Yeni Türkiye’den göç portreleri

Gözde Kazaz ve İlksen Mavituna’nın hazırladığı Bu Ülkeden Gitmek adlı kitap, sayılarla ifade edilen göç olgusuna kişisel yaşanmışlıklar üzerinden baktıkları spesifik bir çalışma

04 Nisan 2019 11:30

Yerel seçimlerin sonuçları son yıllarda Türkiye’den giden ya da gitmenin yollarını arayanların hareketliliğini ne kadar etkiler önümüzdeki günler gösterecek ama halihazırda göç edenlere baktığımızda kendilerine yeni bir hayat kurmak için yola çıkanların sayısı sabit. Ama biz şimdi nicelikten çok bu gitme, göç eylemini gerçekleştiren kişilerin hikâyelerine odaklanacağız Gözde Kazaz ve İlksen Mavituna’nın “kendilerini Türkiye’den gitmek zorunda hissedenlerin” anlatılarını aktardıkları Bu Ülkeden Gitmek adlı kitap aracılığıyla.

Öncelikle bir gazetecilik refleksi; sayılarla ifade edilen göç olgusuna, kişisel yaşanmışlıklar, deneyimler, çıkışsızlıklar, kararlar üzerinden bakarak, ortaya tespitlerden çok “göç portreleri” çıkardıkları spesifik bir çalışma Bu Ülkeden Gitmek.

Spesifik, çünkü kitabın alt başlığında da belirttikleri gibi “Yeni Türkiye’nin göç iklimi”ndeki hareketliliğini “buradakiler” ve “oradakiler” aracılığıyla masaya yatırıyorlar.  Başka bir tabirle bu ülkeden gitmek isteyen azınlığın içindeki çoğunluğun “kanlı canlı duygularını anlamanın ve aktarmanın” peşine düşüyorlar.

Kim onlar, neden gidiyorlar? Gittikleri yerde gitme taleplerini ne kadar ve nasıl sağlayabiliyorlar? Ya kalmayı tercih edenler, onlar hangi motivasyonla devam ediyorlar? Bıkkınlık, sıkışmışlık, umutsuzluk, mutsuzluk, yalnız hissetme…Yaptıkları mülakatlarda gidenlerin ortaklaştığı başlıca gerekçeler bunlar. Mavituna’nın deyimiyle ise “normal olmayan koşullarda normal bir hayatı yaşamaya çalışanlar”ın kopuşu bu.

Lüks ve duygusal bir göç eylemi mi peki bu? “Bizim baktığımız dönemin farkı sanırım göç eyleminin duygusal bir karşılığı olmasından öte, duyguların bizatihi motivasyona dönüşebilmesi” diyor Kazaz bu ortaklık için. Gezi öncesi de dahil, git gide otoriterleşen bir iktidar, patlayan bombalar, baskılanan sosyal hayat, 15 Temmuz, OHAL, gözaltılar… Gitme sebepleri doğrudan siyasî olmasa da bu siyasî atmosferden etkilendikleri aşikâr.

Üstelik aidiyet duygusu zayıflayan, geleceğe umutla bakmak isteyen, daha yaşanabilir bir hayat arayanların çoğunlukta olduğu bu göç dalgasının öncekilerden farkının “geri dönüşsüz bir göç” olduğu ortaya çıkıyor mülakatlardan. “Yani artık sadece fiziksel değil, zihinsel olarak da bir terk ediş söz konusu” diyor Kazaz.

Bu mikro alanda dolaşırken tespit değil ama teşhis ettikleri en önemli noktalardan biri de dünya genelinde süreklileşen göçün de başkalaşım geçirdiği. Mavituna bunu “Göçün sebepleri ve biçimleri çoğaldıkça, bu göçe ev sahipliği yapan dünya giderek daralmasına” bağlıyor.

İbrahim Sirkeci’nin göç araştırmalarına dair tarihinden mitlerine, eğilimlerinden değişimine uzandığı sunuş yazısı ve araştırmacı Bekir Ağırdır’la bir söyleşiye de yer verilen Bu Ülkeden Gitmek kitabı her ne kadar dar bir alan ve zamanda, belirli bir kitle üzerine kurulu olsa da insan hikâyelerine yaslanan yapısıyla pek çok alt başlık altında insanın her dönem bitmeyen arayışlarına ve bizatihi göç kavramına farklı perspektiflerden bakmanın olanaklarını sağlıyor.

Kitaba dair konuşmadan önce her ne kadar halihazırda bu kitabı hazırlamanıza vesile olan pek çok olay, done ve veri olsa da sizin bu konuyu işleme, masaya yatırma isteğiniz, gerekçeleriniz nelerdi gazeteci olarak? Tam da benzer, potansiyel gitme isteğini taşıyor olmanızın payı var mıydı?

Gözde Kazaz: Kitap fikri, yakın çevremizde göç konusunun gittikçe daha somutlaştığı bir dönemde ortaya çıktı. Yakınımızdaki insanlar birer ikişer giderken, bir yandan da mevzu uluorta konuşulmaya, medyada "haber değeri" olmaya başlamıştı. Kitabın çıktığı Metropolis Yayınevi’nden teklif gelince, gidenlerin bize anlatacağı pek çok şeyi, göç konusunun sunacağı geniş bir araştırma alanı olduğunu düşündük ve böylece başladık.

İlksen Mavituna: Kitabı hazırladığımız bir yılı aşkın süreçte, ülkeyi terk edenler, yurt dışına gidenler ile ilgili haberler sıklaşmaya başladı. Lakin bu sıklık konuya ilişkin kapsayıcı bakışı kendiliğinden getirmiyor, hatta bu sıklık konunun medyatize olması demek ve bu da aslında ardıl koşulları ile ele alınması gereken bir konunun kimi zaman çok basmakalıp biçimlerde ele alınışını da beraberinde getiriyordu. Biz bu trendin karşısında, ülkesinden gidip gitmemek konusunu günlük hayatlarında başat bir mesele yapan kişilerin duygularını okumak, bu duygulara kaynaklık eden kişisel motivasyonları okumak istedik. Zira ne zaman bir göçten bahsedilse, bu göçe maruz kalan ya da maruz kalanların isimleri her zaman geri planda kalmakta.

Öncelikle bu kitabı ortaya somut veriler koymaktan çok, insan hikâyelerini aktarmak ve bu anlatıları göç bağlamında irdelemek amacıyla kaleme aldığınızı göz önünde bulundurarak kitapta yer alan 27 hikâyenin öznelerini nasıl belirlediğinizi sormak isterim. Kabaca gidenler, kalanlar ve yurt dışından Türkiye’ye gelenler olarak kategorize ettiğiniz bu 27 kişinin çeşitliliğinde gözettiğiniz unsurlar nelerdi? Sonuç olarak ortaya nasıl bir profil çıktı? Ortaya çıkan bu profil bize ne anlatıyor?

G.K: Kitapta da belirttiğimiz gibi akademik bir amacımız yoktu bu kitabı hazırlarken. Böyle bir iddiamızın olmaması, görüşmecilerimizi belirlerken biraz daha serbest olmamızı da sağladı açıkçası. Akademik saikimiz olmasa da, akademide kullanılan bazı metodları kullandık. Bazı kişilere "kar topu" metoduyla, yani tanıdıkların tanıdıkları vasıtasıyla ulaştık; bazılarını konuyla ilgili araştırmalarda blog yazıları sayesinde bulduk. Çeşitlilik konusunda temel kıstasımız kadın-erkek eşitliğini sağlamaktı; neticede kadın görüşmecilerimiz biraz daha fazla oldu. Bu temel kıstas dışında kişilerin temsil ettikleri demografik özelliklerden ziyade hikâyelerine odaklanmayı tercih ettik. Fakat elbette görüşmecilerimizin kim oldukları bize kabaca bir veri sundu. Çoğunlukla bir-iki senedir yurt dışında yaşayan, ortalama 30’lu yaşlarda, İstanbul’da yaşayan ve sosyo ekonomik olarak avantajlı konumda olan kişilerdi görüştüklerimiz. Yine de belirtmem lazım ki bu kitapta asıl önemli olan anlatılar, dolayısıyla genellemelerden kaçınmanın önemli olduğunu düşünüyorum.

İ. M: Evet, bunu tekrar belirtmek gerek, ele aldığımız göç çok spesifik manada bir göç. Zorla yerinden edilenlerden bahsetmiyoruz. Ülkeden gitmeye karar verenlerle buluşmak istedik biz.

Bugün göç dalgasının “zihinsel emekçiler” diye tanımladığınız kişilerin  yanı sıra üst orta sınıfı, beyaz yakalıları kapsadığı da bir gerçek. “Zorunlu göç” değil dediniz demin, bir tür “gönüllü göç” de diyorsunuz. Bu noktada katmanlı, hatta bir o kadar da soyut göç anlatılarıyla çarpışıyoruz. Kitabın en ayırt edici özelliği de bu aslında; toplumsal olayların bireylerin duygu dünyalarındaki yansımaları. Bu noktada hem yola çıkış noktalarınız, izini sürdüğünüz kilit kavramlar neler oldu? Yola çıktığınız noktalar sonunda başka yerlere uzandı mı, kavramlar dönüşüp başkalaştı mı?

İ. M: Söylemiş olduğunuz gibi zorunlu göçten bahsetmiyoruz biz. Konu ettiğimiz profil çoğunlukla kendilerini gitmek zorunda hissedenler. Çalışmamızın sonunda teşhis edebileceğimiz en büyük başkalaşım sanırım göç kavramının başkalaşımı idi. Genellemelerden  kaçınmak gerek ama - görüşmecilerimizden pek çoğu içinde bulundukları durumu göç olarak tanımlamadıklarını söyledi. Onlar mesleklerini icra edemedikleri için, çocuklarının alacağı eğitimin niteliğinden kaygı duyduklarından, bir kadın olarak burada yaşamak artık iyice zorlaştığından bu ülkeden gitmek istediler. Yine de belirtmek gerek ki ülke değiştirmek gibi büyük bir eyleme başvurmak için kişinin şahsi duygularından fazlasına ihtiyacı var, görüşmecilerimizden birinin benzetmesine başvurmak gerekirse “siyah bota binmek“ kaygısı sanırım içinde bulunduğumuz coğrafyanın ve son birkaç yılın en sert olgusu olarak hepimizin hayatının ortasında. Siyah bota ne kadar uzak ya da yakın olduğumuzdan bağımsız, genel bir güvencesizlik ve endişe zaman zaman birçoğumuzun omuzlarına çökmekte. Dolayısıyla birçok görüşmeci kendi durumunu doğrudan ilişkilendirmese de, göç ettiğini kabullenmese dahi, tahayyül dünyasında göçün en sert hâlini koyu bir imge olarak taşımakta idi. Ezcümle kavramlar kimi zaman başkalaşabiliyor ama olgular tüm sertliğiyle hayatın ortasında duruyor.

Verdiğiniz örneklere bakınca gitme kararı, gündelik/sosyal hayattaki sıkışmışlığın sonucunda ortaya çıkıyor. Yani siyasî olmasalar da siyasî iklim sebebiyle giden bir kitleden bahsediyoruz.

Kırılma noktalarına kitapta değiniyorsunuz ve aslında bu kısmı aşikâr; Gezi sonrası git gide yükselen şiddet ortamı, anti demokratik uygulamalar, OHAL ve sonrası... Mülakatlardaki beyanlardan yol alırsak bu kırılma süreçlerinin kişilerdeki yansımasının “duygusal” bir karşılığı olduğu görülüyor. Öte yandan Türkiye’de “beyin göçü”, “işçi göçü”, “siyasî göç” gibi başlıklar altında kategorize edilen göç dalgalarının ardından bugünler için “seküler göç” tanımı yapılıyor. Dinlediğiniz hikâyelerden ve araştırmalarınızdan ortaya çıkan tablo üzerinden bu tanımı ne kadar doğru buluyorsunuz? Bu göç iklimini 60, 80 ve 90’lardakinden ayıran özellikler sizce neler olarak ortaya çıkıyor?

G. K: Aslında galiba her göç eylemi, içinde zorunlu olarak duygusallık barındırıyor. Çünkü nedeni ne olursa olsun doğduğun topraklardan ayrılma kararı, göçmen olmak, kişinin duygu dünyasında büyük değişikliklere, kırılmalara neden olur. 60’lı yıllarda başlayan ekonomik saikli işçi göçünün de günün sonunda hissî yansımaları olmuştur. Bizim baktığımız dönemin farkı sanırım göç eyleminin duygusal bir karşılığı olmasından öte, duyguların bizatihi motivasyona dönüşebilmesi. Bıkkınlık, sıkışmışlık, umutsuzluk, mutsuzluk, yalnız hissetme… Bu duygular, içinde yaşanılan -ve elbette siyasî iklim nedeniyle güçlenen- toplumsal bir buhran dönemini işaret ediyor. Duyguların ön plana çıktığı bu göçmenlik durumunun yanı sıra, -en azından bizim konuştuğumuz dönemi göz önünde bulundurarak- önceki göçlere göre en göze çarpan farklılık geri dönüşsüz bir göç olması. Göç araştırmalarında, göç eyleminin zaten geriye döndürülebilir bir eylem olmadığı, yani gidenin geriye dönme olasılığının çok az olduğu ifade ediliyor. Fakat göçmende yine de bir niyet, ‘memleketime dönsem’ diye özetlenebilecek bir tür nostalji hissi ön plana çıkar. Bizim görüşmecilerimizse Türkiye’ye kesinlikle geri dönme niyetlerinin olmadığını dile getirdiler. Yani artık sadece fiziksel değil, zihinsel olarak da bir terk ediş söz konusu.

Seküler göç konusuna gelirsek; kitapta bu tanımı kullanmadık ama bence yerinde bir tanım olabilir. Sonuçta giden insanların hayat görüşleri ve içinde yaşamak istedikleri koşullar daha ziyade evrensel normlarla ve asgari ölçekte demokratik taleplerle şekilleniyor. Bu nedenle kendilerini seküler olarak tanımlamak mümkün.

İ. M: Sekülerlik, iktidar partisinin sosyal temayülleri ile ilişkili bir tabir ya da tanım ise bence yetersiz kalıyor. Hatta bu hareketi seküler göç diye tabir etmek, tam da bu hareketin kaynaklandığı toplumsal polarizasyon sürecinin yeniden üretimine de katkıda bulunmakta.

Ben gitmeye karar verenlerin, kişisel bağımsızlıklarına, fikri hürriyetlerine önem veren bir kesim olduğunu düşünüyorum. Bunların kısıtlanması, evet sağ iktidarların dünya çapındaki siyasî uygulamalarından kaynaklanıyor ama bu uygulamalar, retorik olarak Türkiye’de dinî jargon, terminoloji kullanılarak temellendirilse de temelde iktidardaki otoriterleşmenin ürünü. Seküler göç tabiri, bu yapısal koşulu gözden kaçırırken, esas çatışma ve tartışma hattını da karartıyor.

Görüştüğünüz isimlerden birkaçı kendini göçmen olarak tanımlamaktan uzak durduğunu söylüyor. Göç etmenin, göçmenliğin olumsuz anlamlar taşıması bir yana, daha çok “deneyimlerinin bilindik göç şablonlarına oturmaması” diyorsunuz bu tarif için. Bu göçmenlik algısı Türkiye’ye ve son yıllarda yaşananlara mı özel sizce?

G.K: Son yıllarda yaşananlara özel değil sanırım, ama Türkiye’ye özgü olduğunu düşünüyorum. Hatta aslen geçmişin getirdiği bir yük olabilir bu. Üzerinde ‘Türkiye Cumhuriyeti’ isimli bir devlet var olmadan önce de bir göç coğrafyası olan bu topraklarda sadece Cumhuriyet döneminde bile o kadar göç yaşandı ki; 6-7 Eylül sonrası azınlıkların gönüllü sürgünü, Almanya’ya işçi göçü, 80 darbesinden sonra siyasî mülteciler ve bir yandan da 80’li yıllardan itibaren katlanarak artan iç göç... Bu ülkede ben de dahil hemen herkesin ailesinde ya da kendinde bir göç hikâyesi vardır ve bu hikâyeler genelde pek de umutlu değildir. Bu açıdan, kolektif hafızamıza göçmenlik deneyiminin gurbetle ve çaresizlikle ilişkili  nakşedildiğini söyleyebiliriz sanırım.

İ. M: Son yıllarda Türkiye ve yakın coğrafyasında yaşananlarla bence doğrudan ilişkili bir durum bu. Biraz önce de söylediğim gibi birçoğumuz göçün en sert hâlini koyu bir imge olarak taşıyoruz bu süreçte.

Gidenlerin göçmen kimliğiyle çarpıştıkları zorlukları da aktarıyorsunuz kitapta. Kurulan “yeni hayat”lar, bugün göçmenliğin de daha zorlu koşullarda yaşandığını gösteriyor. Farklı düzlemlerde de olsa hem bırakılan hem de gidilen ülkede azınlık olmakla çarpışmak durumunda kalınıyor. Bunu Türkiye’deki göçmenlere baktığımızda da görmek mümkün. Kalmak ve gitmek arasındaki çizgi inceldikçe inceliyor denilebilir mi? Bugün savaş, şiddet, çatışma ve yoksulluktan kaçanlarla daha iyi bir hayat arayışında olanların da sığmakta zorlandığı bir dünya söz konusu. Dünya pek çok konuda olduğu gibi göç politikalarında da tıkanmış görünüyor. Bu minvalde görüşmelerden size kalan göçmenlik hâlini nasıl tarif edersiniz? 

İ. M: Göçün, göçmenliğin muhtelif sebepleri, farklı farklı kaynakları var. Bununla birlikte, göçmenlik ya da göçerlik, içinde bulunduğumuz yüzyılın başat belirleyici fenomeni olacak gibi gözüküyor. Sadece yerinden-yurdundan edilme (iklim, savaş, kıtlık), siyasî-iktisadî saiklerle ülkesini terk etme gibi cebir içeren vakalardan bahsetmiyoruz üstelik. İnsanlar daha iyi yaşam ve fırsatlar için de ülkelerini değiştirebiliyor. McLuhan'ın global köy tarifi aslında bu yüzyılı anlatıyordu.Teşbihi zorlamak pahasına şu soruyu sormanın zamanı olduğunu düşünüyorum: Köyde birlikte yaşama kültürü ne ölçüde tesis edilebilecek? Maalesef öyle gözüküyor ki yeniden tanımlanan dünya, eski dünyanın eşitsizliklerinin ve haksızlıklarının henüz hiç görülmemiş boyutlarda deneyimleneceği bir dünya olmaya doğru gidiyor. Göçün sebepleri ve biçimleri çoğaldıkça, bu göçe ev sahipliği yapan dünya giderek daralıyor.

G. K: Esasında bize ‘oraya’ dair anlatılanların pek de karamsar olmadığını söylemek gerekiyor. Çoğu birkaç senedir orada yaşayan görüşmecilerimizin çoğu için gittikleri ülkeler bir tür ‘sığınılan liman’ olmuş gibi. Fakat elbette güvencesiz çalışma koşulları, belirsizlik ve gidilen ülkeye göre skalanın farklı yerlerine yerleşen ayrımcılık metinlerin ardında bir fon olarak duruyor. Bahsettiğim bu zorluklar bir göçmen için katmerlenerek artıyor, belki de görüşmecilerimiz için de gelecekte artacak. Burada galiba önemli olan neyin bedeli olarak bunların ödeneceği sorusu; yani görüşmeciler kendilerini yaşam hakkına saygılı, asgari müşterekte insanca yaşanacak bir yerde gördüğü sürece baskı politikaları bir tür üst anlatı olarak kalıyor belki de. Fakat gitmemeye karar veren görüşmecilerimizden bazılarının bu kararı vermesinde Avrupa’da da ayrımcılığa uğrama korkusunun etkili olduğunu söylemek gerekir.

Kitapta bir dikkat çekici nokta da kalanlarla gidenlerin duygusal ortaklığı. Gidenler de kalmayı tercih edenler de siyasî temsil ve aidiyet sorunu yaşıyor çoğunluğa baktığımızda. Gidenlerin silkelenme arzusu, kalanların idare etme ve kendi fanuslarında hayatı idame ettirme çabasının kesiştiği yer kaygı olarak ortaya çıkıyor. Bu noktada gitme ve kalma kararları tuhaf bir şekilde hem kesişiyor hem çarpışıyor. Giden burada nefes alamadığını söylerken kalan yaptığı işi bırakınca nefes alamayacağını söylüyor. “Memleket”e yüklenen duygusal yaklaşımlarda da benzer tarifler söz konusu. Memleketle ilişkinin biçimi, içeriği son yıllarda nasıl bir değişim yaşadı sizce?

G.K: Burada kalanların ruh hâline dair eklemek gereken bir şey var. Görüşmecilerimizin bazıları içinde yaşadıkları coğrafya kurdukları bağlar ve kolektif üretime inançları devam ettiği için gitmeyi bir seçenek olarak görmediğini söyledi. Yani kalan herkes fanusuna kapanmıyor aslında, var olan sıkışık koşullarda kendilerine bir üretim alanı açıyor, kalanlarla omuz omuza veriyor bu açıdan. Sorunuzun ikinci bölümü bizim çalışmamızın sınırlarını aşıyor, memlekete yüklenen anlamın geçmişi ve bugünü arasında bir karşılaştırma yapma imkânımız yoktu çünkü. Fakat kitaptan bağımsız olarak kişisel görüşüm, ruhlarımızın bir cenderede sıkıştığı bu siyasî kuraklık ikliminde memleket kavramı da daralıyor, sıkışıyor. Belki dosta, aileye, belki birlikte ürettiğin insanlara, belki bir ağaca ya da geçmişinden bir anıya doğru daralıyor.

İ. M: Çalışmamızın hedefi olan son üç-dört yıllık zaman dilimi üzerine biraz düşünürsek, Türkiye’de yine tüm dünyada olup bitenlere paralel deneyimler yaşandığını gözlemleyebiliriz. Çeşitlenerek yükselen toplumsal muhalefetin, hem iktidar tarafından şiddetle ve topyekûn imhasına teşebbüs edilmiş olması (ve bunun belli bir ölçüde gerçekleştiği gerçeği var) hem de bu heterojen muhalefetin talep ettiği ve layık olduğu yeni bir siyaset dilinin geçerlilik kazanacağı yerde, kötü niyetli, yanlış yönlendirici ve manipüle edici bir kara propagandanın ülke çapında ortak dili istila edişi. Yani, amiyane tabirle hak ve doğruluğun arandığı yerde, “yalan-dolanın” bu arayışın yollarını içinden çıkılamaz hâle getirdiği, hakikat-sonrası çağdayız hepimiz. Bu aslında toplumsal uzlaşı umudundan uzaklaştığımız gerçeğinin de bir tür uzantısı. Post-uzlaşı dönemi diyelim buna, artık söz anlatacak, paylaşılacak taraflar pek de yok.

Gitmeyi ve kalmayı tercih edenlerin, ya da gitmek isteyip de gidemeyenlerin, buraya çakılıp kalanların birleştiği, ayrıştığı, farklı sorular ve yanıtlarla bocaladığı ya da kendilerine yol çizdiği bu mülakatlar sonucu belirsizlikten kurtulup normal bir hayat yaşamak isteyen bir insani profil ortaya çıkıyor. Özellikle de yaş grubuna bakınca Gezi atmosferinde -biraz öncesi, biraz sonrası da dahil- biçimlenen başka bir siyaset ihtiyacının zaruri eksikliğini işaret ediyor. Öte yandan Türkiye’de git gide keskinleşen kutuplaşmanın bir tezahürü olarak gidenleri korkak bulan kalanlar, kalmakta ısrar edenleri harcanan hayatlar gibi gören gidenler de var. Siz de “Her şeye rağmen kalmayı seçenler, Türkiye’de istisnasız ve ayrımsız herkesin özgürlüğünü ve mutluluğunu teminat altına alan ortaklaşa bir geleceği tahayyül edebilecek mi?” diye soruyorsunuz kitapta “Bir ihtimal daha var” bölümünde. Önemli bir kilit soru bu. Ancak sanırım endişeyle de sorulmuş bir soru gibi okudum ben. Bu bölünmüşlüğün yerine inşa edilebilecek yeni söylemler, ihtimallerin izlerine rastladınız mı kitapla yaptığınız yolculuk boyunca?

G. K: Kim normal bir hayat yaşamak istemez ki? Şu anda yaşanan sorun sanırım normal olmayan koşullarda normal bir hayatı yaşamaya çalışmak. Herkesin buna tepkisi farklı oluyor, kimi normalin aksını değiştirip göç ediyor; kimi de kaldığı yerde hayatın olağan akışını bulmaya çalışıyor. Kitabın sonunun ümitvar olması bizim için önemliydi, bu açıdan bakınca ‘bir ihtimal daha var’ bölümünde dediğiniz gibi biraz endişe var ama daha da önemlisi umut var. İhtimallerin izleri elbette görüşmecilerimizde mevcut, aksi türlü burada kalmaları mümkün olmazdı sanırım.

İ. M: Kalmayı tercih edenlerin ya da şimdilik tek tük de olsa geri dönmeyi tasarlayanların zihninde şu ankinden başka, yeni bir düzenin tesis edilebileceğine dair umut tabii ki var. Ama bu umudu mobilize edebilecek bir yapıcı ve kurucu ortak dilin yokluğu bugün göçten konuşmamızın sebebi zaten. Yine de belirtmek isterim orada ya da burada herkes değişim için elinden geleni yapıyor bana kalırsa. Kimisi daha öz-korumacı, kimisi daha cesur ve atılgan.

Kitabın alt başlığında da iklim sözcüğüyle altını çizdiğiniz göç gerçekliği dünya ölçeğinde yaşanıyor. Bu anlamda dünya genelindeki göç hareketliliğinin Türkiye’yle ortaklaştığı noktalar saptadınız mı?

İ. M: Bu konuya ilişkin teferruatlı bir çalışma yapmak gerekir. Modeller tespit ederken, farklılıkları yok sayma olasılığı her zaman çok yüksek. Lakin evet, az çok bilebildiğimiz kadarıyla Macaristan ve Brezilya mesela, Türkiye’dekine benzer bir göçün yaşandığı başat ülkeler. Ve bu ülkeler malum, hani neredeyse karikatür düzeyinde, baskıcı, yabancı düşmanı, ayrımcı liderler tarafından yönetiliyor ve (aşırı) sağ, kitlesel siyaseti bu ülkelerde ele geçirmiş durumda. Ve bu ülkelerden insanlar, daha özgürlükçü olduğunu düşündükleri coğrafyalara göçüyorlar. Çok ilginç ortaklıklar söz konusu. Ama bambaşka bir çalışma alanı tabii ki bu.

Onca anlatıdan sonra, gitmeye ve kalmaya dair kişisel olarak sizin kafanızdaki sorular, endişeler nereden nereye taşındı? Bu belirsizlik ve olasılıklar içinde daha net bir yerde durduğunuzu söyleyebilir misiniz?

G.K: Belirsiz bir sosyo-ekonomik ve siyasî düzende yaşayan yurttaşlar olarak gitmek ya da kalmak bir terazinin kefesini doldurup boşaltmak gibi; bazı şeyler gitmeyi bazı şeyler de kalmayı düşündürüyor sürekli. Dolayısıyla maalesef bu konuda herhangi bir netliğe kavuştuğumu söyleyemeyeceğim fakat karşılaştığımız hikâyeler, tanıştığımız insanlar bize göç eyleminin farklı yüzlerini gösterdi, bu açıdan da oldukça aydınlatıcıydı. En azından eylem olarak bir değişiklik olmasa da -yani hâlâ burada yaşama irademiz olsa da- kendi adıma fikri olarak göç kavramına farklı yaklaşımlar benim de konuyu farklı bir perspektifle okumama imkan verdi.

İ. M: Evet ben kendi adıma, üç-dört sene öncesinde yaşadığım gidip-gitmeme girdabından çıktığımı söyleyebilirim. Öyle gözüküyor ki, buradayız. Öyleyse hakikaten burada olmalıyız. Kitaptaki hikâyelerden çok (hepsi ayrı ayrı ders niteliğinde idi), bu kitabı hazırlama ve yayınlama süreci beni burada kalmaya ikna etti. Konuşacak daha çok şey olduğunu tasdik etti. Hazır buradayken.