Elçin Poyrazlar: “Ben güncelin polisiyesini yazıyorum.”

"Erkeklerin yazdığı erkek karakterleri okumaktan sıkılmıştım. Kadın karakterleri daha karmaşık, daha incelikli, daha zeki buluyorum. O kahramanın katmanlarını tek tek kurmak, çelişkilerini, kararsızlıklarını, kadın-kadına dinamiklerini yazmak bana  eğlenceli geliyor."

24 Kasım 2022 21:30

 

Elçin Poyrazlar’ın yeni polisiye romanı Kayıp Yüz geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Bu yeni romanında kadın komiseri Suat Zamir’i polis teşkilatının içerisine yerleşmiş derin bir örgütsel yapılanma ile karşı karşıya bırakan Poyrazlar, anlatı boyunca kadın-erkek eşitliği, çeşitli kurumlardaki çürüme, ihlal edilen haklar ve sindirilen insanlar üzerine insanlık tarihi kadar eski bir hikâyeyi okurun beğenisine sunuyor: Genç bir kadının yaşadığı apartman dairesinden atlamasıyla başlayan romanda olaylar, kısa bir sürede önce intihardan cinayete evriliyor, sonra da karanlık teşkilatlanmalara… Poyrazlar, kitap boyunca okura bir dedektiflik hikâyesi sunarken, aynı zamanda yarattığı Suat Zamir karakteri üzerinden bireysel yaşantımızın da kendi içerisinde ne denli sıkıntılı süreçler barındırabileceğini ortaya koyuyor.

***

Kayıp Yüz öncelikle bir eşitsizlik hikâyesiyle başlıyor. İlk vurgu, toplumsal cinsiyet normları ile doğrudan ilgili. Çözülememiş bir cinayetin ardından erkek komiser (Selim Belen) büroda kalırken, kadın komiser (Suat Zamir) kızağa çekiliyor. Öncelikle, romanın başında neden özellikle bu konuya atıfta bulunmak, toplumsal cinsiyet meselesine dikkat çekmek istediniz? (Elbette roman ilerledikçe bu konu daha da dallanıp budaklanıyor.)

Kayıp Yüz bir önceki romanım Ecel Çiçekleri’nin devamı olmasa da başkahraman Suat Zamir’in ikinci macerası. Suat Zamir ilk romanda erkek-yoğun bir polis teşkilatında bir kadın polis olarak küçümsenme, alaya maruz kalma, kimi ortamlarda tam bir polis olarak kabul edilmeme gibi ayrımcılıkla karşı karşıyaydı. Bu romanda kızağa çekilmesi Suat Zamir’i akut bir öfkeye sürüklüyor, Suat o öfkenin peşinden giderek hamlelerini belirliyor ve kendi başına soruşturma yürütüyor.

Romanın en başında bundan söz etmem toplumsal cinsiyet meselesine dikkat çekme kaygımdan değil, Türkiye gibi ülkelerde farklı mesleklerdeki kadınların içinde yaşadıkları atmosferi birebir romana yansıtmak istememden kaynaklanıyor. Bir toplumda eşitsizlik varsa o her sınıfta, her yapıda, her ortamda karşınıza çıkar. Erkeklerin kendi alanı olarak gördükleri savunma, güvenlik gibi sektörlerde kadınların bunu daha ağır yaşadığını görüyorum.

Usta-çırak ilişkisi polis teşkilatının ve elbette polisiye/dedektif romanlarının önemli bir parçası. Bu romanda Suat Zamir’e Akademi’den yeni mezun Beren Bahar çıraklık ediyor. Bu noktada hem dedektifin hem de dedektif yardımcısının kadın oluşu yazım sürecinde ortaya ne tür bir farklılık çıkardı?

Suç edebiyatının yaklaşık 200 yıllık birikiminde dedektiflerin çoğu ve onların yardımcıları ağırlıklı olarak erkek karakterlerdi. Holmes-Dr. Watson, Poirot-Yüzbaşı Hastings, Komiser Maigret ve erkek polis ekibi öne çıkanlardan bazıları. Polisiyenin altın çağında Agatha Christie’nin karakteri Miss Marple bu geleneği bozan ender örneklerden. 2000’li yıllarda suç edebiyatında kadın karakterlerde gözle görülür bir artış yaşandı. Polisiyenin dizi ve film endüstrisinde daha fazla yer bulmasıyla ilgisi olabilir bunun.

Bu akımın yanı sıra benim kendi tercihlerim de kadın karakterleri seçmemde rol oynadı. Gazetecinin Ölümü ve Kara Muska’da vücut bulan ilk kahramanım gazeteci Selin Uygar bilinçli bir seçimdi. Erkeklerin yazdığı erkek karakterleri okumaktan sıkılmıştım. Yerli polisiyede de kadın karakterlerin azlığı bunda etkili oldu. Bir kadın amatör dedektif olsa, cinayetleri çözse nasıl olur diye giriştim ilk romana.

Ben kadın karakterleri daha karmaşık, daha incelikli, daha zeki buluyorum. O kahramanın katmanlarını tek tek kurmak, çelişkilerini, kararsızlıklarını, kadın-kadına dinamiklerini yazmak daha eğlenceli geliyor. Suat Zamir-Beren Bahar ikilisi yaş, rütbe ve deneyim farkıyla hoş bir tezat yaratıyor gibime geliyor.

Kayıp Yüz’de intihar gibi görünen bir cinayetin izini sürerken polis teşkilatının kendi içerisinde ne denli ciddi sorunlar, hukuksuz işler ve meslek ihlalleriyle karşı karşıya olduğunu da görünür kılıyorsunuz. Bu birçok açıdan klasik bir konu olmakla birlikte, sizin işin içerisine dahil ettiğiniz meselelerin özellikle bugünün Türkiyesi’nde önemli bir karşılığının olduğunu söyleyebiliriz. Sizi özellikle bu konu üzerinde durmaya yönlendiren temel sebepler neler oldu?

Suç insanlığın binlerce yıllık geçmişinde var, olmaya da devam edecek. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de suç vardı, hep olacak. Asıl soru şu sanırım; toplumun ve hukuk yapısının suça verdiği yanıt ne? Tepeden yaratılan bir cezasızlık kültürü mü var, yoksa adalet hakkıyla sağlanıyor mu? Bugün Türkiye’de kadına yönelik şiddetin sistematik olması, kimi suçların yeterli ve zamanında ceza almaması, bazı çevrelerin kayırılması, kimilerinin cezadan göz göre kurtulması büyük bir adalet ve vicdan boşluğu yaratıyor.

Üstelik bazı suçların devletin içinde yayılması, buna göz yumulması, hukukun tek elden taraflı biçimde yönetilmesi toplumun genelinde büyük bir güvensizliğe yol açıyor. Adalet mekanizması insanların inandıkları bir sistem olmaktan çıktı, korku üreten ve yayan bir araca dönüştü.

Bu, kadınlar, çocuklar, LGBTİ+’lar, öğrenciler, yoksullar gibi dezavantajlı gruplar için daha büyük tehditler yaratıyor. ‘Biz hakkımızı muazzam bir yapıya karşı nasıl koruyacağız?’ duygusu uyanıyor. Adalet sadece belli bir zümrenin işine yarıyorsa, adalet isteyen kişiler ne yapmalı? Romandaki temel sorulardan biri de buydu.

Romanın gelişim çizgisinde olayların bir noktadan sonra siyaset ile de ilişkilendiğini, işin içerisine çeşitli politik/siyasi figürlerin de girdiğini söyleyebiliriz. Bir gazeteci olarak sizin özellikle bu konuları deşmeniz veya kurgulamanız da son derece anlamlı. Peki bir gazeteci olarak polisiye yazmak, bu polisiyeyi siyasetle/politikayla birleştirme meselesi üzerine ne söylersiniz?

Ben güncelin polisiyesini yazıyorum. Elimde değil. Derdim çoğunlukla bugünün suçları. Polisiye edebiyatın toplumcu-gerçekçi bir tarafı var ve ben kendimi o tarafta iyi hissediyorum. Kişisel olan politiktir. Roman kişisel bir öyküyü anlatsa da, iktidar ilişkilerine değiniyorsa politik olmaktan kaçamaz. Bu sadece siyasi yapıyla ilgili değil. Evlilik, sevgililik, aile, dostluk, iş ilişkilerinde de hâkimiyet kurma, yönetme, manipüle etme, kıskanma, engelleme var. Bunların hepsi iktidarla ilgili. Beni günlük önemsiz görünen ayrıntılar kadar en tepede yürüyen kişisel hırslar, zaaflar, ihanetler, arzular ve saplantılar da ilgilendiriyor. Tepedeki politika kişisel dertlerden bağımsız değil. O makama varabilmek için harcadığı, terk ettiği, yok ettiği insanlardan oluşuyor başarı öyküleri. Benim romanlarımdaki tek fark, iktidarın en vahşi hali olan bir başkasının canını alma, yani cinayet kurgusunun yer alması. Bir de insanların para, iktidar, şan şöhret için kimleri ve neleri feda etmeye hazır olduğu, zaaflarını bir türlü aşamadığı önermesi.

Kara Nezo (Nezahat Eryılmaz) ve Aykut Camcı, gerek içerisinde bulundukları teşkilatların karanlık yüzlerini gösteren, gerekse kötülüğün her zaman dışarıdan gelmediğini, kimi zaman ne derece içeride olabileceğini gösteren karakterler. Öte taraftan her ikisi de bir parçası oldukları karanlık işler zinciriyle kötülüğe tamamıyla batmış kişiler olarak değerlendirilebilir. Peki bu kötülük nereden doğar? Sistem işlemediğinde veya açıkları ortaya çıktığında, kişiler neden kötülüğe meyleder?

Bu temelde felsefi bir soru. Kötülük nerede başlar? Neden bazı insanlar kötüdür? Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı eserinde düşüncesiz, fikri olmayan, apolitik insanların eylemlerinin kötülüğe sıradan bir nitelik kazandırdığı görüşü vardır. Üstelik totaliter ve baskıcı rejimler kötülüğün yayılmasında etkilidir ve bu rejimlere itaat de sistemi güçlendirir.

Yahudi soykırımında yüzbinlerce insanın ölüm emrini veren subaylar kötü bir şey yaptıklarını düşünmezler. Onlar sadece emirleri uygulamıştır. Sıradan bir askerdirler yani.

İşin ilginç yanı kimse kötü olduğunu düşünmez. Eylemlerinin ve düşüncelerinin mutlaka kendilerine uygun bir açıklaması vardır. Kara Nezo kötü bir karakter. Ama o, bunu düzenle açıklar. Düzen böyledir, onun da hayatta kalması gerekir. O yapmazsa mutlaka yapan biri çıkacaktır. Geçmişindeki travmalar deyin, beyni yıkanmış deyin, karanlık tarafın kölesi deyin, onun için fark etmez.

Kötülük ancak sıkı bir hukuki yapıyla, insan odaklı bir sistemle ve organize iyilikle alt edilebilir. Kişisel kötülüklerin yapısal kötülüklere yol açmasına izin vermemek mesele.

Üzerinde durmak istediğim bir diğer konu, her bir karakterin kitap boyunca tam adıyla ve lakabıyla anılması. Bu durum kurguyu gerçekliğe yaklaştıran, şüphesiz okuyucuda gerçeklik algısını artıran bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Ama öte taraftan bir yazar olarak sizin her bir ismin ve lakabın arkasına yerleştirdiğiniz hikâye ortaya oldukça çarpıcı sonuçlar çıkarabiliyor. Roman karakterlerinize isim ve lakap verirken nasıl bir yol izliyor, bu isimlere dair hikâyeler geliştirirken nelere dikkat ediyorsunuz?

Bazı karakterler gözümün önünde beliriveriyor. Onlardan kaçışım yok. Örneğin Tikli Kadri, bir anda koca kafası, sert yüzü, diken gibi saçlarıyla önüme geldi. Çok sinirli bir polis Kadri Özer. Siniri oynayınca tiki de oynuyor. Bu onun karakterine bir yumuşaklık da katıyor. Sert ama bazı şeyleri kaldıramayan bir polis. Ya da bünyesi kabul etmiyor.

Bazı karakterler ise saklanıyor. Özellikle yüzleri. Karakterlerindeki özellikleri bulmak için düşünmem gerekiyor. Karakterlerin geçmişleri ise en uğraştırıcı tarafı. Herkesin bir derdi, travması var. Kimisi hafif, kimisi derin. O travmanın neresinde olmalı karakter, onu düşünüyorum. O travma olay örgüsünde nasıl işleyecek? Kara Nezo bunlardan biri. Suat Zamir de onu soruyor romanda. “Hangi noktada karşı tarafa geçti Kara Nezo?” Ve ona neden Kara Nezo deniyor?

Mülteci, göç ve göçmenlik, son yıllarda çokça tartışılan, sosyal yaşamı, ülkelerin bu meseleye yaklaşımlarını ve güncel politikalarını derinden etkileyen bir mesele olarak nitelenebilir. Siz de Musa ve Lale karakterleri üzerinden bu konuya bir polisiye roman etrafında yaklaşıyorsunuz. Öncelikle, bu konu sizin ilginizi nasıl çekti? Polisiye roman, böylesine güncel ve derin meselelere dair kendi içerisinde ne tür imkânlar barındırıyor?

Suç edebiyatı oldukça geniş bir yelpazeden oluşuyor. Altında mizahi, absürd, siyasi, tarihî, kara, şefkatli… çeşit çeşit polisiyeleri barındırıyor. Göçmenlik meselesi ise yine günümüz meselesi. Batının kapılarını sıkı sıkıya kapadığı, iyi göçmen-kötü göçmen ayrımı yaptığı, savaşların, salgınların, iklim değişikliğinin, yoksulluğun insanları başka ülkelere akına sürüklediği bir çağdayız.

Göç çağının suç unsuru olmadan yaşanması imkânsız. Örneğin insan kaçakçıları göçmenlere büyük iyilik yaptıklarını savunuyor, bunu bir kamu hizmeti olarak görüyorlar. Oysa çocuklar, kadınlar ortadan kayboluyor yollarda. Binlercesi ölüyor, yok oluyor. Suçlu kim burada? Onları başka ülkelere götürenler mi? Onları ülkelerinde istemeyenler mi?

Romandaki Musa ve Lale karakteriyle pek de onları istemeyen bir ülkede yaşamak zorunda kalanların ufacık öyküsünü anlatmak istedim. Kendi ülkesinde tutunamayanların başka bir ülkede iyice görünmez olması.

Anne figürü, Lale bağlamında da, Şeyma, Luna, Ayhan Hanım, Beren bağlamında da tartışmaya açılan, varlığı kadar yokluğu da birçok anlam ifade eden özel bir konu. Annelik meselesi ve anne figürü hangi noktada sizin dikkatinizi çekti? Roman kahramanlarınız üzerinden tartışmaya açılan annenin varlığı/yokluğu meselesi, polisiyenin kendi kurgusu üzerinden bize neler söyler?

Annelik binlerce romanın bin yıllık konusu. Hiç bitmeyen, üstünden politikalar yaratılan, kadınları yücelteceğiz derken ezen, baskı kuran, kutsal şablonuna sokup yok eden bir mesele.

Romanlardaki ana kadın kahramanların kimisi annesiz, kimisi evsiz ve kimsesiz. Bu özellikle kurban olarak seçilen genç kızlar için önemli. Kendilerini kullanan, sırtlarından para kazanan bir kadına bile ‘anne’ deme ihtiyaçlarını engelleyemiyorlar. Kendilerine anne ararken var olmak isteyen kızlar bunlar. Öte yanda ise kendi annesinden nefret eden ve başkasını anne olarak kabul eden genç bir erkek de var. Anneyle ilgili her şey ne kadar hassas, ne kadar çelişkili! Ben o çelişkiden beslendim.

Polisiyenin gerçekle kurgu arasında sürekli gidip gelmesi ve güncel olaylardan alabildiğine beslenmesi, bu türü yazıldığı çağ ile birleştiren ve bir tür sosyal tarih anlatısına çeviren önemli bir konu bana kalırsa. Bu noktada Kayıp Yüz’ün de içerisinde yazıldığı döneme, ülke ve koşullara dair önemli veriler sunduğunu söyleyebiliriz. Peki bir sosyal tarih anlatısı olarak Kayıp Yüz bize neler söyler? Polisiye romanı yazıldığı dönem-ülke-koşullarla bu derece birbirine bağlayan temel özellikler nelerdir?

Alman yazar ve sosyolog Siegfried Kracauer 1925’te kaleme aldığı Polisiye Roman, Felsefi Bir İncelemeadlı kitabında “Polisiye roman uygarlığın yüzüne bir lunapark aynası tutar. Aynadan uygarlığa bakan kendi canavarlaşmış halinin karikatürüdür” der.

Biz de bu dönemin Türkiyesi’nde suçun karikatürleşmiş halini yaşıyoruz. Ancak hiç gülünç değil bu karikatür. Canavarca, vahşice. Ve içinde bulunduğumuz çaresizlik bizi her gün kemiriyor. Azar azar ruhumuz ve benliğimiz kayboluyor.

Aynı Kayıp Yüz’de dönüşerek kaybolan kadın gibi. Kötülüğe ve suça teslim olan herkes gibi. Hiçbir teslimiyet cezasız kalmaz. Hangi noktada itiraz ettiğimiz kaderimizi belirleyecek.

Son bir soru olarak, bir polisiye dizisi yazmak, her şeyden önce bir karakter yaratmakla mı başlar? Yoksa karakter kendi dizisini peşinden mi sürükler? Bu durum Suat Zamir karakteri ve polisiyesinde nasıl gelişti?

Emin değilim. Bazen kurgu karakteri tetikler, bazen de karakter kurguyu. Yazarın karakteriyle olan ilişkisi de tuhaflaşıyor bir süre sonra. Agatha Christie son yıllarda artık Hercule Poirot yazmak istemiyormuş ve kendinden daha ünlü olduğunu düşünüyormuş. Kendisinden sürekli Poirot macerası istenmesine de kızıyormuş. Sanırım bir karakter sevildi mi artık okurlara ait oluyor ve yazar bir araç haline geliyor. Yazar ile karakteri arasındaki ilişki romanın hem kurgusunu hem de karakterin geleceğini belirleyen önemli bir faktör sanırım.

Suat Zamir’le ilişkimiz şimdilik iyi. Birbirimizi tanıma ve sevme aşamasındayız. İlerleyen yıllarda ilişkimiz nasıl seyreder, bilemiyorum.

•