Yeni yaşamların peşinde

Peki ama neden gidiliyor “bu ülke”den? “Yeni ülke”, yeni bir hayat mı demek sahiden? Bahar Çuhadar Yeni Ülke Yeni Hayat kitabını İlksen Mavituna'ya anlattı...

18 Temmuz 2019 10:30

Yeni Ülke Yeni Hayat, haberin içerik ya da “tıklamaya” indirgendiği yeni medya ortamının gelişimine tanıklık etmiş ve bu değişimin parçası olmuş tecrübeli bir gazeteci-yazarın, Bahar Çuhadar’ın ilk kitabı. Radikal ve ardından Hürriyet’te yıllar süren mesaisinde şahit olduğumuz mülakat yeteneklerini bu sefer özel bir konuya yönlendiren yazar; son 10 yılda Türkiye’yi terk eden 11 kişinin yaşam öykülerini bir araya getirdiği Yeni Ülke Yeni Hayat isimli çalışmasını daha geçen aylarda yayımladı. Türkiye’de son dönemde yaşanan “dışarıya-göç”ü konu edinen kitap, istatistik kurumlarının ve araştırma şirketlerinin olgusal temelde rahatlıkla teşhis ettiği ve edeceği ama söz konusu göç ikliminin ve duygusunun içinde yaşamaya devam eden bizlerin hâlen tam anlayamasak da, hakkında rahatlıkla fikir beyan ettiğimiz özel bir durumu ele alıyor: ülkeden gitmeye karar verenler, daha fazla dayanamayanlar, yeni bir hayat arayanlar.

Özellikle son birkaç yılda dikkat çekici bir ivme gösteren dışarıya-göç olgusu, duygular temelinde yükselmesi ile daha önceki göç hareketlerinden ayrılıyor. Bu seferki ne toplu bir ekonomik hamle, ne de siyasî iltica düzleminde. Toplumsal mânâda oldukça geniş bir kesimi kapsıyor. Üstelik gidenler çoğunlukla, tek-yön uçuş biletleri ile terk ediyor ülkeyi. Peki ama neden gidiliyor “bu ülke”den? “Yeni ülke”, yeni bir hayat mı demek sahiden? Bahar Çuhadar ortak kaygılara sahip olmakla birlikte farklı meslek gruplarından ve farklı toplumsal kesimlerden, dünyanın 10  farklı noktasına göçmüş 11 kişinin hikâyesini bir araya getirdiği bu çalışmasıyla, herkesin “fikir” sahibi olduğu bir konuyu doğrudan aktörleri ile değerlendirme jestini göstererek, gazetecilik mesleğinin unutulmakta olan bir yüzünü de hatırlatıyor ilgilisine.

Üzerinde yaşadığımız toprakların “göç” mazisi uzun. Yakın geçmişe baksak bile: son elli altmış yılda, muhtelif göç hareketleri var. 50'li ve 60'lı yılların zorla yerinden edilmelere bağlı göçler, seksenler ve doksanlardaki siyasi çatışma ve tartışmalara dayalı iltica hareketleri bir yana; doksanlara varıldığında, “beyin göçü”nün medyada sıklıkla dillendirildiğini görüyoruz – hatta Ulaş Sunata’nın kitabınızın sonunda yer alan söyleşisinden “beyin göçü”nün “Beş Yıllık Kalkınma Planları”nda bir başlık olduğunu öğreniyoruz! Tüm bunlarla birlikte bugün, konumuz beyin göçüyle sınırlı kalmayan, yaşam tarzına bağlı göç ya da daha popüler bir tabirle seküler göç - bu kitleselliği açısından yeni. Yeni Ülke Yeni Hayat son on yıla uzanmasıyla, son iki şiddetli göç dalgasını - beyin göçü ve yaşam tarzına bağlı göçü - kavrıyor gibi. Neler söylemek istersiniz? Çalışmanız kapsamını siz nasıl oluşturdunuz?

Göç bu toprakların koduna işlenmiş bir hareketlilik türü gerçekten de. Dediğiniz gibi; işçi göçlerinden iltica hareketlerine çok geniş bir skalada bir göç tarihi var Türkiye’nin. 60’lardaki işçi göçünün, 70’lerdeki, 80’lerdeki darbe veya siyasî baskı dönemlerinde sürgün edilen gazeteci, yazar, şair ve siyasîlerin ya da 90’larla birlikte gündem olan ‘beyin göçü’nün analizleri, hikâyeleri hâlâ sürmekteyken bugün başka türlü bir göç dalgasına tanık oluyoruz. Buna ‘kalifiye emek göçü’ de demek mümkün, ‘yaşam tarzı göçü’ de. En kısa tanımla, kendi ülkelerindeki gidişattan bir şekilde memnun olmayan, belki mücadele etmekten, umut etmekten yılmış insanların kendine yeni bir fırsat yaratmak üzere gönüllü olarak göç ettiklerini söyleyebiliriz.

‘Göç’ meselesi kişisel olarak hep bir şekilde ilgimi çeken bir konu olageldi. Yeni Ülke Yeni Hayat’ı doğuran ise son beş senedir bire bir kendi çevremizde de tanık olduğumuz ‘gidişler’ ve bunun gündelik hayatımızın, sohbetlerimizin rutin bir parçası olmasıydı. Toplumsal konularda da habercilik yapan bir gazeteci olarak konuya bir merakım hep oldu. Ama onun da ötesinde sanki illa gitmek gerekiyormuş gibi, “Ben gidersem şuraya giderim” ya da “Ben ancak şu koşulda giderim” türü sohbetlerin çoğalmasından etkilendim. Ve bir noktadan sonra “İyi de gittikten sonra ne oluyor”u düşünmeye başladım. 2015’in temmuz ayında, o dönem yayın hayatına dijitalde devam eden Radikal gazetesi için bir haber hazırlamıştım. Suruç Katliamı olmuş, bombalar, şiddet ve korku hâli gündemi kaplamıştı. Sosyal medyada, arkadaş buluşmalarında neredeyse herkes “çekip gitmekten” bahsediyordu. O zaman yaptığım haberde hâlihazırda Türkiye’den gönüllü olarak göç etmiş insanların hikâyesini dinlemiştim. “Çekip gideceğim bu ülkeden demek kolay, peki ya sonrası?” başlıklı haber epey ilgi gördü. O günden bugüne dönem dönem gündeme geldi bu gidiş dalgası. Ben de o zamandan beri kafamda asılı kalan bu “Çekip gittikten sonra ne oluyor?” sorusunu bir kitap dahilinde ele alıp, gidenlere daha kapsamlı bir şekilde kulak vermeye niyetlendim. Çerçeveyi son 10 seneyle sınırlayıp, farklı motivasyonlarla, farklı ülkelere göç eden insanlarla temasa geçtim. Bireysel olarak elbette insan ülkesini, şehrini, hayatını değiştirmeyi seçer ama gelinen noktada –istatistiki olarak da görülen o ki- ülke tarihinde başka türlü bir kitlesel göç hareketi yaşanıyor. Konuştuğum insanları politik bir zorunluluktan dolayı değil ama geleceklerini bu ülkede kurmamayı tercih eden kişilerden seçtim. Politik zorunluluktan giden çok sayıda insan görüyoruz maalesef ama buradaki sınır ‘yaşam tarzı göçüyle’ çizildi.

Kitap daha başlığında içeriğine ilişkin net bir mesaj veriyor: Yeni Ülke Yeni Hayat. Hikâyelerine yer verdiğiniz kişilerin hayata bakışları hakkında ne söylüyor bize bu başlık? İnsanlar "yeni bir şey" aradıkları için mi ülkeyi terk ediyor sahi? Peki, bu yeniden beklentileri ne? Karşılanıyor mu beklentiler? Nasıl? Öte yandan, insanların yerleşme ihtiyacının bu kadar keskin olması, herhalde belli tür bir huzursuzluktan kaynaklanıyor. Nasıl yorumlarsınız? Bu huzursuzluğun Türkiye’ye özgü ve küresel denebilecek veçhelerini ayırt edebilir miyiz?   

Görüştüğüm kişilerin büyük bir kısmı evet, Türkiye’deki hayatlarında belirgin bir huzursuzluk hissederek gitme kararı alan insanlar. Olumsuz toplumsal ve siyasî olayların yarattığı negatif tablo da var bunun içinde, çocuğunun eğitim koşulları, geleceği konusunda karamsar olmak da var ya da sadece sokakta gördüğü mutsuz, umutsuz yüzlerden yılmış olmak da… Başına adlî bir vaka geldiğinde hakkının teslim edilemeyeceği, eşit ve adil bir hukuk sistemi göremedikleri, yaşadığı büyük şehrin kaosundan, trafiğinden kaçma hisleriyle dolan ya da çalışma hayatındaki sert koşullardan bıktığını fark eden de… Aradıkları yeni şey biraz daha huzurlu, sakin bir rutin, geleceklerini güvence altına alabilecekleri bir hayat ihtimali… Gidenler arasında ülkedeki huzursuz, şiddetli gündemin tavan yaptığı dönemlerde gitme kararı alanlar var. “Yarın benim ya da çocuğumun da başına böyle bir olay gelmeyeceğinin garantisi yok” hissi bu. Ve tabii kaotik politik gündemin artık hayatlarının başrolünde olmasını istememek… Türkiye’de böyle de dünyanın başka ülkeleri cennet köşesi mi? Değil, elbette. Bu, gidenlerle konuştuğumuz başlıklardan biri. Neoliberal düzenin yıkıcılığı tüm gelişmiş, gelişmekte olan ülkeler için geçerli. Ama bir parça daha sistemli hayatlara, sosyal haklara erişmek; hukukî düzen açısından kendisini daha güvende hissetmek, en basitinden siyasetin evinin her köşesine girmeyeceğini bilmek gibi ‘avantajlar’ çıkıyor ortaya, konuşmalardan. Haberleri izlemenin bile bıkkınlık verdiğini anlatıyorlar mesela... Hâl böyle olunca, evet, aranan şey hakikatten de yeni, başka türlü bir hayat… Beklentilerinin de büyük ölçüde karşılandığını görüyoruz hikâyelerde. Kadın anlatıcılar sokakta çok daha rahat yürüdüklerinde, farklı ülkelerdeki göçmenler “Burada herkes özgür” ya da “Sokakta insanlar birbirine gülümsüyor” şeklindeki söylemlerde ortaklaşıyor. Keza edindikleri sosyal hakların, yaşadıkları kentlerdeki yeşil alanların verdiği tatmin, iş hayatlarında sınırların ihlal edilmemesi gibi durumlar da var…

Şahsen yazarları arasında yer aldığım Bu Ülkeden Gitmek kitabının sonuçlarından biri, özellikle son 3-4 yıl içerisinde Türkiyeden yurtdışına gidenlerin “göç” tabirini, daha da çok “göçmenlik” statüsünü reddedişleri olmuştu. Şimdi uzun uzadıya ayrıntıya girmek istemem ama sizin gözlemleriniz nasıl? Gidenler kendi durumlarını nasıl görüyor? 

Bu benim de çok merak ettiğim bir noktaydı. Ve görüştüğüm 11 kişiye bakınca gördüm ki kişinin ‘göçmen’ olma hâlini tanımlayışı, hayata nereden baktığına, ideolojik duruşuna bağlı olarak değişiyor. ‘Gurbetçi’ tanımı pek benimsenmiyor bir kere. 60’lardaki göçmenlerin, gittikleri ülkelerde kendi yaşam alanlarını yaratıp o alandan pek çıkmayan hâlleriyle özdeşleşiyor ‘gurbetçi’ ifadesi, kişilerin zihninde. Öte yandan kendisini ‘dünya insanı, evrensel insanlık ailesinin bir ferdi’ olarak tanımlayanlar için ‘göçmen’ ifadesi de çok fazla bir şey ifade etmiyor. Pek üstünde durdukları bir tanım değil. Atina’ya göç eden Ulaş, kendisini evet, tıpkı 60’larda Türkiye’den oraya giden Rumlar ya da bugün orada yaşayan Afganlar, Suriyeliler gibi göçmen olarak tanımlıyor mesela. Ama şunu ekleyerek: “Uluslara, milletlere, ırklara, sınırlara, bayraklara inancım yok. Bu yüzden başka bir yerden başka bir yere gitmiş gibi pek hissetmiyorum. Aynı coğrafyanın daha çok zeytinyağı tüketilen, daha çok şarap içilen ve daha çok kahkaha atılan bir yerine geldim.”

Berlin’deki Serkan kendini göçmen olarak hissettiğini söylüyor. Almanya genelindeki insanların kendini ait hissettiği şeylere ait olmadığını anlatıyor ama şunu da ekliyor: “Buradaki özgürlüğe, karşılıklı saygıya, doğaya duyulan sevgiye ait hissediyorum kendimi. Ama onlardan biri miyim? Değilim. Zaten kimseden biri de olmak istemiyorum…” ‘Göçmen’ olma durumu ‘aidiyet’ duygusuyla direkt bağlantılı bir durum. Londra’ya yerleşen Aysel kenidini ‘gurbetçi’ olarak tanımlarken sevdiklerinden uzak olmanın verdiği ‘özlem’ duygusunu baskın olarak yaşıyor. Orada kendisini yalnız hissettiğinden bahsediyor. Ama İngiltere’deki eski nesil göçmenlerle arasındaki farkın da altını çiziyor. Eşi Kutay da “Biz gurbetçiyiz, bu ülke bizim için yeni oluşmaya başlıyor. Ama oğlum Yusuf Ege burada büyüdüğü için belki burası onun birinci vatanı, Türkiye ikinci vatanı olacak” diyor. Misal Japonya’ya yerleşen Alev, ‘giden kişi’ ifadesini ‘göçmenlikle’ özdeşleştirmiyor. Kanada’daki Simge de “Benim iki memleketim var” diyor ve göçmen ya da gurbetçi olarak tanımlamıyor kendisini. En azından Yeni Ülke Yeni Hayat’ın anlatıcıları için ‘göçmenlik’ kavramını tam anlamıyla bir reddedişten bahsedemeyiz ama detaylara girince de tanımlamada farklılıklar görülüyor.

Derlediğiz göç anlatıları geniş bir coğrafyaya, yanılmıyorsam üç kıtaya birden yayılıyor. Bu coğrafî dağılımı tercih etmenizin bir sebebi olmuş muydu? Bir okur olarak yorumda bulunmam mümkünse, coğrafya değişirken hikâyelerin, temelde benzerlikler taşımaya devam ettiğini düşündüm. Gitme saiki, gidilen yere adaptasyon sürecinde karşılaşılan meşakkatli durumlar ve bunlara bağlı tereddüt ve ikilem hâlleri. Bu da bana bir kere daha şunu düşündürttü. Göç o kadar kuvvetli bir hâl ki, coğrafyada temellense de, bütün coğrafyaları aşıyor ve neredeyse birbirine eşitliyor. Yine de tabii Kanada ile Çin, dünya tersine dönse, herhalde birbirine eşitlenmez. Coğrafya nasıl farklılıklara yol açıyor ele aldığınız hikâyelerde?

Arada kalma hâli, dünyanın neresinde olursanız olun baki sanırım. En azından bana anlatılardan geçen his bu şekilde. “Burada ne olursa olsun yabancıyız/ötekiyiz” ifadesi hemen her hikâyede geçiyor. Hele ki Uzak Doğu gibi fiziksel farklılıkların da belirgin olduğu ülkelerde... Dili ne kadar hatmetmiş olursanız olun, “aynı şeye gülememek” meselesi, kulağa basit gelse de bence çok hayati bir durum. Serkan “İki yaşındaki kızımın güldüğü şeyleri ben anlamıyorum” demişti. “Ben dört senedir buradayım, Almancam da iyi ama altı sene de geçse onun anladığı o mizahı anlayamayacağım” diyor. Doğumdan itibaren -hatta dünyaya gelmemizden önce- içimize işleyen kültürel kodlarımızın, alışkanlıklarımızın fizikî yer değiştirmelerle silinmesi o kadar da kolay değil elbette. Dolayısıyla coğrafya neresi olursa olsun göçmen kişilerin başka bir ortaklığı oluyor muhakkak. Belki de dünyanın başka bir ‘halkı’ göçmenler. Anlatıcılardan “Türkiye’deki Suriyelileri daha iyi anladım” diyenler olmuştu. Tam da böyle bir şey. Coğrafî dağılımı özellikle yaymayı tercih ettim. Yaşam tarzı göçünde genel rota Avrupa ve Kuzey Amerika ama pek akla ilk anda gelmeyen rotalara gitmiş olanları da duymak istedim. Tayland’da, Japonya’da, Çin’de bir Türkiyeli neler yaşıyor, merak ettim. Avustralya’yı da dahil etmek isterdim ama eksik kaldı ne yazık ki. 

Uzun yıllardır basında çalışıyorsunuz. Takip edebildiğim kadarıyla da yıllardır kültür-sanat dünyasıyla iç içesiniz, hatta tiyatro eleştiri yazıları yayınladığınız özel bir blogunuz da var. Şimdi Yeni Ülke Yeni Hayat'a bakıyorum da, konu ilk bakışta “uzmanlık” alanınızla doğrudan ilintilendirilmeyecek bir alandan, sözlü tarihten besleniyor. Hem de kültür-sanat editörlüğü, yazarlığı ve muhabirliğinin getirdiği gündelik reflekslerin dışına çıkmayı, başka bir bakış açısını gerektiren bir konu. Gündelik koşturmanın ve tüketimin üstüne çıkıp, bir fotoğraf çekmek istemişsiniz gibi geldi bana. Ne söylemek istersiniz?

Son yıllarda kültür sanat gazeteciliği ve tiyatro eleştirileri baskın hâle geldiyse de 2006’da başladığım gazetecilik mesaimde bolca yaşam ve toplumsal gündem konuları üzerinde çalıştım. Radikal’in tamamen kapandığı 2016 senesine kadar bu konular kültür sanatla paralel gidiyordu. Göç üzerine de hayli haber ve söyleşi yaptım. Kurtuluş’taki ‘Küçük Bağdat’ (Irak’taki savaş ortamından kaçan mültecilerin yaşadığı bölge) ya da Berlin’deki mültecilerle ilgili haberler hazırladım. Göçün farklı yüzleriyle ilgili çok sayıda kitap, film, tiyatro oyunuyla ilgilendim. Lisansım uluslararası ilişkiler üzerine, tezimi tamamlayamadım ama yüksek lisans döneminde de sığınmacılar üzerine okumalar yapmıştım. Esasen o kadar da uzak olduğum bir alan değil. Kitapta da alıntı yaptığım, görüşmelerde de bahsi geçen Berlin Zamanı (ve Ceren Ercan’ın kaleme aldığı ‘Türkiye Üçlemesi’nin ilk oyunu olan) Seni Seviyorum Türkiye de bu dönemde yaşanan gönüllü göç hareketini tiyatro sahnesine hayli başarılı bir dille taşıyan örneklerdi. Hepsi kafamda Yeni Ülke Yeni Hayat için birleşmiş oldu bir nevi… Öte yandan gazetecilik deneyimim(iz) özünde zaten hikâyeler dinleyip aktarmayı temel alıyor. Hâl böyle olunca çok da ayrıksı durmuyor kafamda.   

Ülke gündemi ile yakından ilişkili böylesi bir konuyu masaya yatırmanın ve bunu bir gazete haberiyle değil de bir kitap çerçevesinde yapmanın kimi dezavantajları olduğunu düşünüyorum. Kolektif ve belli bir ruh hâlini kayıt altına almanın zorlukları hakkında ne söylemek isterdiniz? Misal, bu mülakatlar 23 Haziran sonrası olmuş olsaydı belki bambaşka tespitler barındıracaktı. Ya da 2015 sonrası yoğunlaştığını gördüğümüz göç ve ülkeden gitme gündemine bağlı olarak, bugün geri gelenleri de görüyoruz. Ne söylemek istersiniz? Yaşam tarzı göçü belki şiddetini yitiriyor. İşte bunlar da, çok yoğun emek isteyen, böylesi gazetecilik mesleği ürünlerinin kısıtlarına işaret ediyor kanımca.

Kesinlikle katılıyorum. Görüşmeleri yaparken de bu his beynimi kemirmişti. Şimdiden bakınca iyice su yüzüne çıktı. Bugün konuşsaydık belki çok daha iyimser yanıtlar alacaktım. Yine de belli bir döneme dair küçük de olsa bir kayıt imkânı olduğunu düşünüyorum bu tür çalışmaların. Bundan beş sene, on sene sonra bakıldığında “Bu insanlar neden gitmiş, gitmiş de ne yaşamış”ın yanıtını bir parça vereceklerdir…

Çalışmanızın yayınlanması aşamasında ve şimdi okuyucusuna sunulurken ne gibi zorluklar çıktı karşınıza? Zira konu ister istemez belli bir siyasî vurguyla ulaşıyor kulaklara.  

Hepimizin malumu; Türkiye enteresan bir ülke. Gündem çok hızlı ve çok farklı yönlere doğru değişebiliyor. Konunun çok yakıcı bir gündem olduğu daha erken bir tarihte yayımlansaydı belki çok daha farklı karşılanacaktı; ki bence yine de naif bir tonu olan bu kitap bile. Bugün çok daha sakin bir merakla karşılandı.

 

 

Gözde Kazaz ve İlksen Mavituna’nın “kendilerini Türkiye’den gitmek zorunda hissedenlerin” anlatılarını aktardıkları Bu Ülkeden Gitmek adlı kitabın söyleşisi için tıklayın

Bahar Çuhadar fotoğraf: Muhsin Akgün