“Bir şey bekliyorum ama ne bilmiyorum”

Suriyeli muhalif ve alternatif medya araçlarından birinin, Aljumhuriya’nın Türkiye’deki editörlerinden Sadek Abdel Rahman anlatıyor

04 Nisan 2019 11:00

Sadek Abdel Rahman Suriyeli bir gazeteci aktivist. 2011 Mart’ından önce Suriye’nin şu anda Esad kontrolünde olan bir şehrinde avukatlık yapıyormuş. Yaşadığı şehir gibi Sadek’ın gerçek adını da bilmiyorum, çünkü Esad kontrolü altındaki şehirde yaşamını sürdüren ailesinin güvenliği için kimliğini gizli tutuyor.

Sadek’la iletişime geçmemin sebebi son zamanlarda sayıları ve görünürlükleri gittikçe artan Suriyeli muhalif ve alternatif medya araçlarından birinin, Aljumhuriya’nın Türkiye’deki editörlerinden biri olmasıydı. Aslında Suriye’deki halk ayaklanması başladığından beri, Esad’a karşı, hak ve özgürlük arayışındaki Suriyelilerin pek çoğu bütün yaşananları, Suriye meselesinin iç yüzünü duyurmak, açıklamak ve tartışmak için çeşitli medya araçlarını sıkça kullandılar. Başlarda siyasî bir tepki ya da gönüllü bir çaba olan bu girişimler gün geçip de savaş daimileştikçe pek çok kişinin kaybettiği mesleğinin ya da geçmişinin yerini alan, hayatlarının asıl gündemini oluşturan meşgaleler hâline geldi. Bu girişimlerin kimi profesyonelleşip daha evrensel bir yapı almaya ve dolayısıyla Arapça dışındaki dillerde de yayın yapmaya başladı. Aljumhuriya de bunlardan biri.

Sadek ile, Aljumhuriya’den başlayarak iki dünya arasında yaşamanın ne demek olduğunu, beklemeyi, Suriye ayaklanmasının 8 yılını ve Türkiye’deki Suriyeli karşıtı söylemi konuştuk. Sadek’tan dinliyoruz:

Aljumhuriya 2012’de Suriye ayaklanması başladıktan bir yıl sonra yayına başladı. En başta sadece gönüllüydük, Suriye devrimi üzerine fikirlerimizi paylaşabileceğimiz bir alan açmak istemiştik. Ama Suriye’deki direniş daha uzun sürdükçe bu işi daha sistematik bir hâle getirmemiz gerektiğini gördük ve 2014’te birtakım fonlar alarak düzenli ve belli sayıda makaleler yayınlamaya geçtik.

Tabii bu süreçte çok şey değişti, bu internet sitesi başladığında Suriye’de rejimin değişeceğine dair büyük umutlarımız vardı, ve çoğumuz Suriye’deydik. Suriye’de özellikle 2011-2013 yılları arasında pek çok muhalif internet sitesi ve medya başlamıştı, ama o zamanlar bunun geçici olduğunu ve bir süre sonra hepimizin kendi işlerimizi özgür ya da en azından daha iyi koşullar altında yapacağımızı düşünüyorduk, savaş altında değil. Ama savaş devam etti ve her geçen gün daha güçlü hâle geldi, Suriye’de her şey değişti. Şimdi Aljumhuriya’nın asıl ekibi Suriye dışında, ama Suriye’nin içinde bazı yazarlarımız var. Rejimin kontrolü altındaki bölgelerde olanlar rumuz kullanarak yazıyor çünkü eğer herhangi bir siyasî makale yayınladıkları öğrenilirse hapse girebilir ya da öldürülebilirler.

Aljumhuriya’yı başlatanlar arasında Suriye’nin muhalif gazeteci, yazar ya da blogger’ları olduğu gibi Sadek gibi farklı mesleklerden gelenler de var. Başlarda daha çok araştırmalar ve incelemelere odaklanmak istemişler, Suriye Cumhuriyeti’nin tarihi, etnik ve yerel mezhepler arasındaki tarihi ilişkiler üzerine analizler yazmak gibi. Şimdilerde ise daha kısa haberlere ya da hem Suriye’nin hem de dünyanın farklı şehirlerindeki yazarlardan makalelere yer veriyorlar...

Suriye ve devrim üzerine aynı şekilde tartışmaya devam ediyoruz ama değişen bizim gazetecilikteki amacımızı düşünme biçimimiz oldu. Şimdi Suriyelilerin hayatları, ekonomik problemlerle nasıl baş ettikleri, Suriye’de savaş altındaki gündelik meseleler, toplumdaki ya da sosyal medyadaki genel tartışmalar üzerine de yazıyoruz.

Fakat savaş ilerleyip de yazarların pek çoğu Suriye dışına çıktıkça, Suriye’nin dışındayken nasıl Suriye üzerine yazmaya ve tartışmaya devam edeceğiz sorusu ortaya çıkmış. Ben de merak ediyorum, üstelik Suriye toplumu da farklı yerlere dağılmışken, mesele hâlâ Suriye’ye odaklanmak mı? Fakat anlıyorum ki Suriye meselesi asla Suriye’yle sınırlı değil...

Biliyoruz ki hakkında yazdığınız toplumun içinde yaşamıyorsanız anlayışta ve fikirlerde boşluklar oluşacak. Bunun oluşmaması için ne yapabiliriz diye düşünüyoruz her gün. Dışarıdan üst düzey siyasî tartışmaları ya da ekonomiyi analiz edebiliriz ama günlük habercilik yapmak istiyorsak bazı insanların Suriye’deki gözümüz olmasından başka şansımız yok. Ayrıca dünyanın her yerinde çalışma arkadaşlarımız var, belki her konuda birebir aynı değil görüşlerimiz ama özgürlük, adalet ve onurlu bir yaşam değerlerini paylaşıyoruz. Bu yüzden dünyadaki genel tartışmalar ve yükselen aşırı sağ partiler ya da terörizm gibi ortak sorunlarla nasıl baş edeceğimiz üzerine tartışmalara küçük bir katkı sunabiliriz diyoruz. Bizce Suriye meselesi evrensel bir mesele ve biz de bu evrensel tartışmanın bir parçası olmalıyız.

Etraftaki tüm büyük tartışmalar bir şekilde Suriye’ye bağlı. Avrupa’da yükselişte olan çoğu sağcı parti Esad’ı savunuyor çünkü şu anda en büyük meselenin mülteciler olduğunu ve mültecilerin İslamcı olduğunu, Esad’ın da İslamcılıkla savaştığını düşünüyorlar. Ama Suriye’deki sorun bu değil, mesele Suriyelilerin 2011’den beri özgür olmak istemesi ve rejimin insanları öldürmesi. Tüm dünya Esad kimyasal silah kullanırsa müdahale ederiz diyordu ama ne zaman ki Ağustos 2013’te ilk kez Şam’ın kırsalında kimyasal bir katliam yapıldı, kimsenin sesi çıkmadı ve o zaman insanlar umutlarını kaybederek radikalleşmeye başladı. Eğer dünya bizi korumuyorsa kendi kendimizi korumanın yollarını bulmalıyız dediler. El kaide ve İŞİD gibi İslamcı grupların yükselişi böyle oldu. Ve şimdi tüm dünya Suriye’deki problemin terör problemi olduğunu söylüyor. Halbuki Suriyelilerin bir kısmı hem İslamcı gruplara hem de Esad’a karşı mücadele ediyor. Bizim ekibimizden birinin Yassin al-Haj Saleh’in hikâyesi buna güzel bir örnek. Yassin ‘80 ve ‘90’larda cezevine girmiş, rejime muhalif bir yazardı ve ilk günlerinden beri devrimi savunuyordu. Daha sonra eşi Samira al-Khalil ve üç arkadaşı yine Esad’a karşı olan bir İslamcı grup tarafından kaçırıldı.

Suriye’nin sınırları parçalandı: Suriye’deki her şey dışarıda, dünya Suriye’de

Bu karmaşık mücadelenin içindeyken de dışındayken de onu anlamak ve başkalarına anlatmak oldukça zor olmalı. Peki bu nasıl mümkün oluyor, hem meselenin o kadar içinde hem de başka bir ülkedeyken ona dair yazmak, hem de bu ikilik arasında gündelik hayata devam etmek?

Bu biraz her gün derinlemesine düşünmek ve etrafımdaki bu karmaşık haritaya nasıl bakacağımın yollarını bulmak gibi. Şimdi ben Suriye’nin dışındayım ama birçok arkadaşım ve ailemin bir kısmı Suriye’de, onlarla her gün iletişim kuruyorum. Rejimin bizi dinlediğinden korktuğumuz için kimi zaman açıkça konuşamıyorum, ama yine de Suriye’yle, oradaki gündelik yaşamla ilgili pek çok şeyi anlayabiliyorum. Arkadaşlarımla konuştuğumuzda doğrudan siyaset sormuyorum ama orada sokakların nasıl göründüğünü, hangi kontrol noktasından geçince ne olduğunu falan konuşuyoruz. Kimi zaman da güvenli internet kullanan meslektaşlarımızla yazışabiliyouz. Böylece her gün Suriye’de ne oluyor ve Suriye dışında olanlar Suriye’ye nasıl etki ediyor görüyorum.

Kendi açımızdan net bir pozisyona sahip olmak da yardımcı oluyor. Esad rejimine, İslamcı gruplara ve Suriye’yle ilgilenen Avrupa, Türkiye ve Arap ülkelerinin perspektiflerine dair net bir pozisyonumuz var bizim. Esad’a karşı dururken sosyal özgürlükleri de savunuyoruz; politik, sosyal ve bireysel, her anlamıyla özgürlüğü savunmak gibi net bir yerden yola çıkmış bulunuyoruz. Örneğin bu sebepten son dönemde internet sitemizde toplumsal cinsiyet ve cinsellik üzerine bir yazı dizisine başladık. Bu konular bazen gündeme getirilmiyor çünkü Esad’a karşı olan geniş bir kesim muhafazakâr bir düşünceye sahip, ama bizce siyasî özgürlük diğer özgürlüklerle kavga hâlinde olmamalı çünkü biz Suriye ve ötesindeki insanlar için tüm özgürlükleri istiyoruz.

Dolayısıyla meselemiz evrensel bir mesele diyoruz, çünkü sosyal ve ekonomik adalet olmadan sadece siyasî özgürlükler ile adaleti sağlayamayız, ve tüm bunlar bizim mücadelemizde yer alıyor. Bu mücadeleler bizim için Esad’a karşı mücadelemizle hem paralel hem de kesişen mücadeleler.

Yani her gün biraz Suriye’de biraz da Türkiye’de yaşıyorsun. Belki bugün biz buluşana kadar Suriye’deydin, şimdi ise İstanbul’un kalabalık bir sokağındayız. Peki bu senin için nasıl oluyor?

Belki dört yıldır Türkiye’de olup sadece 50-60 kelime Türkçe konuşabilmemin sebebi bu (gülüyor). Sanırım ruhsal olarak çoğunlukla Suriye’de yaşıyorum, aklım orada. Ama aynı zamanda daha karmaşık. Suriye ve bizim aramızdaki sınırlar çoktan parçalandı; Suriye’deki her şey şimdi Suriye’nin dışında ve dünya da Suriye’nin içinde. Yine de biz Suriye’ye gidemiyoruz. Bu demektir ki her gün kendime Suriye’nin dışında olduğumu hatırlatmalıyım. Böylelikle duygularımla düşüncelerim arasına bir mesafe koymalıyım.

Ama bence bu sadece benim yaptığım işle ilgili değil, tüm Suriyeliler her gün benzer şeyler yaşıyorlar çünkü çoğunun ailelerinin bir kısmı Suriye’de. Hemen hemen her Suriyelinin böyle deneyimleri olduğu için kendimizi sadece Suriyeli değil dünyanın bir parçası gibi de hissediyoruz. Örneğin ben Türkiye’de yaşıyorsam burada olanların hem benim hayatımı hem de Suriye’yi etkileyeceğini biliyorum, aynı şekilde bu Almanya ya da Fransa için de geçerli olabilirdi. Sırf bu zorlu mücadele yüzünden evrensel bir biçimde düşünüyoruz ve dünyadaki tüm meselelerin nasıl birbiriyle ilintili olduğunu anlıyoruz.

Öyleyse hem orada hem burada olmak, bir yandan Suriye’ye odaklanıp bir yandan bugünü ve yarını kurmaya çalışmak arasında bir Suriyeli gündelik yaşamını nasıl sürdürüyor?

Bizde şöyle bir laf var “her gün bir şey bekliyorum ama ne bekliyorum bilmiyorum”. İşte çoğu Suriyeli böyle yaşıyor. Hayatlarımız 2011’de durmalıydı, bir şeyler değişebilir, gelir geçer, her şey biter ve ben nerdeysem oradan devam ederdim diye düşünen o kadar çok Suriyeli var ki. Belki birçok Suriyeli artık yaşadığı ülkenin vatandaşlığını aldı ve yavaş yavaş orada geleceğini kuruyor, ama bence Suriye’deki savaş bitmese de Suriyeliler bir şey olsun diye beklemeye devam edecek.

Sanırım son iki yılda Suriyelilerin bir kısmı değişti ve belki de hayatlarının kalanını Suriye’nin dışında geçireceklerini kabullendiler, ama şimdiye kadar pek çoğu kabul edemedi. Mesela ben hâlâ Suriye’ye gidersem orada nasıl gazetecilik yapmaya devam edeceğimin hayalini kuruyorum. Köyümü ve ailemi ziyaret etmeyi... Anne babamı yıllardır görmedim, ve hayatıma dair çoğu şey Suriye’de olanlarla şekillendi. Belki Aljumhuriya’nın geleceğini konuşmak daha kolay, çünkü bu işe devam edeceğimizi biliyorum, ama kendimle ilgili, gelecek sene için bile net bir planım yok, yine aynı cümle: birşey bekliyorum ama ne bilmiyorum.

Bana öyle geliyordu ki, Suriyeliler yavaş yavaş kendi hayatları ve gelecekleri için farklı perspektifler geliştiriyorlar. Çünkü Aljumhuriya örneği gibi, oldukları yerde yeni şeyler kuranlar ya da küçük Suriye’ler inşa edenleri görüyorum. Ama belki de bunları gündelik hayatlarını sürdürmek için kurarken Suriye’de yaşamaya da devam ediyorlar öyle mi?

İnsanlar her gün hayatlarını daha iyi sürdürebilmek için her şeyi yapıyor ama aynı zamanda beklemeye de devam ediyorlar. Bence tüm göçmenler, ülkelerinde savaş olsun olmasın, geçmiş hayatlarından bir şeyler taşırlar. Suriyeliler için problem milyonlarca kişinin yerinden edilmişliği ve ülkede savaş olması. Bu yüzden ülkeyle ilgili hafıza nostaljik değil, anıların bir kısmı ölüm ve bombalar hakkında. Bu yüzden bence Suriye’de bir şeyler değişene kadar travmalar uzun zaman devam edecek. Ve bu anılar ve travmalardan kurtulmak hâlâ Suriye’de yakınların varken çok zor. Kaçınmaya çalışsan da onlarla konuşuyorsun, savaşı ve problemleri onların yüzlerinde görebiliyorsun. Yıllardır annemin yüzünün her geçen gün nasıl değiştiğini fark ediyorum. Orada, Suriye’de hayat devam ediyor.

Geçen yıllardan bahsetmişken, içinde bulunuduğumuz Mart ayında Suriye’deki devrim hareketi sekiz yılı doldurdu, siz devrim olarak adlandırıyorsunuz değil mi, nasıl değerlendiriyorsun bütün bu süreci?

İngilizce ve Arapça arasında bir tercüme sıkıntısı var aslında ama evet thawra diyoruz, yani devrim ya da ayaklanma gibi bir anlama geliyor. Devrim, ya da ayaklanma, çok büyük barışçıl bir protestoyla başladı; rejim protestoculara karşı ateşli silahlar kullandı ve binlerce kişiyi öldürdü. Bunun yanında Alevi olan Asad, baştan itibaren Suriye’de var olan mezhepçilik sorununu de kışkırttı. Gün geçtikçe insanların sokağa çıkmasını engellemek için daha çok baskı kurdular, örneğin Humus’ta bir katliam yaptılar, ayrıca pek çok kişiyi tutukladılar. Bu şiddetin karşılığında özellikle kırsalda ve köylerdeki devrim yanlısı kişiler de silahlarla kendilerini savunmaya başlayınca her şey rejimin ordusu ve halk arasında bir savaşa döndü. Rejim askerî gücünün yetmediği yerlerde İranlı gruplardan destek aldı. İranlı gruplar mezhepçi bayrak ve sloganlar kullandıkça karşı gruplar da sünni sloganlarla karşılık verdi ve dünyadaki İslamcı gruplardan destek almaya başladılar. Böylelikle her şey kötüye gitti. İran’dan sonra Rusya da rejimin yanında savaşa katıldı. Rejime karşı savaşan devrimci ve İslamcı gruplar Suriye ordusuna, İranlı güçlere ve Rus uçaklarına karşı savaşmaya başladı.

Bu arada Amerika ve Avrupa el Kaide ya da İŞİD gibi yükselen İslamcı gruplara odaklanmışken rejim de devrime karşı savaşını sürdürdü. Fakat artık Suriyelilerin savaşı bitirme gibi bir seçeneği yoktu. Çünkü rejim her gün hapishanelerde insanlara işkence ediyor, öldürüyor. Bugüne kadar hapishanelerde ölen 15 bin kişinin ismini biliyoruz. Yani savaşa gitmekten başka bir şey düşünmek mümkün değil çünkü biliyorsun ki eğer seni yakalarlarsa öldürecekler.

Bu arada dünyada pek çok siyasetçi Suriye muhalefetini müzakerelere katılmadı diye suçlarken rejim müzakereleri savaşın bir parçası gibi kullandı, uzlaşmaya istediğini gösterecek hiç bir şey yapmadı. Aynı anda insanları hapisanelerde, bombalarla, roketlerle öldürmeye, Ghouta’da, Şam kırsalında ablukaya devam ediyordu. Öte yandan Rusya ve İran rejimi silahlarıyla doğrudan desteklerken dünyada kimse bunu durdurmaya kalkmadı.

Şu durumda çözümün ne olduğunu söyleyemeyeceğim ama sorun şu ki rejim artık Suriye’de pek çok bölgeyi kontrolü altına aldı ve Şam’da kendini güvende hissediyor. Ve eğer bugün savaş biterse rejimin isanların Suriye’de hayatlarını sürdürebilmesi için çözümler bulması gerekiyor, ama bunları bulamayacak.

Bu riski alamayacağı için de savaşa devam edecek...?

Evet bu yüzden savaşı sürdürmek istiyor, ve bence sürecek de. E bütün bu yıllar boyunca Suriye’deki gerçek devrimci güçlerin de dağıldığını, devrimci toplumunun zorla yerinden edilme, öldürme ve tutuklamalarla mahvedildiğini biliyoruz. Ama yine de her şeyi kontrol edebilecek durumda değil; İran ve Rusya da desteklemeyi bırakırsa bunu yapamayacaklarını da biliyorlar.

Yani gelecekte ne olacak bilemiyorum ama tam da bu günlerde Dera’da olanlar her şeyi açıklıyor. Suriye devrimi Dera’dan, Güney’den başlamıştı. Geçen yaz rejim Rusya ve İran’ın desteğiyle Dera’nın kontrolünü ele geçirdi ve bazı insanları yerinden etti. Rusya, kalan sivil ve silahlı gruplarla savaşı bitirmek için bir anlaşma yaptı ve rejimin kimseyi tutuklayıp hapsetmesine izin vermeyeceğini vadetti. Ama ikinci günden itibaren rejim anlaşmayı ihlal etmeye, insanları tutuklamaya ve öldürmeye başladı, şehrin sokaklarına elektrik ya da yol yapmadan Hafız Esad’ın heykellerini dikti. Bunun karşılığında 2011’de devrimin ilk şehitlerinin öldüğü bugün, 10, 12 ve 18 Mart’ta Dera’da yine protesto eylemleri yapıldı.

Yani rejim silah kullanmadıkça insanlar Esad’a karşı eylemler yapmaya devam edecek ve o da insanları öldürmeye devam edecek. Bu yüzden Suriye için çözümün bir kısmı Başar Esad’ın iktidarı bırakmaya zorlanmasında. Karşımızda iki senaryo var: ya dünya Esad’ı iktidarı bırakmaya zorlayacak, ya da Esad savaşını şehirden şehre, gün be gün devam ettirecek.

Suriye’nin nüfusu devrim başladığında 24 milyondu, bugün 100 bin kişi hapishanede, yarım milyon civarı öldü ve 8-9 milyon kişi de yerinden edildi. Bu demek oluyor ki halkın yarısından fazlasının rejimle kişisel bir sorunu var. Bu oldukça kişisel. Bu yüzden savaşlar, ayaklanmalar, devrimler olmaya devam edecek. Çünkü insanları umutsuz bırakamazsın, eğer öldürmek konusunda aşırıysan, sadece insanları değil umudu da öldürmek konusunda, o zaman karşında da aşırılıkları bulursun. Bu rejime sadık olanlar için de geçerli. Belki rejime sadık olanlar mezhep, menfaat ya da İslamcı grupların korkusu gibi çok sebepten onu destekliyorlar ama artık onların bile Suriye’de hayata dair umudu yok. Ve bir yerde her gün geleceğe dair hiçbir umudu olmayan insanlar varsa orada en kötüsü ortaya çıkar. Bu yüzden Suriye meselesi evrenseldir; hangi ülkede dünyayı kontrol edenler insanları umutsuz bırakırsa, orada sorunlar, ayaklanmalar, terörizm çıkacaktır.

Suriyeliler Türkiye’nin iç siyaseti için kullanılıyor

Suriye’de durmadan devam eden bu savaş hâlini düşününce insanların nasıl savaşın içine çekildiği canlanıyor aklımda. Bu da yetmezmiş gibi Türkiye’de özellikle ırkçı saikler ile insanların Suriyelilere “gitsinler ülkelerinde savaşsınlar” dediğini duyuyoruz, eminim sen de duymuşsundur.

Duydum.

Böyle bir durumla karşılaştığım bir seferinde ben soruyu soran kişiye “peki gidip hangi grupta kime karşı savaşsınlar?” demiştim, o da “bilemiyorum, beni ilgilendirmez” dedi ve ben de “sorun da bu, keşke bir fikrin olsaydı” diye cevapladım. Benim için bu soruyla karşılaşmak tabii ki aynı şey değil, bu yüzden merak ediyorum, senin cevabın ne olurdu?

Benim onun bir adım öncesine dair bir cevabım var: dünyadaki her insanın herhangi birine karşı savaşmak durumunda kalmadan barış ve özgürlük içinde yaşamaya hakkı vardır. Bence ulusal savaşlarda, ülkesinin düşmanına karşı da olsa kimse savaşmaya zorlanmamalı. Ama Suriye durumunda, o kişi hiçbir safta savaşmak istemiyorsa, muhalefete de rejime de İslamcı gruplara da katılmıyorsa ne olacak? Ya da Türkiye’de üç milyon Suriyeli varsa bunların çoğu çalışmadığı durumda açlıktan ölecek hâlde. Ve ailelerden bahsediyoruz, tüm erkekler savaşa demek suriyeli ailelerin parçalanması demek, oysa ki tüm ailelerin birlikte yaşamaya hakkı vardır.

Son olarak Türkiye’de bunu söylemelerinin bir sebebi de Türk askerlerinin Suriye’de savaşıyor olması. Ama Suriye’deki Türk askerleri Suriye için değil Türkiye için savaşıyor. O zaman eğer Suriye’ye gitsinler Türk askerleri ‘yerine’ savaşsınlar diyorlarsa bu Suriyeliler gitsinler bizim için savaşsınlar demek oluyor. Ama bütün bunların ötesinde ve genel olarak bence birini savaşmaya zorlamak bir suçtur.

Genel olarak senin işinin bir kısmı da Suriye’de durumun nasıl olduğunu daha anlaşılır kılmak, ve dediğin gibi bu artık evrensel bir mesele ama büyük bir kısmı da doğal olarak Türkiye’yle ilişkili. Dolayısıyla sence burada, devlet ya da toplum nezdinde, Suriye meselesine ya da Suriyelilerin Türkiye’deki durumuna dair doğru bir anlayış var mı?

Bu soruyu iyi cevaplayabilir miyim bilmiyorum çünkü Türkçem çok iyi değil ve bu benim sorunum. Ayrıca etrafımda çok olmasa da tanıdığım Türk arkadaşlarım daha politik ve Suriye’ye dair bilgili kişiler. Ama yine de çeviri makaleler, haberlerden falan bildiğim kadarıyla hayır diyebilirim. Türkiye’de pek çok insan Suriye’de tam olarak ne olduğunu anlamadı, bunun bir örneği de az önce söylediğin anekdot, eğer ne olduğunu bilseydi öyle bir cümle de söylemezdi. Genel olarak Suriye’de olanların rejimin protestoculara karşı silah kullanmasından başladığını biliyorlardır ama ondan sonra her şey çok karmaşık ve belirsiz. Bence pek çok Türkiyeli siyasetçi Suriye meselesini kendi gündemi ve kendi siyasî amaçları için kullanıyor. Örneğin bazı siyasetçiler seçimleri kazanırsa Suriyelileri Suriye’ye göndereceğini söyledi, ya da bazıları Suriyeli kardeşlerimizle yaşamalıyız dediler; bence bunlar tamamen Türkiye siyasetiyle ilgiliydi. Tabii Kürt meselesi, PYD’nin pozisyonu da Türkiye’yi çok etkiliyor.

Son olarak, Türkiye’de son zamanlarda askerî operasyon, seçimler gibi gündemlerle iyice alevlenen Suriye karşıtı söyleme dair söylemek istediğin bir şey var mı?

Suriyelilerin ve onların trajedilerinin Türkiye’nin iç siyasî çatışmaları için kullanıldığı aşikâr, ve bu da Suriyeliler’le Türkiyeliler arasındaki ilişkiyi ciddi oranda zedeliyor. Suriyeliler ülkeleri parçalanmakta olduğu için Türkiye’ye sığındılar. Bugün büyük bir çoğunluğu çalışıp kendi geçimini sağlıyor ve Türkiye’deki ekonomik üretimin bir parçasını oluşturuyorlar. Türkiyeli siyasetçilerinin hepsinin bu gerçeği bildiğine bir şüphe yok ama yine de bunu göz ardı ediyor ya da söylemlerinde çarpıtıyorlar.

Öte yandan tabii ki Türkiye, Suriyelileri rejime karşı durdukları farklı etaplarda destekledi, yüz binlercesini makul insanî koşullarda kabul etti. Suriyeliler bunu unutmayacak; ama Suriyelilerin kendi ülkelerindeki tiranlıktan kurtulmak için mücadele etmek yerine Türkiye’nin iç çatışmalarına alet edilerek “millî güvenlik” stratejisinin bir parçası hâline gelmesi istendikçe bu da gitgide önemini yitiriyor.

Nefret söyleminin hiçbir zaman dünyadaki kimse için bir yararı olmamıştır. Nefret söylemi yayılarak gündelik söylemin parçası hâline geldikçe toplumu tehlikeye sokuyor. Bu nefret söylemine öncelikle Türkiye ve onun geleceği için, aynı zamanda Suriyelilerin geleceği ve Suriyeli-Türkiyeli ilişkileri için direnilmesi gerekiyor.