Yeşil yeni düzen ve küçülme

“Yeşil Yeni Düzen, yaygın benzetmeye başvuracak olursak 'büyümenin motorunu değiştirmeyi' hedefliyor. Daha temelden bir eleştiri ise, küçülme yazınından geliyor: Küçülmeyi savunan yazarlar, yeşil bir motorla bile olsa büyümenin yine büyüme olacağını ve zaten ekonominin asıl sorununun büyüme bağımlılığı olduğunu belirtiyorlar."

2008 küresel ekonomik krizi hâkim ekonomi modelini öyle bir çıkmaza soktu ki, aradan geçen 14 yıla rağmen ne aynı ekonomi kurumları ve işleyişi sağlığına kavuşabildi ne de yerine yenisi konabildi. İlk yılların palyatif Keynesyen çözümleri semptomları tedavi etse de, neo-liberal ekonomi modeli çıkmış olduğu ekonomik büyüme rayına yeniden oturtulamadı. Büyümeye bağımlı ama büyüyemeyen bir ekonomi modeli halinde kaldı. Mevcut modeli sorgulamak ve yıkmak, yerine yenisini önermek çok daha çetrefilli bir iş olmakla birlikte, alternatif arayışının uzun yıllar boyu devam etmesi, neo-liberal modelin olmazsa olmazlarını sorgulayan yaklaşımları ön plana çıkardı. Bunlar içinden hem AB’nin hem de ABD’nin gündeme aldığı bir seçenek, ABD’de 1930’ların “Yeni Düzen” ve 1940’ların “Adil Düzen” politikalarına atıfla bir “Yeşil Yeni Düzen” oluşturma fikri hem ABD’de hem de AB’de bir çözüm olarak ileri sürüldü. Her ikisi de 2019’da ortaya atılan, ABD’de Demokrat Parti’nin Yeşil Yeni Düzen önerisi ve AB’nin Yeşil Mutabakat girişimi büyük değişiklikler vaat ediyor. Yaygın benzetmeye başvuracak olursak bu yeni düzenler “büyümenin motorunu değiştirmeyi” hedefliyorlar.

Daha temelden bir eleştiri ise, küçülme yazınından geliyor. Küçülmeyi savunan yazarlar, yeşil bir motorla bile olsa büyümenin yine büyüme olacağını ve zaten ekonominin asıl sorununun büyüme bağımlılığı olduğunu belirtiyorlar.

Her iki tedavi yöntemine dair siyasi yelpazenin genelinde, özellikle de solda çetin tartışmalar yaşanıyor. ABD’li yazar Max Ajl’ın geçtiğimiz aylarda Türkçeye çevrilen kitabı Halkın Yeşil Yeni Düzeni, bu tartışmalara daha yakından bakmak için eşsiz bir fırsat. Zira yazar Yeşil Yeni Düzen’i sadece ABD’li siyasetçilerin güncel bir önerisi olarak değil, geçmiş sayfaları da olan, uzun soluklu bir mücadelenin güncel ve eksik bir yansıması olarak görüyor ve bu bakış açısıyla eleştiriyor.

Yeşil yeni düzen’e sosyalist bir eleştiri

Max Ajl, Halkın Yeşil Yeni Düzeni, çev. Eser Kömürcü, İbrahim Erkol,
Ceylan Yayınları, İstanbul 2022, 303 s.

Kitabın başında Max Ajl yerinde bir soru soruyor: Neden şimdi? 1970’lerden beri dünyada çevreci hareket aktif olduğu halde, bu akımın ekonomiye dair köklü önerileri uzun süredir tartışıldığı halde neden sadece son üç dört yıldır Yeşil Yeni Düzen tartışılıyor? Bunun bir nedeni, solda ve sağda küresel krizin ardından ortaya çıkan ilk kitlesel alternatif politika arayışlarının vaat ettiklerini gerçekleştirememesi. Yunanistan’dan İspanya’ya sosyalist iktidarlar, Sanders ve Corbyn çizgilerinden Avrupa’daki aşırı sağa kadar sistem dışı siyasi hareketler kendilerine tanınan krediyi etkin kullanamadılar. Solun yeni bir söz söylemeye ihtiyacı var. Öte yandan artık geleceğin bir konusu olmaktan çıkıp güncel hayatın bir gerçeğine dönüşen iklim değişikliği ve küresel çevre felaketleri kamuoyu ilgisini canlandırıyor.

İşte ABD’li senatörler Alexandria Ocasio-Cortez ve Ed Markey 2019’da, tam da iklim krizi duyarlılığı ile solun arayışının birleştiği yer ve zamanda “Yeşil Yeni Düzen” projelerini duyurarak bu konudaki tartışmayı başlattılar. Max Ajl, kitabıyla bu tartışmaya katılmakla birlikte okuyucuyu kitabının AOC-Markey projesinin bir savunusu olmadığı konusunda uyarıyor. Bilakis, Ajl’ın çalışması bu projenin, Yeşil Yeni Düzen girişimlerinin geçmişini tanıyan birisi tarafından yapılan sosyalist bir eleştirisi. Bu eleştiri, ortaya atılan önerilere dair “nasıl olmaması” gerektiğini söylemekle yetinmiyor; “nasıl olması” gerektiğini de söyleyen yapıcı ve ütopist bir tasavvuru da geliştiriyor. Bir başka deyişle, Ajl’ın burada yaptığı siyasetçilerin Yeşil Yeni Düzen’ini (YYD) eleştirmekle kalmayıp buna karşı “Halkın Yeşil Yeni Düzenini” savunmak. İlk başta siyasetçilerin sadece bir boyadan ibaret olan reform önerilerine kanmamak gerektiğini söylüyor Ajl:

“ABD kapitalizminin mevcut politikası tam olarak işletmelere sermaye hibeleridir. Onu yeşillendirmek, kapitalizmin yeşile boyanmasını (greenwashing) istemektir.” (s. 19)

Kapitalizmle bağını koparmayan bu boyalı öneriye nasıl bakmak gerekir?

“Bu neye benziyor? Fosil kapitalizmin teknolojik ve kurumsal altyapısının ve mimarisinin toptan yenilenmesi, çoğu eski kapitalizmin aynısı olan ancak sürdürülebilirlik, topluluk, geçim kaynakları ve dayanıklılıkla ballandırılmış söylemlerle kaplı yeni ürün.” (s. 49)

Kapitalizmle cepheden yüzleşmeyen, üçüncü dünyanın (iklim tazminatı gibi) taleplerini görmezden gelen, militarist yapıyı sorgulamayan, tarıma gereken önceliği vermeyen bir YYD’yi kabul etmememiz konusunda bizi uyarıyor. Buna göre karşı kutupta konumlanan Halkların YYD’si sosyalist olmalıdır. Özerk bir tahayyülle onu tasarlamalı, kurgulamalı ve adım adım ona yaklaşmalıyız:

“Halkların YYD’si, eko-sosyalizmi inşa etmekle ilgilidir. Yeni bir dünya inşa etmek bir gecede gerçekleşmez, ancak yeni bir dünya inşa etmek için görmek istediğimiz dünya hakkında bir fikrimiz olması ve o dünyaya ulaşmak için adımlar atmamız gerekir.” (s. 188-189)

Siyasetçilerin ortaya koyduğu yeşil boyalı söylemlerin ortak bir noktası, kapitalist düzen içinde ekonomik büyüme hedefini koruyarak bugün var olmayan doğaya zararsız büyümenin teknolojik gelişmeler sayesinde yarın olacağını savunmalarıdır. Halkın YYD’si teknoloji karşıtı olmasa da, seçmenlere nihayetinde “siz anlamazsınız” diyen teknoloji söylemine karşı şüphecidir:

“Teknolojik ilerleme söylemi, siyaseti sıradan insanın erişemeyeceği bir yere yerleştirerek, kimin neyi alacağı konusundaki siyasi çatışmadan uzaklaştıran, endüstriyel ve sanayi sonrası kapitalizmin çalmakta olan çanıdır.” (s. 74)


Max Ajl

Teknokrat tahakkümden kurtulan yeni politik tartışma nasıl olmalı? Hayalperestlikle suçlanmaktan korkmadan özgür bir tahayyüle, şimdi düşünemediklerimizi düşünmeye ihtiyaç var. Örneğin sanayide ütopik öneriler ortaya atıyor Ajl. Beş ila on yıl gibi kısa bir süre içinde kâr amacı gütmeyen, toplumsal amaçlar için çalışan, kamuya ait binlerce fabrika kurmanın, ABD kamuoyunu mevcut enerji sisteminin adaletsizliğine ikna etmenin ve bunun yerine adil ve temiz bir sistem kurmanın mümkün olup olmadığını soruyor. Sonra da kendi sorusunu şöyle yanıtlıyor:

“Bunların hepsi teknik değil, ‘politik’ sorular. ABD/AB siyasi bağlamında neyin ‘gerçekçi’ olduğuna dayanaraktan bu sorulara yöneltilen cevaplar, neyin makul olduğuna dair herhangi bir nesnel değerlendirmeden ziyade, değerlendiricilerin değerlerini yansıtır. Makul olmanın ‘münasip’ etiketinin verildiği şeylerin çoğu, kapitalizmin ve emperyalizmin devamını varsaymakla ilintilidir.” (s. 120)

Ajl, YYD modasından daha önce İklim Değişikliği ve Toprak Ana’nın Hakları Halk Konferansı gibi zeminlerde ortaya çıkan üçüncü dünyacı eğilimin AOC/Markey YYD’sinde terk edildiğini saptıyor. Soruna dünya-sistem kuramı çerçevesinde, merkez-çevre ilişkileri bağlamında yaklaşan yazar, gerçek bir YYD’yi sahtelerinden iki kritik adımda ayırt ediyor: Üçüncü dünyanın taleplerine kulak vermek ve tarım:

“Avrupa-merkezcilik, Üçüncü Dünya kalkınma hakkına sahip olmadığı sürece, Birinci Dünya’da ekolojik sorunun adil bir temelde çözülemeyeceğini insanların kavramasını- önleyebilmektedir.” (s. 164)

Yazara göre tarım, birinci dünyanın üçüncü dünya üzerindeki tahakkümünün en belirgin ve zorlu aracı. O halde ilk tutulacak halka, tarımda küresel bir reform olmalı. Şöyle söylüyor Ajl:

“Şayet Hakların YYD’si özünde enternasyonalist ve eko-sosyalist olacaksa ve eğer halkçı düzenlemeler yeni-sömürgeci meta zincirlerinden kopacaksa, tarım halkçı planlamanın merkezinde olmalıdır.” (s. 204)

Yazar tarım konusunda somut önerilerini şu şekilde sıralıyor: Tarımla uğraşan büyük şirketlerin dağıtılması, kamulaştırılması ve yeniden düzenlenmesi; büyük tarım alanlarının bölündüğü bir tarım reformu; endüstriyel olmayan çiftçilik yapan üreticilerin iyi yaşam sürmesi için parite fiyatlandırması; monokültürleri destekleyen sübvansiyonların kaldırılması; tarımda yeşil geçişe büyük yatırımlar; gıda sistemlerini yerelleştirmek için altyapıya kamu yatırımı. (s. 233-234)

İmalat sanayi alanında da somut öneriler getiriyor. Oradaki reçetesi de özetle şöyle:

“Halkların YYD’si, üretimde bir dizi büyük değişiklik anlamına gelir. Birincisi, üretimin önemli ölçüde yeniden yerelleştirilmesidir. (…)

İkincisi, üretim laboratuvarları veya çeşitli türden ademi-merkezî üretim merkezleri (…) üretimin ademi-merkezîleşmesi için bilgi ve araçların paylaşımına olanak sağlar.

Üçüncüsü, sanayileşmeden ya da çelik gibi abiyotik malzemelerin dönüşümlerinden, ahşap ve pamuk gibi canlı malzemeler üzerinde çalışan, fabrika üretimine geri dönen geçiştir. (…)

Dördüncüsü, YYD’lerin planlı eskitme üzerine yasaklar getirmesi ve her türlü ürünün tamir edilmesinin kolay olmasının yanı sıra toplu olarak dayatılan bir üretim standardı olarak planlı uzun ömürlülüğe geçiş yapması gerekiyor (…)

Beşincisi, (…) seri üretim ve ihtiyaç duyulan tüketim malları ile ilişkili olan estetik bir sorun vardır. Birçok yönden gezegen ‘aşırı’ sanayileşmiştir. (…)

Altıncı dönüşüm, endüstriyel üretimin zamansal ve örgüsel mantığına dairdir. (…) Fabrikalar rüzgâr ve güneş enerjisi karışımıyla çalıştırılabilir. (…) Bunlar basitçe endüstri ve fabrika üretiminin hidrokarbon dışı enerji kaynaklarının değişkenliğine uyum sağlaması anlamına gelir. Üreticiler, enerjinin bol olduğu mevsimlerde veya anlarda ürünler üretebilir (…).” (s. 184-188)

Ajl kritik konularda vurucu eleştiriler yapıyor. Fakat dünya-sistem kuramına dayanan genel düşüncesi, üçüncü dünyanın ulus-devletlerini küresel yeşil devrimde çok önemli bir konumda görmesine yol açıyor. “Ulusal sorun” başlığı altında bu devletlere yeni sürecin öncüsü olma görevini yüklerken, bunların (kaybeden tarafın temsilcisi olsalar da) kapitalist sömürü ilişkileri içinde tuttukları yerden memnun da olabileceklerini göz ardı ediyor.

Ne büyümek ne de küçülmek

Tim Jackson, Büyümesiz Refah, çev. Alpogan Sabri Erdoğan
İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2021, 230 s.

Son yıllarda alternatif ekonomi arayışlarında dünyada ilgi çeken çalışmalardan birisi de, Tim Jackson’ın bu yıl Türkçede yayımlanan Büyümesiz Refah kitabı. Jackson sorgulamasına başlarken ilk önce 2008 küresel krizinin nedenlerini ve krize karşı alınan önlemleri inceliyor. Krizin ardından herkesin faturayı finans piyasasına, türev ürünlere, vb. kesmesini, bunlara karşı alınan ve kısa sürede işe yaramadığı görülen Keynesyen tedbirleri eleştiriyor. Asıl sorunu ise çağdaş ekonomi düşüncesindeki büyüme tutkusu olarak saptıyor:

“Modern ekonomi, istikrar için ekonomik büyümeye yapısal olarak bağımlı. (…) Büyümeyi sorgulayanlara çılgın, idealist veya devrimci gözüyle bakılıyor.” (s. 13)

Küçülme yazınına katılmasa da Jackson küçülme yazınının çıkış noktası olan argümanları paylaşıyor ve artık mantıklı temellere dayanmayan büyüme tutkusunu eleştirilerinin odağına yerleştiriyor:

“Kısaca tüm bunlardan çıkan sonuç, piyasalardaki yıkımın bazı kötü adamların istisnai bireysel uygulamalarından kaynaklanmadığı. Hatta beceriksiz düzenleyici kurumların bunlara göz yumması da değil. Sebep, amacı ekonomiyi büyütmek olduğu halde sonunda çöküşüne zemin hazırlayan politikalardır. Piyasayı yıkıma götüren şey, büyümenin bizzat kendisidir.” (s. 27)

Bunun ardından Jackson sadede geliyor ve asıl çalışma alanının, ekonominin asıl sağlamaya uğraştığı hedef olan refahın büyümeyle ilişkisini sorguluyor. Bu ikisini birbirinden ayıramama, refahı sadece büyümeye endeksli kabul etme alışkanlığını yıkmak istiyor. Refah ile büyümenin yollarının birbirinden ayrıldığını, daha önce ekonomik büyümeyle (özellikle GSYH büyümesiyle) ilişkilendirilen refahın artık insani bir yaşamın niteliksel boyutlarıyla ilişkili görüldüğünü belirtiyor. Dolayısıyla büyümeyi hedeflemeden refahı hedeflemenin mümkün olduğunu savunuyor.

Yine de büyüme ekonomisinden çıkış bakımından küçülme yanlıları kadar cesaretli değil Jackson. Bu noktada kendisini durduran çelişkiye “Büyüme ikilemi” diyor ve bu kavramı şöyle tanımlıyor; büyüme sürdürülebilir değildir ama büyümeme (degrowth) de istikrarlı değildir. (s. 56) Aşağıda göreceğimiz gibi, büyüme ekonomisi içinde büyümeme durumu ile büyüme ekonomisinden çıkış anlamına gelen küçülme aslında aynı durumu ifade etmiyor.

Jackson (Ajl’ın aksine) küçülmeye katılmıyor ve onun ele aldığı Yeşil Yeni Anlaşma girişimini neredeyse karşı cepheden ele alıyor. Jackson’un konusu ABD’nin değil, UNDP’nin 2008’de gündeme gelen Küresel Yeşil Yeni Anlaşma çağrısı. UNDP öncülüğünde başlayan bu uluslararası girişim, yeşil teşviki destekleyen bir mutabakatın oluşmasını sağlamış. İş dünyası, medya ve sivil toplum kuruluşları temsilcilerinden oluşan Yeşil Yeni Anlaşma grubu, iklim değişikliği ve enerji güvenliği sorunlarına odaklanılmasını savunmuş. (s. 93) Bu girişim, Güney Kore gibi ülkelerin de kendi ulusal Yeşil Yeni Anlaşma programlarını geliştirmesini sağlamış. Yazar, Güney Kore başbakanı Han Seung-soo’nun küresel krizin çözümünde Yeşil Yeni Anlaşma’nın önemini vurgulayan şu sözlerini aktarıyor:

“Eşi görülmemiş bir küresel kriz içindeyiz. Duruma acilen müdahale etmemiz gerekiyor… Yeşil Yeni Anlaşma bize bu imkânı sunuyor. 21. yüzyılın küresel ortamı burada, biz de bu dönem için yeni büyüme motorları bulacağız.” (s. 98)

Yeşil boyalı yeni büyüme motorları bir yandan Jackson’un takdir ettiği bir gelişme; diğer yandan kendi konumu tam olarak bu da değil; yazar yine de büyümeyi bir kenara bırakmaktan yana:

“Yeşil Yeni Anlaşma’yı savunanların önerileri statükoya geri dönmek değildi. UNEP ‘dönüşümsel düşünce’ çağrısı yaptı. Çağrı, büyümenin yeni bir çeşidine yönelikti – UNEP Başkanı Achim Steiner’in ifadesiyle ‘büyümenin yeşil motoruna’. Fakat yine de bu da bir tür büyüme.” (s. 103)


Tim Jackson

Peki bu nasıl olacak? Jackson büyüme ile refahı birbirinden ayırıp büyümeyi terk etmeyi önerse de, bu doğrultuda Ajl ve küçülme taraftarları gibi iddialı reçeteler geliştirmiyor. Bunun yerine şimdi atılması gereken mütevazı adımları saptıyor. Bunların ilki, büyümeyi dışarıda bırakan, kaynak sınırlılığını hesaba katan, sorunların çözümünü hayalî yeni teknolojilerin geliştirilmesine ertelemeyen yeni bir makro-ekonomik çerçeve.

“Değişimin iki spesifik bileşenini belirledik. İlk ihtiyaç ekonomiyi tamir etmektir: Ekolojiden anlayan bir makro-ekonomiyi geliştirmeliyiz. (…)

Değişimin ikinci bileşeni, tüketiciliğin sosyal mantığını değiştirmekte yatıyor.” (s. 139)

Jackson’un ikinci hedefi, konunun toplumsal/psikolojik boyutuna dair; tüketiciliğin sadece ihtiyaç odaklı olmayıp sembolik anlamlarla yüklü olduğunu isabetle görüyor ve bunu değiştirmek istiyor.

Küçülme tartışmalarında farklı yaklaşımlar

Darren Zhang, Flipo Fabrice, Giorgos Kallis, Jeroen van den Bergh, Raoul Weiler, Roefie Hueting
Yeşil Ekonomi: Küçülmek Güzeldir, çev. Serin Erengezgin
Yeni İnsan Yayınları, İstanbul 2022 (2. basım), 144 s.

Bu yıl ikinci baskısını yapan, çok yazarlı Yeşil Ekonomi: Küçülmek Güzeldir kitabı, Türkçede küçülme yazınının ilk örneklerinden biri (ilk baskı yılı 2015). Bu küçük kitapta, her biri küçülme alanında uzun yıllardır çalışan yazarlar konuyu farklı açılardan ele alıyorlar. Bunlardan Roefie Hueting, Tim Jackson’un çalışmasıyla aynı doğrultuda bir akıl yürütme yapıyor. Yazar, “Neden Çevresel Sürdürülebilirlik Büyük Olasılıkla Büyüyen Üretimle Birlikte Ulaşılabilecek Bir Hedef Değildir” başlıklı bölümünde büyümenin nesnelliği karşısında refahın öznel ve niteliksel boyutlarını vurguluyor:

“Tüm ekonomik etkinlikler isteklerin karşılanması (refah) hedefine yöneliktir, böylece sonuç olarak ‘ekonomik büyüme’, malların kıtlığı ile baş edilerek isteklerin karşılanması olarak tanımlanan refahın artırılmasından başka bir anlam taşımaz. Refah doğrudan ‘dışarıdan’ ölçülebilen bir nitelik değildir.” (s. 22)

“Küçülmenin Kavramsal Kökleri” başlıklı bölümün yazarı Fabrice Flipo, çok faydalı bir iş yaparak, özellikle Fransa’da küçülme yazınını oluşturan kaynakları (kurumlar, yazarlar, yayın organları) inceliyor ve bunların geliştirdiği farklı küçülme yaklaşımını birbirinden ayırıyor:

“Zihni sarsan fırtınanın bulutu ötesinde, küçülmeyi beş farklı kaynağın kesiştiği kavşakta konumlanmış olarak nitelemek mümkün diye düşünüyoruz. Bu kaynakların birbiriyle rekabet ediyor ya da birbirine yaklaşıyor olması bile gerekmez.

Birincisi kültürelci kaynak. Kaynağı antropoloji, lideri Serge Latouche (…). Serge Latouche ‘mümkün olan başka dünya’nın, ona ulaşmak için, bu ekonomik ve kalkınmacı anlamları ‘imgelemimizde sömürgesizleştirmemiz’ gereken dünya olduğunun altını çiziyor.

Demokratik kaynak Ivan Illich’in çözümlemelerinden çıkıyor. (…) Sonuç olarak aslolan bağları yeniden canlandırmak, bu da yeniden yerelleşmekten geçiyor (…). Küçülme aynı zamanda bu canlanmanın, sıkı bir ekonomik hız kesme ile sonuçlanması gereken, mantıki bir ekonomik devamı. (…)

Üçüncü kaynak çevreseldir, ekosistemler ve yaşama saygıya bağlıdır. (…)

Dördüncü kaynak tüm sanayileşmiş ülkelerin içinden geçtiği yön krizi ile bağlantılı. (…) Burada geliştirilen bahis ‘hep daha fazla [unvan, para, şeyler] peşinde koşarak’ geçirilen bir yaşamın anlamsızlığı (…).

Son kaynak ‘biyo-ekonomist’ olarak adlandırılabilir. Ekoloji yaşamakla başlıyorsa, biyo-ekonomi; insani örgütlenmenin, ekosistemlerin kısıtları (‘yük kapasitesi’) ve belli kaynakların kısıtlı kullanılabilirliği gibi kısıtlılıklarla baş etmesi gerekliliğinden söz ediyor.” (s. 48-52)

Küçülmenin böyle çok boyutlu, birbirinden farklı çok sayıda anlam içeren bir fikirler kümesi olması, aynı zamanda onun eleştirilen bir yönü. Jeroen van den Bergh, “Büyümeye Karşı Çevre – ‘Küçülme’nin Bir Eleştirisi ve ‘Büyüme-sizlik’ İçin Bir Savunu” başlıklı bölümde bu anlam kargaşasından yakınıyor ve işe küçülmenin nasıl tanımlanabileceğini sorgulayarak başlıyor. Küçülmesi beklenen nedir? Yazar şu olasılıkları sayıyor: GSYH küçülmesi; tüketim küçülmesi; Çalışma sürelerinin küçülmesi; Radikal küçülme (kapitalizmden çıkış) ve Fiziksel küçülme (kaynak kullanımı ve salımların küçülmesi). (s. 69-85) Bu farklı “küçülme” türlerinin her birine karşı argümanlar geliştiriyor ve öyle ya da böyle bir “küçülme” idealinin büyüme kadar belirsiz ve anlamsız bir tutku olacağını ileri sürüyor. Sonra da küçülme yerine büyümeye karşı kayıtsız kalmayı savunuyor.

“Burada GSYH büyümesi yerine GSYH göstergesine karşı çıkmak olarak özetlenebilecek kendi görüşümü öneriyorum. (...) Bu bakışa göre ekonomik büyümeyle ilgili kayıtsız ya da yüksüz olunmalı.” (s. 85)

Giorgos Kallis, “Küçülme Savunusu” başlıklı bölümde van den Bergh’in yazısına ayrıntılı ve titiz bir cevap veriyor. Van den Bergh küçülme kavramının muğlaklığından yola çıktığına göre Kallis önce küçülmeyi tanımlıyor:

“Sürdürülebilir küçülme, ekolojik-ekonomik bir bakış açısından toplumun ürettiği işlerin sosyal olarak sürdürülebilir ve adil bir biçimde azaltılması (ve sonunda bir gün sabitlenmesi) olarak tanımlanabilir.” (s. 116)

Ardından daha can alıcı bir noktaya geliyor. Jackson’un da düştüğü yanılgının van den Bergh tarafından paylaşıldığını görüyoruz burada; küçülmeyi eleştirmek üzere yola çıkanlar, onu büyüme ekonomisi içinde büyüyememe durumuyla karıştırabiliyorlar:

“Sürdürülebilir küçülme, büyüme ekonomisi içinde eksi GSYH büyümesine eşdeğer değildir. Bu durumun adı var zaten: Gerileme, ya da daha uzun sürerse, bunalım.” (s. 119)

Söz konusu karıştırma eğiliminin altında, büyüme ekonomisinin genel düşünce çerçevesinin dışına çıkmakta zorlanmak yatıyor. Küçülme yanlılarının arzu ettiği, bugünkü ekonominin büyüyememesi değil, o zaten yaşanıyor. Onlar hayal gücünün özgür kaldığı yeni bir ekonomi istiyorlar.

Küçülmeyi tartışmak isteyenler için faydalı bir rehber

Serge Latouche
Kanaatkâr Bolluk Toplumuna Doğru – Küçülme Üzerine Yanlış Yorumlar ve Tartışmalar
çev. Tahir Karakaş, İletişim Yayınları, İstanbul 2018, 176 s.

Fabrice Flipo’nun “kültürelci kaynak” başlığı altında değindiği Serge Latouche, “Décoloniser l’imaginaire: La pensée créative contre l’économie de l’absurde” (Hayal gücünü sömürgesizleştirmek: Absürd ekonomiye karşı yaratıcı düşünce” kitabının yazarı. Yazarın birçok kitabında verdiği temel mesaj büyüme ekonomisinin kültürel kodlarımıza işlediği ve ondan kurtulmak için bu kültürel kodlarla mücadele etmemiz gerektiği. Tartışma alanı kültürel kodlar olunca, birçok büyüme karşıtının (hatta kimi zaman taraftarlarının) küçülmeye dair yorumlarını büyüme ekonomisi mantığı içinden ürettiğini görüyoruz. Bu da yanlış anlamaları küçülme tartışmasının doğal bir parçası haline getiriyor. Şöyle diyor Latouche:

“‘Kanaatkâr bir bolluk’ toplumu yaratmak için tüketim toplumundan çıkış projesi, küçülmenin sözleri ve yolları ne olursa olsun yalnızca yanlış anlamalara yol açar, itirazlara neden olur ve dirençle karşılaşır.” (s. 34)

Yazarın bu kitabında küçülmeye karşı ileri sürülen argümanlar ve yanlış anlamalar bir tartışma havası içinde ele alınıyor. Öyle ki, okur küçülmeyle ilgili bir tartışmada onu savunmasına yardım edecek faydalı bir rehbere kavuşuyor ve etkili bir malzemeyle donanıyor. Latouche’un ilk ele aldığı ayrımlardan biri, küçülmeden kast edilenin bugünkü gibi büyüme ekonomisi içinde büyüyememe durumu olmadığı:

“Az çok bizim şimdiki toplumumuzda olduğu gibi, büyümeden yoksun bir büyüme toplumunda, büyüme ‘var olmadığında’, devlet, eli kolu bağlı bir şekilde, sonunda onu sert bir kemer sıkma politikasına mecbur bırakacak olan alacaklıların, finans piyasalarının merhametine kalır: maaşlarda kemer sıkma, üstüne de kamu hizmetlerinin süpürülmesi ve satılması, hâlâ mümkün olan ne varsa özelleştirilmesi. Bunu yaparak, deflasyon yaratma ve depresif bir sarmalın korkunç döngüsüne girme riski ile karşı karşıya kalır. Tam olarak bu sarpa sarma durumundan kaçınmak içindir ki, büyüme toplumundan çıkıp bir küçülme toplumu inşa etmeye girişmek gerekiyor.” (s. 32)

Yazar büyüme toplumunda büyüyememe durumunu (ekonomik bunalımı) hastalığın ardından zorla yapılan bir diyete, buna karşın küçülme ekonomisini hasta olmamak için sağlıklı beslenmeye benzetiyor. İnsanı, onun ihtiyaçlarını ve ekonomiyi sağlıksız hale getiren tüketim kalıpları, büyüme ekonomisinin yarattığı ve artık bir kenara atılması gereken zararlı alışkanlıklara benziyor. Bu nedenle de sahip olduğu ya da yeniden keşfettiği bolluk, kanaatkârlıktan geliyor. Kanaatkârlık anlamsız ve zararlı büyüme iştahının yerini alıyor.

“Başka bir deyişle, küçülmenin alternatif projesi, büyüme toplumlarının fetiş göstergesinin, yani gayrı safi yurtiçi hasılanın (GSYİH) gerilemesi ile kendisini gösteren (…) ‘negatif büyüme’ olarak adlandırılan somut fenomen ile karıştırılmamalıdır. (…) Dolayısıyla, küçülme toplumu projesi negatif büyümeden köklü bir şekilde farklıdır. Küçülme, tüketim toplumundan çıkışı işaret eder.” (s. 40)

Kışkırtılmış tüketim, ne pahasına olursa olsun büyüme ve teknolojik yeniliklerin “pek yakında” kaynak kullanımını sürdürülebilir kılacağına dair bir kör inanç… Bütün bunlar Latouche’un sağlıklı beslenmeye benzettiği, tüketim toplumundan çıkışın mücadele ettiği olgular. Peki küçülme yanlıları neyi savunuyor? Mum ışığına geri dönüşü mü? Latouche buna küçülme yazınının başucu kitaplarından biri olan Jean-Paul Beset’nin “Gerici Olmadan… Artık Nasıl İlerici Olmamalı?” başlıklı kitabından bahsederek yanıt veriyor:

“İşin sonunda, ‘gericiler’ gerçek ‘ilericiler’ olurlar. Gerçekten ilerici olmak gerekirse, daima şunu söyleyebiliriz: ‘Yanlış yolda gidilirken gecikmek daima ilericiliktir!” (s. 67)

Yani evet, küçülme yanlıları geriye gitmeyi savunuyor. Ama nereye? 1960’lara mı? Ortaçağ’a mı? Bunun henüz net bir yanıtı yok; acil olan zaten duvara doğru son sürat giden arabayı durdurmak.

Büyümenin standart ölçüsü olan GSYH (ya da GSYİH) de Latouche’un hedefinde. Gösterdiğinden çoğunu gizleyen bu göstergenin zararlarına dair çok şey söylendi, çok şey söyleniyor. Latouche’un kitabında konunun az değinilen toplumsal cinsiyet boyutu es geçilmemiş:

“Jean Gadrey şöyle yazıyor: ‘GSYİH ve büyüme cinsiyet açısından yansız değildir.’ Büyüme güç istenci ile ilintilidir ve rekabet bir savaş biçimidir. Ulusal muhasebede hane ekonomisinin yeterince dikkate alınmaması tesadüf değildir.” (s. 81)

Üçüncü dünya ve ulusal sorun konusunda Latouche da Ajl gibi birinci dünyanın tahakkümünü sona erdirmeyen, sadece gelişmiş ülkeleri kapsayan seçenekleri reddediyor. Bunun temel nedeni, şimdi olduğu gibi kaynak kullanımını ve salımları kendi sınırlarının ötesine taşıyan ülkelerin “yeşil” olmasının dünyanın bütünü için bir anlam ifade etmemesi. Adidas fabrikasının Çin’de olması Almanya’nın temiz olduğu anlamına gelmiyor, küçülme her yeri kapsamalı:

“Tek bir ülkede küçülmeyi yaşamak ulusal bir sosyalizm inşa etmekten daha sorunludur. (…) Kanaatkâr bolluk toplumu ütopyası herkesi harekete geçirmeye yönelik bir motordur.” (s. 150)

Latouche da önerisini bir motora benzetiyor. Ama bu, büyümenin yeşil motoru değil, herkesi harekete geçirecek bir motor.

Bir de bonus kitap: GSYH fetişine dair...

Sanne Blauw, Tarafgir Sayılar
çev. Çiçek Öztek, Alef Yayınevi, İstanbul 2022, 222 s.

2022’nin sürpriz ve eğlenceli kitaplarından biri, Sanne Blauw’un Tarafgir Sayılar kitabı. Aslında bu kitap doğrudan YYD veya küçülmeyle ilgili değil ama onların odağındaki, Latouche’un “büyüme toplumlarının fetiş göstergesi” dediği GSYH gibi sayılar. Yazar, eğlenceli ve çarpıcı örneklerle sayıların fetişleştirilmesine karşı çıkıyor.

Kitabına önce sayılara olan güven ve inancın nasıl ortaya çıkıp genel kabul gördüğünü anlatmakla başlıyor. Kırım Savaşı döneminde Üsküdar’da görev yapan hemşire Florence Nightingale’in iyileştirilebilir durumdaki hastaların enfeksiyondan öldüğünü tespit ettikten sonra askerî hastanede tıbbi hijyenin sağlanması için İngiliz hükümetini ikna eden bir rapor yazdığını, o güne kadar konuyu önemsemeyen hükümetin ise sayılara dayalı raporu görünce hemen harekete geçtiğini aktarıyor. O zamandan beri bir hükümeti ikna etmek istiyorsanız, sayılarla konuşmanız gerekiyor. Zamanla sayılara duyulan güven ve inanç, onları kullananlara sorgulanmayan bir güç kazandırmış. Bu nedenle, dendiği gibi: Sayılar yalan söylemez, ama yalancılar sayı söyler.

“Sayılar yalan söylemez, değil mi? Ölçmek bilmek demektir. Kelimeler kolayca tarafgir olabilirken, rakamlar gerçekliği tarafsız bir şekilde yansıtır gibi gelir bize. Fakat bu kitapta göstereceğim gibi rakamlar istedikleri kadar önemli olsunlar asla nesnel değildirler. Bir sayı, tam da ölçüm ânında çoktan nesnelliğini kaybeder. Neyi nasıl ölçtüğünüz, tanımı gereği öznel bir karardır.” (s. 14)

Blauw’un savı, sayıların değersiz olduğu değil. Öznel oldukları. Yazara göre onları kullanmalı ama daha oluşturulurken nesnelliklerini yitirdiklerini gözden yitirmemeliyiz. Aynen dil için geçerli olduğu gibi:

“Sayıları olmaları gereken yere koymanın vakti geldi. Bir kaidenin üzerine değil, çöp tenekesine de değil, ait oldukları yere: kelimelerin yanına.” (s. 17-18)

Tabii konu sayıların en şaibelisine, GSYH’ye de geliyor:

“Benzer şekilde dünyamıza GSYİH’yi armağan eden ekonomist Simon Kuznets de bizi bu rakamın refaha denk düşmediği konusunda uyarmıştı. Ve buna rağmen, yirminci yüzyıl boyunca GSYİH tekrar tekrar tam da bunu yaptı.

Bu tür yorumlar tehlikelidir. Rakamları ciddiye almak istiyorsanız, söylemedikleri bir sürü şey olduğunu teslim etmelisiniz. Başka bir deyişle, GSYİH sadece ‘üretimi’ gösteren bir ölçüttür ve IQ da bir testte alınan bir puandan fazlası değildir. Rakamlar, bazı kanaatler ve tarafgirlikler yüzünden olmadıkları bir şeye zorlanıp şişirilirler.” (s. 77)

Blauw, hem de mucidinin dilinden GSYH ile refahın aynı şey olmadığını aktarıyor. Bu, Jackson’un ve diğerlerinin alkışlayacağı bir bilgi olmalı.

***

Görünen o ki, YYD girişimleri, refaha dair yeni tanımlama çabaları ve küçülme tartışması farklı noktalarda konumlansalar da alışılageldik ekonomi paradigmasını şimdiye dek hiç olmadığı kadar yere çalıyorlar. Bu tür projelerin dünyada iktidar deneyimi sınırlı olsa da hiç yok değil. Dahası, bunların bir kısmı (bazı YYD’ler) aslında hâkim düzenin küçülme gibi daha uç noktalardaki önerilerle uzlaşma çabasından doğuyor. Dolayısıyla küçülme, deviremese de ittiriyor, koparamasa da kemiriyor. En azından şimdilik.