği bir hocasıydı. Bir romanında da yer alır. Sonradan Mehmet Eroğlu’nun kardeşi, Cengiz Bey’in kızıyla evlendi.)

Nasıl düşmüş mektuplar hurdacıya? İhsan Yılmaz’ın Hürriyet’te yayınladığı yazısından[2] öğrendiğimiz kadarıyla, aile ‘taşınma ânında’ demiş. Olmaz değil, olmuştur da. İlhan son kırk yıldır, ‘fenomen’ olmuş bir edebiyatçı. Onun başına da bunlar geliyorsa, benim zamanında yaptığım önerinin önemi büsbütün ortaya çıkıyor: Yazarlar, sanatçılar artık kendi vakıflarını kurmayı ve bu tür kazaları engelleyecek önlemleri almayı öğrenmeli. Hiç değilse kurumlar bu işi ciddiye almalı. Hafızası derinden silinmiş Türkiye, onu kullanmayı bilmediği için olanı da kendi eliyle tüketiyor, belleğini her gün bizzat kendi eliyle siliyor. Buna ben ‘bellek korkusu’ diyorum. Aleida Assman’ın ele aldığı bir olgudur. Türkiye’nin belleğinin olmadığı çok dile getirilir de, bir bellek istiyor mu Türkiye sorusunun yanıtı meçhuldür.

İçeriği itibariyle vurucu bir kitap bu. Tabii çok kötü basılmış, dizgi hataları diz boyu, dünya kadar eksiği var, dişe dokunur bir notlaması yok. Mevcut notlar, bir iki istisna dışında, fazla önemli şeyler değil. Teknik ayrıntılar. Asıl açıklanması gereken unsurlar ele alınmamış. Belli ki, kitabı düzenleyenler bilmiyorlar Attilâ İlhan’ın yapıtını. Özel yaşamını tanımıyorlar, yapıtlarının ayrıntısına vâkıf değiller. Saygı duydukları muhakkak olan İlhan’ı ne kadar tanımadıklarını göstereceğim. Anlatılanların ne olduğunu kavramadan geçiştirmişler. ‘Okunmadı’ dedikleri cümleler bunu kanıtlıyor. Olması gereken notların ‘namevcudiyeti’ bu kapıya çıkar. Eh, dünyada bir yazarın, bir sanatçının ‘scholar’ı (‘uzman’ diyoruz ama değil, uzman fazla teknik; gönlünü de nesnesine vermiş ‘öğrenci’ demektir aslında ‘skoler’) olmak diye bir şey de var, değil mi? Gene de teşekkür borçluyuz bu kitabın yayınlanmasına ve emek verenlere.

Ayrıca mutlaka bir önsöz gerekiyorsa, işte o dönemin tanığı Yılmaz Gruda orada duruyor, anıt gibi. O günlerde İlhan’ın en yakın, en mahrem dostuydu. Her zaman da yakın oldular. Gruda yazsaydı o önsözü, bu karar sadece ona bir kadirşinaslık olmaz, söyleyecekleri bakımından edebiyat tarihine de ışık tutardı.

Nesnel planda İlhan’ın inkâr edilemez önemini kabul edip zikretmek böyle bir kitapla ilişkilenmek için yeterli neden olamaz. ‘Niye yayınlandı bu mektuplar, hiç önemi yok’ mu diyeceklerdi? Kitabı fiilen yayınlıyorlar. Dolayısıyla sadece çok önemli demek Lapalissade veya totoloji kabul edilebilir. Kitap zaten önemli. Ben de belirtiyorum. Ama asıl önemli olan metni daha analitik bir düzeye taşımak.

Mektup yayıncılığının hassasiyeti burada. Not da daha gizli olanı açığa çıkarmakla ilgili bir çalışmadır. (Çok önemli değil ama Kardeşime Mektuplar adı da bana göre fazla ‘öznel’. Attilâ İlhan bu türden adları sevmezdi. Hayatında hiç küçük veya öznel hiçbir şey yapmadı. Örneğin asla günlük tutmadı. O tür çalışmaları küçümser bir edası da vardı. Daima büyük düşündü. Benim bazı kişilerde saptadığım ‘küçük düşünememek’ sorunu onda da vardı. Romanlarının hacmi, gençliğindeki sürekli destan yazma çabası ve tutkusu, ‘büyük yaşamak’ iddiası o özelliğini yansıtır.) Her şeye rağmen, evet, bu kitap için müteşekkiriz.

Şimdi gelelim mektupların bazı gizlerine…

Her şeyden önce İlhan’ın ‘star’lığa hazırlandığı yılların dökümü, ayrıntıları var bu yazışmalarda. Metin rahatlıkla üçe ayrılabilir. Kendi deyimiyle ‘40 karanlığını’ yaşamış, 1946 yılında tutuklanmış, hapis yatmış 16 yaşındaki bir çocuğun yeniden okuma hakkını elde etmesinden sonra geldiği İstanbul’da, liseyi bitirmesinin ertesinde, edebiyatçılığını muhkemleştirecek şiirlerini yazdığı dönem, mektupların sergilediği birinci yaşantı (‘yaşam’ değil) kesiti. Bu kesit kitabın birinci bölümü. Sonra Paris’e gidecektir. O dönem kitabın en geniş kısmıdır ve hayatının ikinci dönemidir. Nihayet Paris’ten döner gelir ve yaşamının (‘yaşantısının’ değil) ve kitabın üçüncü dönemine başlar. İlk dönemi ele alalım.

Bu mektuplarda kendisini arayan bir genç var mı? Daha çok, ‘bulmuş’ birisinden söz edilebilir. Tıpkı o dönemde yazdığı romanlarda birilerinin söylediği gibi, Attilâ İlhan da "Yalnız bir rota düşünüyorum. İklimler ve limanlar boyunca bir rota. Eğer, ben bir küfürsem, yalnız bir şehrin ve ülkenin suratına değil, bütün arz ve tul dairelerinin (enlem ve boylam-HBK) suratına savrulmalıyım" (s. 25/6 Mayıs 1951 tarihli mektup) diyor. Bu satırlardaki İlhan’la ilk romanı ve o yıllarda yazdığı Sokaktaki Adam’ın Hasan’ı arasındaki benzerlikler çok açık.

Ne yapıyor İlhan? Bilmediğimiz işler: Örneğin özel dersler veriyor. (Anılarını bölük pörçük yazdı İlhan. Zaten ‘Hangi...’ dizisine alt başlık olarak Anılar ve Acılar adını vermişti. Bu seriden bir kitabını bana imzalayıp gönderdiğinde ‘... nice anılar ve nice acılarla’ diye yazmıştı. Hangi Batı dönemi ‘anılarında’ tam da bu mektupların serimlediği yıllarda büyük rol oynayan, Gerçek gazetesinden arkadaşı Hasan Tanrıkut, Kıbrıs’a gider. Giderken ders verdiği bir öğrenciyi İlhan’a devreder.)

Sonradan sürekli olarak ‘kuru’ olmasıyla yani hiç içki içmemesiyle övünen ve bunu hayatı boyunca özellikle vurgulayan İlhan bu mektuplarda içki içen, meyhanelere giden birisi. Hatta garsonlar bir yana ‘bağdemciler’ (ölene kadar ‘bağdem’ diye yazdı, mesela romanlarındaki bazı kişiler ‘bağdem bıyıklıdır’) bile kendisini tanıyor. O arada, belirteyim, hep öyle söylerdi, çok kısa ‘birinci Paris’ yolcuğunu yapıp dönmüştür ve örneğin Malraux’nun La Condition Humaine’ini okumaktadır. Sonradan, ‘20. yüzyılın ağrısı’ diyeceği Malraux için daha 1951 yılında ‘büyük adam’ yargısına varmıştır. Diğer kitaplar, hayatı boyunca seveceği Koestler’den Le Zero et L’infini, Upton Sinclair’den La Fin d’un Monde, Orhan Kemal’den Sarhoşlar.

Bu dönemin şiirleri arasında sadece ‘Eski Deniz Halkı’nı zikreder. (Kitapta sadece bu şiiri açıklayan bir dipnot verilmiş. Neden diğerleri yok?) Şiir sonradan Sisler Bulvarı’nda yer alacaktır ve şairin Duvar’daki sesini ve söyleyiş tarzını daha egzotik, bireyci, serüvenci, gergin havasına taşıyan köprü şiirlerden biridir.

Sonra âşık bir İlhan giriyor kareye. N. diye bir kız var örneğin:

"Kim N.? Bir kızcağız işte. Haftada bir gün beraberiz. Okumuş yazmış bir kız. Melek Sineması’nda bir filmi beraber seyrettik. Hoşuma gitti. Peşine takıldım. Halbuki pek öyle kız da değildir. Her neyse, onun da gözü beni tutmuş. Buna rağmen reddetti (...) Selam, kelam derken oldu işte. Bu, aşk değil."

Bu öyküyü anlattıktan sonra o dönemde benzeri olaylar karşısında benzerlerini dile getirdiği, biraz melankolik bir yargıya varır: ‘Aşk için ben belki de eskimiş bir adamım artık.’ (N. şairin şiirlerinden çok önemli birisinin kahramanı olacaktır. İleride göreceğiz.[3]) Bir süre sonra ‘N. beni tutabilecek çapta değil. Hemen sürüklenmeğe başladı.’ (s. 65) diyecektir ve hemen ‘Kaya’ (?) diye bir başka kızdan söz açacaktır, ama o amcasının kızı Kaya İlhan’dır. Aynı kızdan daha sonra bir mektup alacaktır, Paris’e. (s. 95)

Bunları henüz 26 yaşında bir genç söylüyor. Ama o genç, ‘bir rota düşünüyorum’ dedikten sonra, İngilizceye başlamak istediğini yazar ve ekler:

"Bütün cereyanların, kavgaların dışında; ama hepsini ihata ederek (kuşatarak-HBK), tabiatı, cemiyeti ve insanı fethetmek istiyorum.’ (s. 39) O arada da ‘hayatımın şiirini yaşıyorum’ diyecektir. Ekleyeceği cümlelerle daha da farklı bir ‘tip’ sergiler: ‘Kendimi diğer insanlara nazaran daha zeki değil fakat daha ahlaksız hissediyorum. Bu onların budalalıklarını bilmek ve teşhir etmek kabalığını ve küstahlığını göstermemden doğan bir his (...) Benim muhteşem hergeleliğim. İşte mesele bu. Herkes alelade hergele olamazken ben muhteşem bir hergele olabiliyorum." (s.41-42)

İlhan, bu mektuplarda ilk romanında kahramanlarına söylettiği sözleri tekrarlayan biridir. ‘Ben 21. yüzyılın inkârıyım’ diyecektir. O romanda Antonio’ya söylettiği, ‘insanların yeni bir İsa’ya ihtiyacı yok’ sözünü anacaktır. Buna benzeyen, daha ‘Varoluşçu’ ve metafizik cümleler de kurar. İlhan’ın yaşamı boyunca yakasına yapışan bireycilik-toplumculuk ilişkisinin dokusu bu mektuplar bir bütün olarak okunduğunda daha iyi anlaşılıyor. Bana göre İlhan yapısı gereği bireycidir ama zihniyle toplumculuğu seçmiştir. Büyük başarısı bu iki olguyu birbirine mezcetmesinde, onu da önemli bir ‘sol problem’ olarak ortaya koymasındadır. Gerçekten de bu mektupların İstanbul-Paris-İstanbul hattı bu belirttiğim yapıyı açıklıkla gösteriyor.

Bu hayat 1951 yılı Ağustos ayında kesilir. 1950’li yılların başındaki ikinci dönemi başlar. 19 Ağustos günü Paris’e doğru yoldadır. 7 Ağustos günü Cengiz’e mektup yazar. Yurtdışı yolculuğunu açıklar. Ama gizli tutmasını ister ve ekler:

"Son vakıya bak: Abbas yolcu. Bu neden oluyor? Onu da sana izah etmem yahut etmeye çalışmam beyhude (...) Şimdilik yola çıkacağımı –anlayacağın sebeplerden– gizliyorum. Eve de bir şey söyleme (...) Velhasıl, sana Matake’nin cevabını verebilirim: ‘dünya’ya yönel. Devedikenleri de peşimizde.’ "(s. 69)

(Buradaki Matake’yi açıklayayım: İlhan’ın bana ‘Türk düşmanı olması iyi bir romancı olmasına engel değildir’ dediği ve kuşağının birçok insanı gibi Yaşar Nabi çevirilerinden okuyarak çok sevdiği Panait Istrati’nin Baragan’ın Dikenleri romanının 14 yaşındaki kahramanıdır.[4]

Bu esrarengiz yolculuğu annesine-babasına yazdığı mektupta basitleştirir: ‘Yolculuğumun hiçbir gizli tarafı olmadığını Cengiz size anlatmıştır’ (s. 77) der. Bu sayfada aldığı kitaplardan söz eder. O arada kaydedeyim. Bir kitap için metni hazırlayanlar ‘okunmadı’ notunu düşmüşler. (s. 91) Ben okuyayım: İlhan’ın biraz karışık şekilde yazdığı kitap Fransız Komünist Partisi başkanlarından Grenier Fernand’ın La Marche Radieuse isimli kitabıdır. Gene o sayfada okunmadığı söylenen sözcüklerden biri ‘tempet’ diğeri ‘kommünacıları’dır. (Hep öyle derdi.) Ayrıca kitabın editörleri bir derginin adını ‘defense de la paris’ diye okuyup metne öyle işlemişler. Doğrusu İlhan’ın yazdığı gibi, ‘défense de la paix’ olacaktır, o yılların etkin sol dergilerindendir.

Evet, yolculuğun esrarengiz bir yapısı mevcuttur. İlhan, daha sonra ilk Paris yolculuğunu Nâzım Hikmet’i Kurtarma Komitesi’yle ve İlerici Jön Tükler hareketiyle ilişkilendirmiştir. (Şiirinin 50. yılı için 1991’de, Varlık’ta unutulmaz dostum Enver Ercan’la bir sayı düzenlemiştik. O zaman kendisiyle üç gün süren bir mülakat yapmıştım. O bandı yitirdim. Söyleşiyi de yayınlamadım. Bana 1949 sonbaharında Paris’e indiklerini anlatmıştı.)

O yolculuk zaten kısa sürmüştür. Üç kişidirler: 1951 yolculuğunda evinde kaldığı ve mektuplarında hayli yer tutan Cahit (Güçbilmez, lakabı: Mırç) ve kardeşi Cengiz. Kardeşi büsbütün erken döner. (Attilâ Abi bizzat anlatmış, Cengiz Bey’in o zamanlar çok dışadönük birisi olduğunu belirtmişti. ‘Sonradan nasıl böyle oldu?’ diye daima düşünür ve sorardı. Daha içedönük bir kişilik kazandığını ima ederdi. Bunu erkenden evlenmesine bağlardı. Hatta vapurdan Marsilya’da inince yanlarındaki Türk sigaraları için karaborsacılarla (?) pazarlık yaparlar. Türk tütünü ve sigarası o devirde Avrupa’da çok revaçtadır. İnen yolculara yanaşan bıçkınlar vardır. Cengiz Bey dil bilmediğinden, (gelenler galiba İtalyanlar) yere tebeşirle istediği fiyatı yazarak pazarlık ediyor. İlhan, bu sahneyi Zenciler Birbirine Benzemez’de aynen anlatır. Esasen yazdıklarından ve onların hayatındaki izdüşümlerinden asla söz açmazdı.)

İlerici Jön Türkler’den Vartan İhmalyan, Bir Yaşam Öyküsü isimli kitabında bu dernekten söz eder. İhmalyan derneğin Paris yöneticisidir. İlhan da konuyu sonradan Hangi Edebiyat isimli kitabına aldığı 17 Ocak 1991 tarihli yazısında genişletir. İstanbul 3. Sorgu Hâkimliği’nin 8 Aralık 1959 tarih ve 959/246 sayılı ara kararında bu grubun kimlerden oluştuğunu isimleri vererek belirttiğini söyler ve kendisi de yazısına derç eder.[5]

İkinci Paris yolculuğuna niçin çıkmıştı? Sorunun somut cevabı bellidir. Öncesinde ilişkide olduğu Türkiye Sosyalist Partisi hakkında açılan davalar. Bu eldeki ve görünen neden. Fakat öncesi de var. Az sonra değineceğim şekilde, kendisinin de içinde etkin olduğu bazı derneklere üst üste davalar açılmaktadır. Onlar da bu yolculuğun planlanmasına mutlaka etki etmiştir. Fakat şimdi ilginç bir şey söylemem gerekiyor. Bir söyleşimizde Paris’e Nâzım Hikmet’le buluşmak için gittiğini belirtmişti. Nâzım Hikmet 15 Temmuz 1950’de, 1938’den beri tutuklu olduğu cezaevinden afla çıkmıştır. İlhan, Nâzım Hikmet’i Kurtarma Komitesi’nin (içinde çok faaldir) istediği sonucu elde ettiğini ve bazı yollarla kendisine 17 Haziran 1951’de Moskova’ya giden Nâzım Hikmet’in onunla/onlarla Paris’te buluşmak istediği, en azından Nâzım Hikmet’in Paris’te olacağı ve giderse onunla görüşebileceği haberinin geldiğini belirtmişti.[6] Bunu teyit ve diğer gerekli bilgileri almak için Kemal Tahir’le buluştuklarını anlatmıştı. Bu konuyu Selim İleri’yle yaptığı uzun görüşmede biraz farklı anlatır. Gene de birbirine yakın şeyler söyler.[7]

Bir akşam Tahir’in evine gittiğini, konuklar olduğunu, hep beraber kalkılırken romancının ‘şair, sen biraz kal’ dediğini söylemişti. Başa baş görüşmelerinde Tahir, ona Nâzım Hikmet’in Paris’e geleceğini, onun da gidip buluşmasının doğru olacağını belirtir. Anlatımına göre İlhan, Paris’e (biraz da) bu maksatla gider. Nitekim, kitaptaki 2 Temmuz 1951 tarihli mektubunda ‘Akşam Kadıköy’de bir romancının evinde idik. Kemal Tahir adını hiç duydun mu bilmem’ (s. 59) diyor. Bir buçuk ay sonra da yolculuk başlıyor. Devamını ise şöyle anlatmıştı: ‘Ben gittim, bekledik, Nâzım gelemedi. O zaman anladık: esir!’

Yalnız bir nokta var: Selim İleri’ye Kemal Tahir’le iki kere görüştüğünü söyler. Kemal Tahir’in ‘sen git, Nazım gelecek’ dediğini belirtir. ‘O zaman ben Nazım’ın kaçacağını düşündüm’ der. Bu söz ikinci görüşmede söylenmiştir. Bu mektuptaki görüşme ikinci görüşmeyse Nazım o tarihte kaçmıştır. Arada bir çelişki söz konusudur.[8]

Ne kadar doğrudur bu anlatım, bilmek olanaksız. Fakat bende neredeyse elli yıla yakındır duran bu emaneti bu suretle özgürleştiriyorum. Yukarıda gösterdiğim gibi, Paris’e gideceğini haber olarak kardeşine yazarken meseleyi sır gibi anlatması ortada politik bir gerçek olduğunu sezdiriyor. Buna basında zaman zaman değinilen bir varsayımı eklemek gerek. 1951 yılının Ekim ayında, İlhan’ın Türkiye’den uzaklaşmasından sonra bilinen ‘komünist tevkifatı’ başlar. İlhan için adına kurulmuş vakfın web sayfasında da, Gerçek gazetesindeki bir tercümesinden dolayı hakkında başlatılan tahkikat, Paris yolculuğunun gerekçesi olarak gösteriliyor.

DP’nin iş başına geldikten kısa süre sonra başlattığı tutuklamalar Türkiye sol tarihinde çok işlenmiştir ve çok sancılıdır. Sevim Belli[9] ve birçok kişi, o arada Enver Gökçe, gelişmeleri anılarında ele alır.[10]

Attilâ İlhan’ın yurtdışına çıkışı bu hadiseyle de irtibatlandırılır ve buradan hareketle İlhan hakkında bir ‘tezvirat’ geliştirilir. Belli çevrelere göre yaygın tutuklamaların yapıldığı bir sırada ve sol cenahtan kimseye verilmezken İlhan’ın pasaportla dışarı çıkması şaşırtıcıdır. Babasının devlet yöneticisi olması bu iddiayı öne sürenlerin başlıca dayanağıdır. Onlar, sol çevrelerle irtibatlı, aktif İlhan’ın yasal olarak yurtdışına çıkışını, hakkında doğrudan yazılarıyla ilgili dava açılmamasını, davaya sadece tanık olarak dahil edilmesini bu yaklaşımla izah eder. Uğur Mumcu çok etki yaratan ve İlhan’a şiddetle saldıran bir yazısında bu durumu söz konusu eder. Dava dosyasına gider ve İlhan hakkında ‘korkuya (‘tevahhuşa’) kapıldığının’ söylendiğini belirtir.[11]

Gerçekten de İlhan, Gerçek gazetesindeki çalışmalarının hemen öncesinde Esat Adil’in çıkardığı Gün’de şiirlerini yayınlamaktadır. Şiirlerini yayınlayan Hasan Tanrıkut daha sonra ondan Gerçek dergisine/gazetesine katılmasını istemiştir. Bu, günlük çıkan ve 27 Eylül-19 Aralık 1950 tarihleri arasında yayınlanan Gerçek gazetesidir. Tanrıkut, İlhan’ı Esat Adil’e götürür. Adil de benimser ve İlhan hem gazetede hem de Esat Adil’in kurduğu, ardından kapatılan, 1950’de ikinci kez açtığı Türkiye Sosyalist Partisi’nde faaliyete başlar. Kendi anlatımına göre Asım Bezirci’yle birlikte geceleri gazetede, kâğıt bobinleri üstünde uyur. İlk siyasi yazısını da o dergide yazar.[12]

İşte bu özellikleri taşıyan birisinin o dönemde pasaport alması olanaksız kabul edilir. İlhan’ın yurtdışına çıkması hayatı boyunca bu iddialara zemin olmuştur. Mesela bu iddiayı eski gazetecilerden Bedii Faik verdiği bir mülakatta dile getirmişti.[13] Bedii Faik, Matbuat, Basın Derken isimli kitabında da konuya değinmiş ve çirkin iddiasına karşılık, İlhan’dan, söylediklerini reddeden bir cevap almıştı. Bedii Faik’in savı sonradan çeşitli mecralarda reddedilmiştir. Buna rağmen benzeri suçlamalar, daha doğrusu kara çalmalar sürekli olarak gündemde tutulmuştur. İlhan bunları çok açık şekilde Nebil Özgentürk’ün hazırladığı ve Bir Yudum İnsan dizisinde yer alan belgeselde açıkça reddeder ve hakkındaki iki iddiadan birinin bu, diğerinin de eşcinselliği olduğunu söyler.

Ben de çeşitli nedenlerle bu konuda birkaç yazı yazmıştım. Birisi, gene eski bir MİT ajanının solcu şair ve yazarların MİT’te çalıştığını söylemesi üstüne, onu reddeden bir yazıdır: ‘Attilâ İlhan Casus muydu?’[14]İkinci yazıda, şair Arif Damar’ın bana Attilâ İlhan hakkında söylediklerini zikretmiştim.[15] Damar da aynı iddiayı tekrarlıyordu. Yazımda bahsettiğim, kesinlikle doğru bulmadığım düşüncesine verilen cevaplardan sonra da bir yazı yayımladım: ‘Eski Defterlerde Attilâ İlhan’.[16] Abacı’nın yukarında andığım yazısı somut bir analiz yapar ve bu savın saçmalığını ortaya kor. Ayrıca değerlendirme basında irili ufaklı başka yazılarda da ele alınır ve reddedilir. Hele Damar’ın bana belirttiği gibi, İlhan’ı yurtdışına devletin gönderdiğini söylemek, elimizdeki mektuplar okununca büsbütün saçma bir hal alıyor.

Yalnız şöyle bir durum var. İlhan sadece Gerçek’te çalışmakla kalmamıştır. Açıkça bilindiği gibi, Esat Adil’in başında olduğu ve ikinci kez kurulan/açılan Türkiye Sosyalist Partisi’nde de gayret göstermiştir. Gerçek’te verilen haberlerde İlhan’ın parti toplantısına katıldığı ve hayli ilgi gören, çok alkışlanan konuşmalar yaptığı yazılır. Üstelik bu vurguyu bizzat Esat Adil ve kendisinin daha hapislik yıllarından tanıdığı (Sarı) Mustafa Börklüce yapmaktadır. İlhan konuşmasında partinin örgütlenme stratejisi üstüne sözler eder ve Börklüce tarafından ‘ateşli hatip’ olarak nitelendirilir. Görüşlerinin çok ilgi topladığını belirtir. O toplantı 13 Ekim 1950 günü yapılır. Sonunda tüm bu tartışmaları başlatan davalar açılır. İlhan da davaya dahil edilir. Davalar o Paris’ten döndükten sonra karara bağlanacaktır. Paris’ten döndükten sonra bizzat Esat Adil, tanık olarak davaya dahil edilen İlhan’ın mutlaka katılmasını ve mahkemede konuşmasını ister. Konu Sovyetler’le olan ilişkilerdir. İlhan beklendiği gibi ifade verir. Dava düşer. Ama o arada Hasan Tanrıkut’un ‘delirdiği’ ortaya çıkar. İlhan çok üzüldüğü bu hadiseyi çok yazmış ve anlatmıştır.[17]

Daha ileri gitmeden, burada başka bir ismin de bu yöndeki eleştirilerini ele alalım: Gerçek’te birlikte çalıştıkları ve Esat Adil’in akrabası olan Orhan Müstecabi de İlhan hakkında olumsuz iddialar sergiler. İlhan’ın partiye girmesinden sonra Esat Adil’i ve yakın çevresini uyardığını söyler: "

Bu adam karışıktı, nitekim sonradan da kesinlikle MİT’e hizmet eden (önceleri Millî Emniyet’e hizmet veren) bir ajan olduğu mahkeme zabıtlarına göre doğrulandı."[18]

Bu görüşlerinin tek bir dayanağı yoktur. Doğrulanan bir şey de bulunmamaktadır. Bütünüyle öznel ve İlhan’la arasındaki çekişmeyi yıllar sonra bu şekilde itiraf eden bir yaklaşımdır. Şimdi kendisi de aramızda olmayan Emin Karaca’nın, İlhan’ın ölümünden sonra, cevap verme imkânının ortadan kalktığı bir dönemde, hiçbir eleştiri süzgecinden geçirmeden bu yayını yapması ise başka bir sorundur. Bunu Karaca’ya söylemiştim. Bana ‘işim insanların söylediklerini yazmak, ben savcı da, hâkim de değilim’ demişti. O zaman da elbette savcı/hâkim olmadığından ama eleştirel bir tutumun ve etik davranışın zorunluluğundan söz etmiştim.

Kaldı ki, Gerçek gazetesi hakkında bir yüksek lisans tezi hazırlayan Cafer Vayni’nin yaptığı mülakatta Esat Adil hakkında bilgi verebilecek kişileri anlatırken İlhan da "Mahmut Erhan’dan sağsa edinebilirsin diyemeyeceğim. Çünkü Mahmut Erhan’la yakınlığı yoktu. O profesyonel gazeteci olarak gelmişti Gerçek’e. Sonradan da onun milli istihbaratla çalıştığı gibi bir laf çıktı. Yani gazetenin içinde milli istihbaratın casusuymuş gibi bir laf çıktı" demektedir.[19] Anlaşılan bahse konu dönemde MİT ajanlığı, casusluk türü iddialar hayli yaygındır. İlhan kardeşlerin o yıllardaki ve elbette öncesinde hukuk fakültesindeki öğrencilikleri sırasında en yakın arkadaşları Cahit Güçbilmez de (Mırç) sonradan MİT’e karışacaktır.

Burada bir anekdot anlatmalıyım. Ankara’da bir yaz günü, bir dişçiden çıkıp, bulunduğu iş hanının girişinde eski eşya ve kitap satan dükkâna girdim, biraz havamı değiştirmek için. Raflara bakarken Zenciler Birbirine Benzemez’in ilk baskısını gördüm. Kitabın ilk baskısı bende vardı. İlhan’a da imzalatmıştım. O kitabı meraktan elime almıştım. Sayfaları dahi açılmamıştı. Kapağını kaldırınca İlhan’ın kitabı o dönemde alamet-i farikası olan yeşil mürekkeple ve bu mektuplarda da görülen, çok erken bir yaşında geliştirdiği, ölene kadar hiç değiştirmediği çok şahsiyetli el yazısıyla Cahit Güçbilmez’e, mektuplardaki Paris bölümünde baş yeri tutan Mırç’a imzaladığını gördüm. Satın aldım. Kitap hâlâ bendedir.

İstanbul’a gidip kendisini ziyaret ettiğimde kitabı gösterdim ve anlattım. Elini dahi sürmedi. Muhtemelen karısının Mırç’ın ölümünden sonra kütüphaneyi dağıttığını, kitabın da o ara sahafa düşmüş olabileceğini belirtti. Konuyu deşince ve ne zamandır görüşmediğini sorunca, hakkında MİT lafları çıktıktan sonra ilişkisini kestiğini belirterek, bir kez karı koca İzmir’e geldiklerini, onu aradıklarını, görüşmek istediklerini ama ‘kaçındığını’ belirtti ve ‘kabul edilecek şey değil ama, yaşadığımız hayatın sertliği kimilerini delirtti, kimilerini bu olmadık işlere savurdu’ dedi.

Şimdi bir de kronolojiyi izleyelim. Evet, Vayni’nin andığım tezi Gerçek gazetesinin son dönemini ele alıyor.[20] Gerçek gazetesinin üçüncü dönemi 27 Eylül-19 Aralık 1950 arasında yayınlanır. İlhan’ın etkinlik gösterdiği dönem budur. Sonradan vahşi ve menfur Madımak yangınında acımasızca katledilen eleştirmen Asım Bezirci de gazetede çok etkindir. Üstelik çok sert, korkusuz yazılar yazmaktadır. Gazetedekiler bu yazılara devletçe göz yumulmasına anlam veremez. Bezirci de ‘başıma bir şey gelmedi’ diyerek tutumunu sürdürür.[21] Fakat ansızın davalar açılacak, Bezirci ilk sorgulamasında derhal tutuklanacaktır. Bu tüm partiyi ve gazetecileri dehşete düşürecektir. Davalar sel gibi birbiri ardınca gelecektir.

İlhan’a göre bu tutuklamalar gazeteyle ilişkili olanlara gelmektedir ama asıl hedef partidir. Partiye karşı doğrudan harekete geçemeyen DP iktidarı, hepsi partide de etkin olan bu insanları gazeteci sıfatıyla kopararak TSP’yi çökertmek niyetindedir. Nitekim DP bakanlarından Samet Ağaoğlu 8 Mayıs 1952’de Meclis’te işaret fişeği sayılacak, provokatif bir konuşma yaparak TSP’yi komünistlikle suçlar. İlhan’a göre bu koşullarda partiyi kurtarmak için gazeteyi kapatırlar. Parti gerçekten iki yıl daha ayakta kalır. Esat Adil 18 Eylül 1952 tarihinde tutuklanır. O arada ilginç bir şey olmuş, Bezirci, parti genel kurulunda Esat Adil’i devirmiştir. İlhan bu atmosferde terk eder İstanbul’u. Yanında 100 dolar para vardır.

İlhan’ın İstanbul’dan uzaklaşmasını ‘doğrudan’ bu davalara bağlamak kolay değil. Ama etkisi olmadığını söylemek tümden olanaksız. Bezirci tutukludur. Diğer tutuklamalar henüz başlamamıştır. Ama yaklaşmakta olduğunu İlhan düzeyinde bir zekânın kestiremeyeceği söylenemez. Gerçekten de davalar da o yurtdışındayken açılmıştır. Yalnız şuna da değineyim: Cengiz İlhan’a yukarıda bahsettiğim mektubunu yazıp Paris yolculuğuna çıkacağını haber vermeden hemen önce ona bir mektup daha göndermiştir (29 Mayıs 1951). Çok önemlidir. Bir dernekten söz eder ve ona akıl verir:

"İkinci mektubu sana göndermeselerdi belki daha iyi olurdu; daha rahat yaşmış ederdin. Her ne hal ise göndermişler. Uzun boylu endişeye mahal yok. Hadise, gerçi mühim, lakin; ne var, ilk hızını kaybetti, bu bir; ikincisi, senin vaziyetinde korkulacak bir şey yok. Aşağı yukarı bütün derneğe ve azalarına karşı harekete geçtiler. Bütün kurucuları ve gelmiş geçmiş idare heyeti azalarını dinlediler. Azalar, tevkif edilmeden dinlendi. Fakat sanık olarak. Ancak istifa etmiş olanlar sanık olarak dinlendiler. Şimdilik tevkif edilenlerden bir kısmı kefalete rapten salıverildi. Seni sanık olarak buraya getirerek dinlemek istiyorlardı. Yahut ben öyle hissettim. Maazallah, felaket olacaktı. Durumunu açıkladım. Galiba fayda da etti. Fakat seni orada mutlaka dinleyecekler. İstinabe yoluyla ve inşallah tanık olarak. Vallahi, yine sen bilirsin ya, kaybetmek istemediğin birtakım şeyler olduğuna göre, ona göre konuş. Benim ricam üzerine Dernek’e yazıldığını söylemekten çekinme. Ben söyledim çünkü. Senin hiçbir ilginin olmaması; ve Esat Adil’le çalışma durumum vaziyeti kurtarıyor. ‘Ben bu gibi işlerle ilgilenmezdim. Ağabeyim, iyiymiş dedi, girdim. Sonra politika yaptıklarını gördüm; alakamı kestim, mektebi bitirince de haliyle ayrılmış oldum’ de. Korkacak bir şey yok. Savcılıktan vaziyeti takibet! Ve orada hallet! (s. 35-37)." (İmlası aynen korunmuştur-HBK).

Bu çok uzun alıntı birçok şeyi gösteriyor. Devam eden bir dava var. Ama bu bir dernekle ilgili. İlhan daha da önceki mektubunda (30 Nisan 1951) gene aynı konuda bilgi verir:

"Dernek meselesi aldı yürüdü. Lakin işin sana atlayacağına ihtimal vermiyorum. Onlar daha çok illegal haltlar karıştıranları bulup yakalıyorlar. Senin de çok şükür böyle bir halin yok. Üstelik Hamdi Bey Amcamızın sana itimad ve samimiyeti vardır. Sana hiçbir şey olmayacak. Görürsün." (s. 18)

İşte bu derneğin hangisi olduğunu bilmiyoruz. (Büyük bir olasılıkla, ele geçerse yanlış anlaşılmasın diye bu şekilde hitap edilen ‘Hamdi’ solculara zulmetmesiyle tanınan Emniyet Müdürü ‘Parmaksız Hamdi’dir.) Derneği bilmiyoruz ama İlhan, Cafer Vayni’ye verdiği mülakatta Paris’e gidişinden söz ederken ‘Zaten Jön Türk hareketi dolayısıyla gitmiştim’ der. Buradaki dernek, İleri Jön Türkler Derneği olmalıdır.[22]

Dernek Paris’te, Türk Büyükelçiliği önünde Nâzım Hikmet’in kurtarılması için 13 Ocak 1950’de bir gösteri düzenler.[23] Dernekle ilgili çok ayrıntılı bilgiler veren bu kaynak, 1951 tevkifatını ‘çöküşünün’ başlangıcı olarak gösterir ve Paris’te beş öğrencinin bu harekete karıştığı için tutuklanarak Türkiye’ye iade edildiğini belirtir. İlhan da bir yazısında farklı bir olayı anlatır: Paris’te ‘ya 49’un sonu ya 50’nin başı’nda,

"Maison de la Penseé Française denilen koca binada geçiyor bu olay. Az sonra salonlardan birisinde, Nâzım Hikmet’i Kurtarma Komitesi’nin toplantılarından birisi yapılacak!"[24]

Bu gösteri büyük olasılıkla o 13 Ocak 1950 gösterisiyle irtibatlıdır. İlhan’ın kardeşine 1951 Mayıs sonunda yazdığı mektupta söz ettiği davanın bu bağlama oturduğu da söylenebilir.

Bütün bunlar, mektupların kapsadığı 30 Nisan-19 Ağustos 1951 arasında İlhan’ın şiir ve edebiyattan çok politikayla uğraştığını gösteriyor. İlhan, siyasal eylemin içindedir.

Dönem, Ağustos 1951’de İlhan’ın Paris’e yerleşmesiyle kapanır. Yeni bir perde açılmaktadır. Paris mektuplarında tek kelimeyle olsun siyaset bulunmuyor. Belki mektupların okunmasından korktuğu için bu konulara girmekten çekiniyordu. Hatta İlhan’ın çeşitli biyografilerinde bu yıllarda Sorbonne’da sinema kurslarına gittiği yazılıdır. Buna dair de bir şey yok mektuplarda. Sadece bir yerde, "Eğer kalacak olursam, muhtemelen, Filmoloji enstitüsüne devam edeceğim. Hukuk’u burada bitirmeğe kalkmak, asırlık iş. Öteki de kolay değil; ama belki bir certificat alırım diyorum" diye yazar. (s. 157) Çok daha gündelik olaylar akıyor satırlarda. Özellikle başlangıçta. Yerleşme ve çevre edinme telaşları. Mırç’la yakınlıkları başlı başına bir konu. Özellikle bir mektup bu nedenle önemli. Mırç ve eşiyle birlikte içki içip, saat saat sarhoşluklarını bir tür ecriture automatique şeklinde kaleme almaları. (s. 126-135)

Attilâ İlhan kendisiyle meşgul genç olarak sahnededir. Kendisini hazırlamaktadır. Politika sadece aldığı, okuduğu kitap adlarında mevcut. Onun ötesinde bu mektuplar entelektüel açıdan iki özellik taşıyor: İlhan’ın erken dönem romancılığı ve sonradan Sisler Bulvarı (SB) ve Yağmur Kaçağı (YK) adlarını alacak ikinci ve üçüncü şiir kitaplarının çalışmaları. Yerleşme telaşını aştıktan ve kendisini temellendirdikten sonra hızla şiirler yazıyor ardı ardına. Kitapta bazılarından söz ediyor. Sonradan çok parlayacak bu dönemdeki şiir realitesini anlamak için genel olarak gözden geçirelim.

İlhan’ın mektuplarında yazdıkça adlarını verdiği şiirleri, ‘Yılan Hikâyesi (bildiğim kadarıyla bu adda bir şiiri kitaplarında yok, hiçbir mısraını aktarmadığından hangi şiirin ilk adı olduğunu da anlayamıyoruz), ‘Hannelise’, ‘Müçteba Kulunuz ve Hesap Meselesi’ (şiir YK’da ‘Müçteba Kulunuz’ adıyla yayımlanır), isimlerinde üç küçük şiir yazdım’ diye duyurur. (s. 111)

Verimlidir. 22 Kasım 1951 tarihli mektubunda "Son zamanlarda vaktiyle el attığım fakat o vakit beğenmediğim bir şekli şaşılacak derecede inkişaf ettirdim: Gavurdağlarından rivayet: Dağ Kadınları. 1946" (s. 117) diyor. İlhan’ın o adla bir şiiri yok. Bu şiir, belki de YK’da ‘Kadınlar Havası’ adıyla yer alan şiiridir. Muhtemelen başlangıçta ‘Dağ Kadınları’ diye adlandırıldı. Bilemiyorum. Belki bir şeyi atlıyorum. Gene bu mektupta önceden andığı şiirlerini ve yeni şiirlerini zikreder: ‘Müçteba Kulunuz, Fu-Hi-Çen, Bulvarida, Sağdan Birinci Ev. (Kitapta Fu-Hi-Çen’le Bulvarida, bu şekilde, araya virgül konmadan, tek bir şiir adıymış gibi yazılmış.) Devam ediyor, ‘Şimdi (Büyük Yolların Haydudu) üzerinde çalışıyorum.’ (s. 117) Sonra ‘BEŞ SANAT’ta Deli Asaf ve Kamyon Türküsü’ yayınlandı.’ (s. 117)

Bu bölümü bazı açıklamalarla tamamlayayım. Bir kere bu şiirler, ‘Büyük Yolların Haydudu’ hariç, YK’da yer alır. Bulvarida, Hannelise, Fu Hi Çen kitabın ‘Bulvarida’ bölümündedir. Diğerleri ‘Acı Ninni’de görünür. O bölümdeki ‘Berber Salih’in Hikâyesi’ni kitabın 123. sayfasında ‘en son yazdığım şiirlerden birinde’ diyerek ele alır ve çözümler. Fu Hi Çen için de aynı yerde ‘yeni tecrübelerimden’ der. Aynı mektupta ‘son günlerde ‘la donna e mobili’ diye bir şey yazdım’ diyor. (s. 121) Bu şiir de SB’dedir ve kardeşine şiirde onun da (Cengiz İlhan) yer aldığını belirtir ki, okuyanlar zaten açık açık izler. Hannelise ise Lichtenstein’lıdır. Onu 11 Ekim 1951 tarihli mektubunda tanıtır:

"Hanım faslına gelince: Lichtenstein dükalığı diye bir yer duydun mu, işte oralı bir kız tanıdım: sempatik, kendi halinde, mahcup bir şey. Paris’in kızları malum ve aynı. Fakat Avusturya’nın yanıbaşında bir Lichtenstein dükalığı..." (s. 101)

Sonra bir gün ‘Hannelise için bir şiir yazdım’ (s. 107) diye haber verecektir.

Bunlar, kitaplarının sonraki baskılarına işlenmesi gereken çok değerli bilgiler. Kronoloji açısından ilginç bir durum var. SB ve YK nispeten benzer kompozisyonlarla oluşmuş. Kitaplardaki şiirler bazı küçük kaydırmalara rağmen büyük ölçüde bu mektuplarda zikredildikleri kronolojik sırada ama tematik bütünlük de özellikle gözetilmiş. Epey sonraları yazdığı ve "şimdi ‘Son Yolcu veya Tatyos’un Kahrı’ diye bir şeyle uğraşıyorum (...) Sonra evvelce yazdığım ‘Cinayet Saati’ var" (s. 193) dediği şiirleri YK’dan önce yayımlanan SB’de boy gösterir. (Şiir kitapta ‘Tatyos’un Kahrı’ olarak yer alır.)

Mektubu 22 Aralık 1952’de İstanbul’da yazar. O arada çok önemli bir açıklama yapar:

"Şimdilik; büyük meselelerin ezdiği adamla onun macerası ile meşgulüm. Dil ve imaj değişiyor. Kendi kendimi muntazaman inkâr ediyorum. Şahsiyet diye bir şey bilmiyorum vesselam." (s. 193)

Bunlar ilerideki İlhan çalışmaları için altın değerinde satırlar. Benim bazı noktalara değinmekle sürdürdüğüm bu inceleme, ayrıntılı ve derinlemesine okuma çalışması çok daha geniş şekilde yapılabilir. Mektuplar büyük bir maden olarak önümüzde duruyor.

SB’yi yayımlamaya gene İstanbul’da karar verir. 2 Şubat 1953’te yazdığı mektupta "Önümüzdeki sene bir şiir kitabı yayınlamak fikri kafamda gittikçe yer ediyor. Adı ‘Sisler Bulvarı’ olacak" der ve şiiri kardeşine yazar. Fakat 22 Aralık 1952’de "Ben başımı duvarlara vuruyorum; ve her açılan delikten bir imajlar selidir fışkırıyor. ‘Sisler Bulvarı’nı okumalıydın" (s. 193) diye yazar. Belli ki, şiiri o tarihte bitirmiştir. SB’ye Paris’te yazdıkları kadar İstanbul’a döndükten sonra yazdıklarını da alacaktır. Böyle bakılırsa YK’daki şiirlerin Paris ağırlığı daha fazladır. Ayrıca SB’yi 1954 yılında yayınlayacaktır. YK ise 1955 tarihlidir.

YK’daki ‘İbrahim’in Yıldızı’nı s. 159’da ve sonradan SB’nin belkemiğini oluşturacak ‘Kaptan’ın birinci bölümünü 28 Ocak 1952’de zikreder ve şiirin bir bölümünü mektubuna geçirir. (s. 159) Diğer bölümlerini de yeri geldikçe haber verir. Bunlar gerçekten de Paris’le ilgili şiirlerdir. Kendi hayatını eksene alır. Yayınlandıklarında tartışmalar doğuracaktır. Çünkü sürekli olarak sol bir kültürün, bilincin ve dünya görüşünün savunmasını yaparken ve gerek Paris’teyken gerek Paris dönüşünde yazdığı yazılarda (özellikle Mavi dergisinde) ‘sosyal realizm’ kavramını öne çıkarırken bu derecede bireyci, egzotik, ‘kaçış’ boyutu taşıyan bir şiir eleştirilir.

İlhan’ın bu dönem şiirinin en önemli meselesi bu anlayışın sol dünya görüşüne yerleştirilmesi, ikisinin birbiriyle telif edilmesidir. 1970’lerde dahi bu tartışmayı yapacaktır. Bu çekişmeler bir süre sonra İkinci Yeni konusuyla bütünleşecektir. İlhan o dönemdeki yazılarını da, 1960’larda üçüncü yolculuğundan döndükten sonra çok daha yoğun şekilde ele aldığı İkinci Yeni reddiyesini de Gerçekçilik Savaşı ve İkinci Yeni Savaşı isimli kitaplarında toplayacaktır.

Paris etkisi Ben Sana Mecburum’da da yer yer devam eder. Ardından gelen Bela Çiçeği’nde gene görülür. Fakat bu defa alttan alta cinsellik imgeleri de devreye girer. Üçüncü kez Paris’e gidip geldikten sonra yazdığı şiirlerini toplayan Yasak Sevişmek’te ise yeni bir aşamaya geçecektir. Yasak Sevişmek sonrasında şiirlerinde bir daha Paris’e dönmez. Eski şiirimizle yeni bir sentez yapma çabasındadır. Modernlikle ilişkisini ise cinsellik üstünden kuracaktır.

İlerlemeden bir noktayı daha ele alayım. Sonradan SB’de ‘Tatyos’un Kahrı’ adıyla yer alacak şiirinden bahsederken ‘uğraşıyorum’ dedikten sonra ‘yırtıp yırtıp atıyorum’ diye ekler. (s. 193) İlhan, şiirini bir nefeste yazdığını ısrarla söyler ve savunurdu. Bunu ‘tab’an şair (yaradılışdan şair) olmak’la açıklardı ve çok önemserdi. Oturup ‘çalışarak’ şiir yazanları epey küçümserdi. Anlaşılan bazı şiirleri için geçerli olan bu durum bazı şiirleri için geçerli olmamış. (Bir şiir dosyası vardı. Yarım kalan bazı şiirlerini bana göstermişti. Hatta, dosyadan söz ederken ‘uğurunu çok sınadım’ demişti. Onu sorduğumda, "Şiirin yarısı gelir. Ben bitmediğini anlarım. Bir süre sonra gelir, tamamlanır. Bu şiirler o haldedir" demişti. Bana söylediklerini şiirler hakkında yazdığı bazı notlarda da belirtti. Bazı şiirler için ‘devam eder sanıyordum, gelmedi, tamamlandığını anladım’ der. Bu kitapta da söylediklerini doğrulayacak bir hadise görülüyor: "Şiir olarak kafamda bir şey var: İBRAHİM’İN YILDIZI. Seni saracak cinsten bir şiir. Fakat geç yazılacak. Önceden hissediyorum" (s. 151) der. Gerçekten de şiir sonradan YK’da yer alacaktır.)

İkinci açıklamam şu: 10 Kasım 1951 tarihli bu mektupta İlhan ‘Yılan Hikâyesi’ adlı şiirini anlatırken bir cümle daha kurar. 117. sayfada 57. dipnotta, mektupları kitaba dönüştürenler, ‘bu cümlede iki sözcük okunamadı’ diyor. Cümle "Bu meseleye (...) adam kısmen denemişti" şeklinde metne işleniyor. Ben metni düzenleyenlerin sökemediği, anlayamadığı sözcükleri belirterek cümlenin doğrusunu yazayım: ‘Bu meseleyi öküz, tartımaklı adam kısmen denemişti.’ ‘Öküz’ de, ‘Tartımaklı Adam’ da onun YK’da, ‘Acı Ninni’ bölümünde yer alan iki şiiridir. Kitabın arkasındaki notlar kısmında şair ‘tartımaklı’ sözcüğünü açıklar, öyküsünü yazar. Ama kitabı hazırlayanlar, önsözünü yazanlar İlhan’ın yapıtlarını bilmedikleri gibi araştırmamışlar da. O nedenle ‘okunmadı’ demişler.

Eksik ve yetersiz notlamaların tek istisnası İlhan’ın 95. sayfada ‘j’ai vecu comme un fou’ diye yazdıklarının Appolinaire’in şiirinden bir mısra olduğunun 44. dipnotta belirtilmesi. Ben gene de bir şey ekleyeyim: Bu mısra şairin ‘Zone’ şiirindendir, anlamı ‘deli gibi yaşadım’dır. Devamında da ‘zamanımı boşa harcadım’ der. (Şiiri İlhan Berk Türkçeye çevirmiştir.)

Bu şiir ve genel olarak Appolinaire, İlhan için çok önemlidir. ‘Kaptan’ şiirini ve dönemin diğer büyük ölçekli şiirlerini derinden etkilemiştir. Bunu kendisine sormuştum. En çok Appolinaire’den etkilendiğini açıkça belirtiyordu. Nedenini ‘soyutlaması da somuttur, imgelerini somut şekilde kurar’ diye açıklamıştı. Döneme ait kitaplarının Appolinaire’le birlikte okunması çok aydınlatıcı olacaktır. Nitekim, 22 Kasım 1951 tarihli mektubunda ‘Appolinaire’in şiirlerini aldım. Ufak tefek tercümeler de yapıyorum’ (s. 117) der.[25]

Nihayet son açıklama: İlhan, Paris’ten kardeşine bir resim göndereceğini söyleri bir vesikalık resim. Sonradan ‘yanlış Troçki sakalı’ dediği sakalı bırakmıştır ve uzamasını beklemektedir. ‘Vesikalık’ resmi geciktirir. Fakat o arada ‘şipşakçının biri tam Cite’den Chatelet’ye geçerken yakaladı. Dalgındım. Acayip bir resim olmuş’ (s. 159) dediği resmi gönderir. Üstüne de bazı mısralar yazar. Bunlar da ‘La Donna e Mobili’ şiirindendir. ‘Duffle coat’ denen bir palto giydiği, bereli ve bir eli eldivenli resmin öyküsü budur. Üstündeki paltonun öyküsünü de 28 Ocak 1952 tarihli mektupta okuyoruz:

"Geçen gün yarım saat kadar kar yağdı. Birkaç gündür de epey soğuk. Ben sırtıma bir duff-coat (Frenkçe adını yazıyorum; Türkçesi yok: Hani Üçüncü Adam filminde Trevor Howard’ın sırtındaki) uydurduğum için soğuğa falan aldırdığım yok." (s. 157)

Kitap bu resmi tanımlamıyor. Rahatlıkla metne eklenebilirdi. (Resim ilk kez Hangi Seks’in birinci baskısının arkasında yer almıştı. Kendisine sorduğumda ‘o, sizin bilmediğiniz Attilâ İlhan hayatımdan’ demişti ve bir sokak fotoğrafçısının çektiğini söylemişti. Şunu da eklemişti; ‘bazıları umursamaz, ben önemserim, gidip adamı buldum, resmi aldım, İzmir’e gönderdim.’ Bahsettiğim mısralar basılı resimde görünmüyordu, kesilmişti. ‘Altına bir de dörtlük yazmıştım’ demiş ama hangisi olduğunu söylememişti. Ben de apayrı, özel bir dörtlük olduğunu sanmıştım. Sonradan fotoğrafın tamamı yayınlanınca görüp bahsettiği şiirden olduğunu anlamıştım.)

İlhan, Paris günlerini koyulttukça şiirleri ve yaşantısı açılmaya başlar.

Bazı şiirlerinin ‘persona’larını dağınık şekilde zikreder. Bir kere, büyük aşklarından ve en tanınmış şiirlerinden biri olan ‘Üçüncü Şahsın Şiiri’nin ‘kahramanı’ Maria Misakian mektuplara girer. Önce ‘İki kız dostum var: Biri Maria öteki Françoise (...) Maria enteresan bir tip’ (s. 125) diye adını anar. Daha sonra ‘Şu günlerde yalnızım. Maria çok vulgaire olduğu için dehledim gibi’ (s. 143) diyecektir. Oysa kitaplarında bambaşka bir Maria anlattığı kesindir.

Françoise meselesine gelince. ‘Kaptan’ şiirinin 1. Bölümü’nde ‘hele paris’in gökleri aklımı başımdan alıyor/bana senden önceki poittiers’li kızı hatırlatıyor’ diye iki mısra vardır. Bu kızın Françoise olduğunu aynı mektupta ‘Françoise ise Poittiers’ye validesinin yanına gitti. Oradan Noel kartı göndermiş. Hayatında benim gibi adama rastlamadığını yazıyor’ (s. 143) diye yazınca anlıyoruz. Kitap bu notları keşke ekleyeydi.

Paris’te iki önemli çalışmanın içindedir. Birincisi Zenciler Birbirine Benzemez’i yazmaya başlar. (s. 149) O romanla ilgili açıklamaları mektuplarda yer bulur. Fakat ilginç bir bilgi var. 29 Mayıs 1951 tarihli mektubunda, "Bir taraftan da; ikinci bir romancığın projesi kafamda olgunlaşıyor. Adı ‘Rüzgârın Götürdüğü Yere’ olabilir. Bu adı kaç senedir kafamda taşıdığımı hatırlayacaksın. Galiba, zamanı geldi. O da bir hayli orijinal olacak. Eminim. Fransızların ‘le roman noir’ dedikleri janra giriyorum, gibi. İyi mi olur, kötü mü? Je m’en fous!’" (s. 37) diyerek önemli bir bilgi verir.

Daha da önemlisi, İstanbul’a döndüğünde Mavi dergisindeki yazılarına zemin oluşturacak ve birçok yerde zikrettiği ‘Kendi Kendime Sanat Konuşmaları’ metnini yazmaya başlamıştır. (s. 155) Bu bir deftere tuttuğu notlardır. İçeriğiyle ilgili çok önemli açıklamalar yapar. (s. 155) O içerik İlhan’ın tüm entelektüel yaşamı boyunca sıkı sıkıya sarıldığı kutbu oluşturur. (Defteri bana Ankara’da evini ziyarete gittiğimde göstermişti. Gene yeşil mürekkeple, mektuplarındaki çok düzenli el yazısıyla, çok sık yazılmış bir defterdi. Galiba resmini sonra bir yerlerde de yayınladı. Umarım o defter de kaybolup gitmemiştir.)

‘Teori’ konusunu önemser. Gene gelecekteki İlhan’ı çok iyi tanımlayan bir bölüm alıntılayayım, 1 Şubat 1952 mektubundan:

"Yazacağım şeylerin mahiyeti beni daha ziyade teori ile uğraşmağa mecbur ediyor. Edebi olarak, sadece Aragon’un deryası ile meşgulüm. Bunun haricinde; ekonomi politik; felsefe ve sanat nazariyeleri. Fakat bilhassa birincisi. Zira her şey ona bağlı." (s. 175)

Gerçekten de bu görüşünü sonuna kadar korudu. Bir şairin, vurguladığı bu nitelikleri taşımadan 20. yüzyılın şairi olamayacağı düşüncesindeydi. Şunu itiraf etmek gerekiyor ki, İlhan’ı kendi kuşağında (hatta daha sonra ondan çıkmış kuşakta da) diğer tüm şairlerden ayıran bu özellikleridir. 1950’lerin başında bu hırs, iddia, hazırlık ve donanım içinde bulunan ikinci bir edebiyatçı adı zikretmek imkansızdır.

Geçerken değineyim: "Fazıl Hüsnü’yü geldiğinin ikinci günü bulduk" (s. 103) cümlesi geçiyor 27 Ekim 1951 tarihli mektupta. Elbette Dağlarca’dan söz ediliyor. Onun Paris yolculuğu hakkında bana şimdi anlatmak istemediğim birçok anekdot anlatmıştı.

Ardından İstanbul’a döner. Büyük bir bohemin içine girer. Mektupların bittiği tarihte henüz Yeşilçam’la irtibatlanmamıştır. Daha çok edebiyat ve şiirle meşguldür. Baylan dönemi de başlamamıştır. Osmanbey’deki Hay-layf ve Suna pastanelerinin adı geçer. Gene çok değerli bazı bilgiler mektuplara serpilir.

Bir kere mektuplarda büyük sevgililerini tanıyoruz. Anlaşılan Suna en büyük aşkı. Çok da ileri giden bir aşk. Paris’ten İstanbul’a döndükten sonra çok ilginç şeyler yazar bu konuda:

"Yalnızlık meselesi şöyle: S. meselesini hallettim, say. Bu ayın on beşine kadar cevap bekliyorum. Hem kıza hem babasına yazdım. Ya kız buraya gelir; ya da bu iş kalır dedim. Tabii efendice dedim bunu. Ama dedim. Eğer o kız beni seviyorsa, aşıksa bana, ha birader, benim için halatları dişiyle çözmeğe, asılmağa, herşeye, sürgünlere gitmeğe hazır olmalıdır, değil mi? Seviyorsa eğer. Ben elbette deliyim ve ondan delilik bekliyorum. Bugün beni mızmızca aklıselime çekeyim diyen yarın ayağıma kap olur, yahu. Yazdım tabii. Aynen kızım dedim, ev hazır ve ben. Bana yaz, yol parasını göndereyim. Yahut hiç yazma. İşte böyle. İçime hiç yazmayacakmış gibi geliyor. Yazarsa ve gelirse âlâ..."  (s. 207)

Mektup daha da sert ifadelerle devam eder. Anlaşılan, S. o cevabı yazmamıştır ve birleşmemişlerdir.

Bir diğer aşkı meşhur ‘Pia’ şiirini yazdıran genç kızdır. Ondan söz açar:

"Pia’yı (hani bir G. vardı ya, onun adını Pia koymuştum) terkediyorum. Ağlayacak biliyorum, ama tahammülüm yok. Bu kız beni sahiden seviyor ve benim buna tahammülüm yok. Ufak bir kız. Çarşamba günü randevum vardı, gitmedim. İşte böyle. Herhalde bir kere daha izzetinefsini çiğnemez.’ (s. 223) Ama G’den daha önce söz etmiştir: ‘İçlerinden bir tanesi var: Adı boktan: G. akademide talebe. Çolpan’la yaşıt. Tarifsiz fakir bir kızcağız. Beni hüzünlendiriyor. Onunla dolaşıyorum. Ona sinemaları gezdiriyorum. Ve dünyayı öğretiyorum. Beni deli gibi seviyor. Ve benim için izzetinefsini çiğniyor. Ağlayacak gibi oluyorum." (s. 215)

Ardından çok sarsıcı bir cümle yazar, daha sonra yazacağı Pia şiirinin öncüsü olan bir cümle:

"Onun için hala daha bir şeyler yazamadığım için utanıyorum. Üç buudlu gözleri var. Baktıkça derinleşiyor. Sisler Bulvarı’nı ve Üçüncü Şahsın Şiiri’ni okuyup içleniyor ve sırf benim müstakbel kitaplarımı resimlemek için büyük ressam olmayı kuruyor (...) O gün G. de vardı. Onun saçlarını okşadım. Sen hiç kendinden on yaş küçük bir kızla böyle şeyler yaşadın mı kardeşim? Ölürsün sanki." (s. 216-17)

Böylece ‘ne olur kim olduğunu bilsem’ dediği Pia’nın kim olduğunu öğreniyoruz.

Bu dönemde ‘Emperyal Oteli’ ve “Başka Yerde Olmak’ şiirlerini yazacaktır. İlginç şekilde bu şiirlerini SB’ye almayacak, Ben Sana Mecburum’a saklayacaktır. Mektuplar garip bazı duyuşlarla kesilir:

"Yaşamak umrumda değil. Yaşadığımı da sanmıyorum. Sonunda intihar edeceğim kat’i gibi bir şey. Ve bu zannımca bir sabah vakti olacak. Ama herhalde şimdi değil. Yaşamak bu şartlar altında, adamın kalbini ağrıtan bir sancıdan, bir fuzuli ağrıdan ibaret. Yaptığım her şeyden, hatta bizzat kendimden memnun değilim. Ama yaşıyorum. Hem de hızlı." (s. 224-25)

Herhalde hayatında kendisiyle ilgili bu kadar açık bir görüşü başka hiçbir yerde ifade etmedi. Bu dönemin mektupları İlhan’ın yaşadığı gerçek bohemi sergiliyor.

Şimdi Sokaktaki Adam’ı yazmış (bittiğini 29 Mayıs 1951 tarihli mektubunda belirtir, s. 37), Zenciler’i tamamlamış, kuramsal yazılarını yayınlamış, Mavi hareketinde önemli bir çıkış yapmış, polemiklere girmiş, sinemada yeni şeyler söyleyen, çok etkili şiirlerini yayınlamış, tam anlamıyla ‘yıldız’ olmuş bir genç edebiyatçı vardır.

Kısa süre içinde her şey değişecektir. Baylan serüveni başlayacaktır. Birinci Yeni şiir aşılmıştır. İkinci Yeni şiir hazırlanmaktadır. İlhan yavaş yavaş Yeşilçam’a senaryolar yazacak, 1957’de askere gidecek, dönünce gene Yeşilçam içinde kalacaktır. Edebiyattan uzaklaşmaktadır. Bilhassa Yeşilçam’daki hayal kırıklığından sonra 1960’ta Paris’e dönecektir. İlk kez orada yerleşik hayatı olan bir kişiyle (Claude) birlikte yaşayacak, onun evinde kalacak ve Aynanın İçindekiler adını verdiği nehir romana başlayacaktır.

Babasının ölümü üstüne İzmir’e geçecektir. İstanbul bitmiştir. Orada bu defa etkili bir gazetecilik edecek, 12 Mart 1971 darbesinin ertesinde, 1973’te Ankara’ya taşınacaktır. (Hangi Edebiyat’ta ‘Ankara’ başlıklı yazının tarihi 10 Ocak 1974’tür ve ‘Soğuğu ve Ankara’yı öğreneceğim’ der.) (s. 156) 1981 yılında, bu defa 12 Eylül 1980 darbesinin ertesinde yeniden İstanbul’a geçecektir. Yani, üç askerî darbenin sonrasında da İlhan şehir değiştirmiştir. 2005 yılındaki vefatına kadar yaşadığı İstanbul’da daha çok televizyonla ilgilenecektir. Arada şiir kitapları çıkarsa da, öldüğünde, edebiyat İlhan için ikinci planda kalmıştı.

Gerçekten çok değerli bir hazine bu mektuplar. İyi ki ele geçtiler ve yayınlandılar. Metinlerde şahıs adları silinmiş. Onların tam 70 yıl sonra kapatılmasını gerektiren bir neden yok. Durum İlhan’ın yayınladığı mektuplardan çok farklı. Bu kitap Attilâ İlhan çalışmalarına yepyeni boyutlar getirecek. Muhakkak ki daha iyi yayınlanabilirdi. Tekrar edeyim, ben bazı noktalara değindim. Bu bile yetersiz. İrdeleme, analitik okuma, notlama veya eleştirel çalışma çok daha büyütülebilir. Gene de bu yazıda ortaya koyduklarım gelecek baskılarda kullanılabilir.

Yazdıklarımı Attilâ Abi’ye yıllar sonra küçük bir armağan olarak düşündüm. Kendisini özlemle anıyorum.

 

NOTLAR: 


[1] Attilâ İlhan, Kardeşime Mektuplar, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2021.

[2] İhsan Yılmaz, ‘Attilâ İlhan’ın ailesi dışında kimsenin bilmediği mektuplar 70 yıl sonra hurdacıdan çıktı’ Hürriyet, 10 Kasım 2021.

[3] Bu kızın adını kendisi Selim İleri’ye Nedret diye verir ve öyküsünü serbestçe anlatır. Selim İleri, Nam-ı Diğer Kaptan: Attila İlhan’ı Dinledim. İstanbul: iş Bankası Yayınları, 2002, s. 104.

[4] Böyle demekle birlikte, belirteyim: Evet, Yaşar Nabi kitabı Baragan’ın Dikenleri adıyla, 1943 yılında çevirmiştir. Ama şaşırtıcı bir şey: Aynı yıl Salah Birsel’in de bir çevirisi yayınlanır. Birsel’in tercümesi Baragan’ın Devedikenleri adını taşır. Az sonra yapacağım alıntı İlhan’ın Birsel çevirisini okuduğunu gösteriyor, çünkü ‘Baragan’ın devedikenleri’ diyecektir. Istrati’deki göçerlik kavramı İlhan’ı çok etkilemiştir. Faşizmin Ayak Sesleri isimli ve ilk gündelik gazete politik köşe yazılarını bir araya getirdiği, ilk bölümünde eşsiz şiirsel yazılarının yer aldığı kitabında ‘Dünyayı Görmeye Gitmek’ başlıklı yazısında da şöyle söyler: ‘Oysa 1943’ten bu yana, bizim için, bütün sonbaharlar tıpkı Baragan’ın Devedikenleri’ndeki gibi gelmiştir. O kadar heyecan verici, o kadar korkutucu ve güzel!’ (Faşizmin Ayak Sesleri,Ankara: Bilgi Yayınevi, 1975, s. 43.)

[5] Hangi Edebiyat, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2009; s. 66.

[6] Bu konuyu Selim İleri’ye verdiği mülakatta genişçe anlatır. Fakat orada söylediklerinden çıkan Kurtarma Komitesinin sanki Paris’te örgütlendiğidir. Selim İleri, Nam-ı Diğer Kaptan: Attila İlhan’ı Dinledim. İstanbul: iş Bankası Yayınları, 2002, s.109.

[7] Selim İleri, Nam-ı Diğer Kaptan: Attila İlhan’ı Dinledim. İstanbul: iş Bankası Yayınları, 2002, s. 131-135.

[8] Agy., s. 135.

[9] Sevim Belli, Boşuna mı Çiğnedik, İstanbul: İstanbul: Belge Yayınları, 1994.

[10] Konunun tüm ayrıntısıyla el alındığı kaynak, mahkeme gerekçeli kararını ihtiva eden, Esbab-ı Mucibeli Hüküm: 1951 TKP (Türkiye Komünist Partisi) Tevkifatı, İstanbul: BDS, 2000 isimli yapıttır.

[11] Uğur Mumcu, ‘1952 Davasında Attila İlhan’ın Ettikleri…”, Cumhuriyet, 14 Şubat 1984. Mumcu o sırada İlhan’la yakın görüşmektedir. Hatta İlhan’ın o tarihlerde eleştirdiği ve uzak durduğu Cumhuriyet gazetesini bir edebiyat tartışması için İlhan’a açar. Onunla söyleşi yapar. (Aradaki irtibatı birkaç kere bizzat sağlamıştım. Bunları Mumcu’nun ölümünden sonra Varlık dergisinde yayınladığım yazıda ayrıntısıyla belirttim.) İlhan, o günlerde Cumhuriyet gazetesinin İkinci Dünya Savaşı sırasında çok uzun süre Almanları ve Nasyonal Sosyalizmi desteklediğini ifade eder. Mumcu’nun yazısı hemen sonrasındadır. İlhan yazıya cevap verecek ama biraz alttan alacaktır. Mumcu da başka yazı yayınlamaz.

[12] Gerçek’in 1946 ve 1950 yılındaki bazı sayılarına şu adresten ulaşılabilir. Bunlar ‘haftalık, sosyalist siyasi gazete’ olarak yayınlanmıştır. Tahir Abacı bir yazısında elinde Gerçek gazetesinin 83. sayısının bulunduğunu belirtiyor.) Tahir Abacı’nın elinde bulunduğunu söylediği Gerçek sayıları bu dönemin gazeteleri olmalıdır. Tüstav ise Gerçek’in ilk ve ikinci dönemini kapsar.

[13] Arda Uskan, ‘Bedii Faik’le Söyleşi’, Takvim gazetesi, 14 Şubat 2001.

[14] Hasan Bülent Kahraman, ‘Attilâ İlhan Casus muydu?’, Sabah, 25 Ağustos 2007. 

[15] Hasan Bülent Kahraman, ‘Uzun Ömrün Şiiri’, Sabah, 25 Ekim 2010. 

[16]Hasan Bülent Kahraman, ‘Eski Defterlerde Attilâ İlhan’, Sabah, 29 Ekim 2010. 

[17] En derli toplu şekilde Hangi Edebiyat’ta yer alan ‘Hasan’la Bir Zamanlar’ yazısında dile getirir. (s. 22-30) (Yalnız bu yazının başına İlhan, ‘70’lerin 2. Yarısı’ diye tarih düşer. Bu yanlıştır. Hasan Tanrıkut’un ölüm ilanı 18 Ocak 1981 günü çıkmıştır. O tarihte İlhan, Ankara’da Bilgi Yayınevi’nden ayrılmış, İstanbul’a dönmeyi kuruyordu. Her gün gittiği kahveden öğle vakti ayrılıyor, uzun bir yürüyüşle evine gidiyordu. Ben de öğlenleri eve giderken yolda karşılaşıyor, ayaküstü sohbetler ediyorduk. Bu ilanı okuyunca, o gün karşılaştığımızda ‘başınız sağ olsun, Hasan Tanrıkut’ dedim. ‘Ya’ dedi, ‘bir şeyler yazıp Sanat Olayı’na gönderdim’ diye cevap verdi. Bu yazı Mart 1981’de o dergide yayımlandı. Tanrıkut ve bahsettiğim dava hakkında bilgi şu kaynakta da bulunabilir: Taner Ay, ‘Unutulmuş Yazarlar: Hasan Tanrıkut’, kalabalikcadde.com)

[18] Emin Karaca, Unutulmuş Sosyalist Esat Adil, İstanbul: Belge Yayınları, 2008, s. 303-5.

[19] Cafer Vayni, ‘İmzasız Köşeleri Kimler Hazırlıyordu?’ Bu tezin yöneticisi Prof. Ümit Meriç Yazan’dır. Ümit Meriç, Cemil Meriç’in kızıdır. AyrıcaGerçek gazetesinin finansmanını sağlayan Reşit Menteşeoğlu da Ümit Meriç Yazan’ın öz dayısıdır. Cemil Meriç ise 1950’lerde ve öncesinde sol çevrelerle irtibatlıdır. Gerçek gazetesinde yazıları yayınlanmaktadır. Daha sonra Attila İlhan’ın kendisine ‘solda kalmalıydın’ sitemi üzerine uzun cevaplar içeren yazılar kaleme alacaktır.

[20] Cafer Vayni, "Türk Düşünce Tarihinde Gerçek Gazetesi", İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Bölümü, 1997. 

[21] Attilâ İlhan, Hangi Edebiyat, ‘Temele ‘Baş’ Koyan: Asım Bezirci’, s. 48.

[22] Bu konu şu kaynakta ele alınır: İrşad Sami Yuca, "Demokrat Parti Döneminde Sivil Bir Muhalif Örgüt Örneği: İleri Jön Türkler Birliği". Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, C.IV. Sayı XII, Ağustos, MMXVII, s. 73-94; 

[23] Bknz., Emin Özdemir, A. Fatih Şendil, ‘Soğuk Savaş Dönemi Algı ile Gerçek Arasında Bir İmge Olarak Türk Solu; Demokrat Parti’nin Sol Hareketlere Yaklaşımı’, CTAD, Yıl 12, Sayı 23 (Bahar 2016), s. 337-367.

[24] Sağım Solum Sobe, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2005; s. 23. (Bu yazının tarihi 3 Şubat 1977’dir. Kitapta sehven 1997 yazılmıştır.

[25] Bu konuyu Türk Şiiri Modernizm Şiir başlıklı kitabımda, Attilâ İlhan’ın şiirini ele aldığım bölümde irdelemiştim. (İstanbul: Kapı Yayınları, genişletilmiş 3. baskı, 2015; s. 216-242.)

 

GİRİŞ RESMİ:

Attilâ İlhan. Fotoğraf: Salih Yurttaş