Yazar en önce görür, sonra işitir; dokunma, koklama ve tatma eylemleri eş ağırlıklı olarak bu ikisini izler... Kanımca yazar önüne insanın duyularını koyar ve metinsel hakikat denen şeyi böyle inşa eder
31 Mart 2016 13:00
Çocuktum, kedimizin önüne aynayı koydum. Hayvan, kendi görüntüsünü elbette başka bir kedi sandı ve evin içine girmiş bu “rakibe” önce tısladı. Bir süre sonra gördüğü şeyin tehlikesiz olduğunu sezdi, ihtiyatla yaklaşıp “öbür kediyi” kokladı. Aradaki kaygan zemini fark etti, bunun deneyimleriyle bildiği pencere camı gibi bir şey olduğunu düşünmüş olmalı ki, aynayı tırmaladı, derken, gözünü “öbür kediden” ayırmadan patisini aynanın arkasına soktu ve ona dokunmaya çalıştı.
Bunları şaşkınlıkla izliyor, neşeyle gülüyordum. Ayna ve kedi hakkında düşündükçe şaşırıyordum. Ben de kediye sokulup aynaya baktım ve bu anın kışkırtmasıyla olacak, şunları düşündüm: “Aynadaki hayalim, benim onu düşündüğüm gibi, oradan gördüğü bu kediyle bu çocuğu düşünür mü?”
Bu bir sanatsal dönüştürümdü, fakat yaptığımı anlayacak yaşta değildim. Bu anı uzun süre aklımda kaldı ve yazarlığı iş edindiğim ilk zamanlardan beri sık sık aklıma geldi. Edebiyatın, bildiğimiz eylemlerle başlayıp bilmediğimiz sonuçlar yarattığını bu ayna deneyiminden ötürü düşündüm.
Şüphesiz insan aklı bir çocuğun aynadaki görüntüsünün aklından geçenleri düşünmekle kalmaz, sanatsal yaratım çağrışımsal olarak ilerler ve şu soruyu da yanında getiriverir: Ya aynadaki gerçektir de biz onun yansıması isek ne olacak?
Gerçekler açısından gülünç görünen bu durum sanat açısından can alıcıdır; edebiyatçının sesi bu yüzden bazen “Aynadaki kedi görüntüsünün önünde gerçek bir kedi var!” diyen kafası karışıkların sesi gibi çıkar.
Yazar en önce görür, sonra işitir; dokunma, koklama ve tatma eylemleri eş ağırlıklı olarak bu ikisini izler.
Duyular evrenine dikkat çekince yazarın duyularla algılanmayan, sezilen, gösterilemeyen boyuta dikkat etmemesi gerektiğini söylemiş olmuyorum. Kanımca yazar önüne insanın duyularını koyar ve metinsel hakikat denen şeyi böyle inşa eder.
Böyle yapmayanlar yanlış yapıyor diyemem. Zaten yazarların iki yolu vardır: Ya duyulardan metinsel hakikate giderler ya da duyuları yanıltır, atlatır, metinsel hakikatle doğrudan uğraşırlar.
Sözün sırlarını mırıldanan ve için için konuşmayı seven yazarlar insani eylemi, duyuları atlar ve yazıyla ilgili saf bir buluş arar.
Oysa duyuların gösterdiğini kağıda sırlayanlar, eyleme bakar ve insan eylemiyle ilgili buluşlar yapmayı amaç edinirler.
Bazı yazarların dümeninde akıl vardır; çağrışımı bile akılla inşa ederler. Bazı yazarlar ise çağrışımı geminin uskuruna bağlar; aklı hasım görürler.
Fakat her iki yazar anlayışı da dalgaların, deniz köpüklerinin, limanların, mimarinin, martıların, balıkçıların, çocukların ve kadınların, rüyaların, anlatılamamış rüyaların, sezgilerin, korkuyla irkilişlerin, sevinçle bağırışların, gün batımının, gündoğumunun, bir şeyle uğraşan insanın soluyuşunun, aşk zayıflığının, insanların yaptıklarının ve yapamadıklarının, metinde denenmemiş sözün, denenmiş sözün, kurulmamış ilişkinin peşinden gitmek için yaparlar bunu. Yazılanların güzelliği yazarın sezgisine, tahta bacaklı olup olmayışına, sakalını kaşıyış biçimine, bordasındaki yüke, taşıdığı sözle kendi arasında kurduğu mesafeye ve gittiği yöne göre değişir.
Yazarlar, yarattıkları kişileri sever, sevmelidir. Okurun nefretle karşıladığı kahramanları bile bir yazar sevgiyle yaratmış olabilir. Çünkü bir yazar o nefret edilesi kişiliği yazarken tüm insanlığı deneylemektedir; bunu sevgisiz başaramaz.
Yazar, kahramanını yargılayan kişi değildir çünkü; onu koşulları içinde oluşturan kişidir.
Yazarın insan varlığıyla edebi varlığı ayrıdır. Yazar günlük yaşamda yargılayacağı, uzak duracağı insanları metninde anlamakla yükümlüdür. Yazarın kurduğu karakterlere hayran olma ya da onlardan bazılarını nefretle biçimlendirme hakkı yoktur.
Yazar, bütün insanlık bilgisini, bu bilginin pek çok boyutuna katılmasa ve öyle yaşamasa da, edebi açıdan empatiyle kavrayan kişidir. Karşı çıktığı şeyleri kişisel varlığıyla karıştırmadığı ölçüde de yazardır.
Cinsiyetler de öyle. Bir yazar cinsiyet açısından tanımlanamaz. Hiçbir yazar falanca cinsiyetin temsilcisi olarak görev edinemez. Bu cinsiyetçiliktir. “Kadın yazar” tanımlaması bu nedenle reddedilmelidir. Kristal Bahçe’de yıllar önce yazdım: Bir yazar hangi cinsiyette olursa olsun, erkek, kadın veya eşcinsel değildir: Üçünü birden temsil eder ve bu cinsiyetlere karşı mesafesizdir, o nedenle “yazar dördüncü cinstir” demiştim.
Kadınları anlatan tarih romancısını düşünelim. Bu romancı “geçmiş” denen yerin, gövdesi dişi, aklı eril kadınlar dünyası olduğunu bilmek zorundadır. Tarihin, kadın olmaktan başka bir “suçu” olmayan, delirtilmiş mazlumlar mezarlığı olduğunu bilmeden geçmişe bakılamaz. Bu hal, kadın özgürlüğü için düşünenleri de özgürlükçü kadınları da çok yaralar. Sanırım bu yaralanmışlık yüzünden bazıları tarihteki kadınları romanlarda ne haldeyseler öyle görmeyi bile kadının aşağılanması sayıyorlarlar. Oysa bu neden aşağılama olsun, tam tersine tarihin kadınlık bilgisinde yarattığı acıyı göstermek zihin açıcı bir aklın işareti sayılmalıdır. Asıl sorun, kadını “ana” “bacı” olarak yüceltirken, onu cinsellik bakımından aşağılayan metinlerin dilinde saklıdır. Romancının eleştirel kadın bakışı, tarihi olduğu gibi görmeye dayanabilir fakat, tarihi olduğu gibi savunmaz. Bu iki şeyi birbirinden ayırmak gereklidir.
Kadının özgürlüğü için çalışanların, tarihi yapanların erkekler olduğunu ve uygarlık tarihinin bir erkeklik tarihi olarak biçimlendiğini unutmaması gerekir. Tarih erkektir; bunu söylemek kadını aşağılamak değil, cinsiyetlerin varoluşsal haklarını ortadan kaldıran hapishanenin neresi olduğunu işaret etmek olsa gerektir.
İnsan yaşadıklarını anlattığında roman yazacağını sanıyorsa kalemi eline almamalıdır. “Hayatım roman” sözünü, hem acı dolu bir ifade gibi hem de narsistik böbürlenme gibi görebiliriz.
Oysa yazar “hayatını romana koyan” değil, başkalarında kendini arayandır; yazar, tüm insanlığı bedeninde, aklında ve eylemlerinde sınayandır. İyi roman, başka varlıkları, durumları, olayları anlamak ve anlatmak içindir; “yazarı anlatmak” için yazılan şey olsa olsa psikolojiye malzeme olur. İyi romanda koca koca hayatlar anlatılsa bile, okuyucu “bunları niye okuyorum, bana ne bu kişilerin hayatından” demez; tam tersine orada kendini bulur ve yazanı da anlatılanı da unutup o roman boyunca bir yerlerde dolaşan kendini görür. İyi romanlarda okura yer vardır. İyi romanlarda, karakterlerin doluştuğu bir masaya, okur için ayrılmış, boş bir sandalye konulur. İyi okur da zaten başkasını dinleyip acınmak için değil, kendine ayrılmış bir sandalyeye oturup olaylara katılmak için gelir. Doğrusu bu sandalye, okuduğuna her an ihanet edecek, kitabı fırlatıp atacak okurun bile hakkıdır.