Mekruh, ESERİM dediği bu şehirle övünüyordu artık. Her şey tam istediği gibiydi. Alçaklar alçaklarla yarışıyor, zulüm zulmü besliyordu. Devlet düşmanlardan temizlenmişti, farklı düşünen herkes sarayın dışına atılmıştı...
17 Mart 2016 12:45
Seviyesiz İnsanlar Tarihi kitabının yazarı Prof. Kien, Şah Mekruh maddesini yazarken bir daha Tebriz’e gidemeyeceğini çok iyi biliyordu.
Çünkü orada Şah Mekruh’un sözcüklerle oynamasıyla alay eden bir yazı vardı: Yazının başlığı The Pool Journal’dı; yani “havuz gazetesi” demekti bu. Yazıda Mekruh’un İngilizce bilgisi yerden yere vuruluyor, “Hav hav” diyerek “How? How?” sorusunu aşağılayan Mekruh’a “it, it” diyerek yanıt veriliyordu. Yazıda Mekruh’un okuduğu şiirlerle bile savaşı, zalimliği, saldırganlığı övdüğü söyleniyor, bu savaş düşkünü cüceye “Mr. Here the gun” (Bay Hazır Silah) adı uygun bulunuyordu.
Mekruh şüphesiz armut toplamadı, derhal Şebeklerim’i (Şube Elemanları Bekçileri Elekçileri…bilmemnesinin kısaltılmışı) olağanüstü oturuma çağırdı, yurdun dört bir köşesinden seçilmiş şube müdürlerim önünde dört başı mamur bir konuşma yaptı ve “Ne yapayım ben böyle aydını?” dedi, “Adamın yazdığı kitap Nötron bombası gibi. Uçaktan atsan, Tebriz yıkılır. Bunlar özel amaçla yetiştirilen casuslardır.”
Bunun üzerine ülke çapında bir kıyım başladı. Haber yazanı üzerinde uçaksavar çıkmış bir hücre üyesinin yargılandığı maddeden, “savaşa hayır” diyeni savaş kışkırtıcılığı suçundan, “özgürlük” diyeni özgürlükleri sınırlama maddesinden, bağımsız düşünceyi öveni bölücülükten yargılayan bir adalet düzeni kuruldu. Toplum hücrelerine ayrıştı: Devlet kendi karşıtı saydığı herkesi savaş mahkemesi gibi çalışan, mahkemeden çok polis şefine benzeyen yargıçlar önünde hapse mahkûm etti.
Bunun nedeni, –Kien’in deyimiyle- “bastıbacak bir gerzek ve iğrenç sesli bir mahluk” olan Mekruh’un her şeyi ikiziyle görmesiydi: İyiler kötüler, bizimkiler onlar, Sünniler Şiiler, Müslümanlar gâvurlar… Bu ayrımı toplum da iyice öğrendi ve kendi düşmanı bildiği kim varsa ona zulüm eden bir yaşam biçimi kısa zamanda kuruldu.
Tebriz artık birbirini yiyenlerin ülkesiydi.
Bu ülkede orman yasaları bile geçerli değildi çünkü ormanlar çoktan yok edilmiş, plastik ağaçlarla dini nostalji programları yapılmaya başlanmıştı. Hocalar, “kediciklerim” dedikleri şişme hatunlarla (pussy pussy sweet lucy nakaratı eşliğinde) seks programları yapıyor, alimler üç yaşındaki çocuklara nasıl tecavüz edileceğini ilmi manalarıyla açıklıyor; kelle nasıl kesilir, ölümden sonra nasıl kefeni yırtıp çıkarsın, yanmayan kefenle nasıl doğrulunur gibi konular gündemin baş sırasını işgal ediyordu.
Bu şehirde artık erkekleri kudurtmuşlar, kadınları bağlamışlardı. Her gün bir kadın öldürülüyor, her gün tecavüze uğrayan kadınların intihar haberleri işitiliyordu. Çünkü erkekler en büyük öteki olarak kadınları bellemiş, gözlerini kan bürümüştü. Kadın dövmek hiçbir şeydi, asıl şan şöhret kadına tecavüz edenlere aitti; bir adam ne kadar kanlı konuşur ve ne kadar kadın öldürürse o kadar makbuldü.
Şehrin en büyük yancı oğlanı, fotoğraflarında kanlı küvetlerde poz veren Sağdadi Baba, sırtara sırtara “O Kien’i bu küvette yıkayacağım sonrasını o düşünsün” diyordu. Çar Sarayı’ndaki Rasputin’in bile kıskandığı YE-GİT ME-GİT adındaki kâhin, Mekruh’a her gece korkunç düşmanların ne yapacağına dair masallar anlatıyor, “Eğer siz onları doğramazsanız onlar sizi doğrayacak” derken Mekruh’un altına doldurduğundan emin, şehrin uğru bir kovboy kasabasının tekinsizliğine dönüşmesinin sorumlusu olduğunu böbürlene böbürlene sağda solda anlatıyordu.
Mekruh, ESERİM dediği bu şehirle övünüyordu artık. Her şey tam istediği gibiydi. Alçaklar alçaklarla yarışıyor, zulüm zulmü besliyordu.
Devlet düşmanlardan temizlenmişti, farklı düşünen herkes sarayın dışına atılmıştı. Bilindiği gibi kendi küçük Mekruh’un Tebriz’in yarısından büyük bir sarayı vardı. Oraya giren yolunu şaşırır, Mekruh bile kendi başına oradan çıkamazdı. Mekruh Şah’ın dünyanın en büyük padişahı olduğu da zaten buradan belliydi.
Sarayda birbirini yiyecek kimse kalmayınca alçaklar birbirine girdi.
Mekruh’un her işine kavuk sallamakla görevli yirmi ayrı başveziri vardı. Bu başvezirlerin kendine bağlı üç veziri, vezirlerin de kendilerini büyük hissetmelerini sağlayan yirmiyedişer danışmanı bulunuyordu. Bu danışmanların her birinin elli dört kişilik memuru, bu memurların yüz sekiz kişilik hacamat ediciler kurulu vardı.
Her başvezir küçük bir imparatorluktu. Mekruh’un ulu başyüceliğine sadakati her gün yineleseler de, birbirlerini yok etmeye çok hazırdılar. Bu başvezirler “Mekruh bana baktı” diyerek üç gün uyuyamayan hamhalat, akıldan yoksun soytarılardı ama biriyle konuşurken onları görseniz, “Mekruh Hazretleri’ne söyledim, bunu böyle yapın dedim” diyerek konuşmaları ibrete şayandı.
Zamanla Mekruh’un okuduğunu bile anlamaktan aciz, saldırgan, yüzü her gün korkunçlaşan bir deli olduğunu anlamakta gecikmediler. Böyle olunca kendi aralarındaki kene yarışı büyüdü, Tebriz’in en büyük kenesi Mekruh, bir gün haşere gibi temizleneceğini düşüne düşüne bütünüyle uykusunu yitirdi, iğrenç bakışlı bir yaratık oldu.
Mekruh bağırıp çağırmadığında kendine zarar veriyordu. Önüne bir düşman çıkarılınca rahat ediyor, böylece beden sağlığını koruyordu.
Mekruh’a ayna gösterilmesi yasaklandı. Ayna sözcüğü bile yasak edildi. Çünkü ne hale geldiğini gördüğünde kendiyle barışık kalamayacağını fark etmişlerdi. Keneler Meclisi Mekruh’a acıdıklarından değil, Mekruh yok olursa kendilerinin ne olacağını bilemediklerinden onu korumaya karar verdiler. Mekruh ne derse harfiyen uyuyorlardı. Tebriz Sarayı’nın dışından saraya bir ateşli gülle mi atıldı, Mekruh bunu falanca yaptı diyor ve herkes kavuk sallıyordu: Evet efendimiz, çok haklısınız, falanca yaptı.
Mekruh Tebriz vatandaşlarını ikiye ayırdı. Birinci Bölük “kindar dindarlar”dı. Öbürü ise “Gezici murdarlar”dı. Kast sistemi kuruldu: Murdarlar kindarlara boyun eğecek, dindarlar da kinleriyle başyüceliği yükseklere taşıyacaktı.
Tebriz Sultanlığı adını değiştirdi: Tebriz Başyüceliği oldu.
Başyüce ise bir cüceydi.
Seyirlik bir işti. İbretlikti. Korkunçtu. Seviyesiz İnsanlar Tarihi’nin yazarı Prof. Kien böyle bir adilik görmediğini söyleyerek Tebriz’in ambargo altına alınmasını sağlayan bir önergeyi Dünya Kentler Birliği’ne taşıdı. Tebriz lanetli bir yalnızlığa gömüldü.
Mekruh ve avanesi o kadar beyinsizdi ki bunu bile “değerli yalnızlık” diyerek kutsadılar.
Yine de Şah Mekruh’un Prof Kien’i öyle koymayacağı belliydi, dünyanın neresine kaçarsa kaçsın ona cezasını verecekti, madem ki hakaret etmişti, ona gününü gösterecekti.
Gidip kelle getiren fedailerini cihana saldı. Fakat bir de şiir yazarak durumu beyan eylemek istedi. Aşağıdaki zevksiz dizeleri yazmayı şiir yazmak sanan herkes gibi, şu bayat kokmuş iğrenç beyti yazdı:
Ben sarayıma saray demem sarayım da sarayım
Aç ağzını ey yiğit, yağı dağ et, seni balla sarayım
Taşlama yazacakken kendini öven bir şey yazan, ağzım derken bilmem nerem diyen bu adamın, o beytini (beyit ehli kahrından ölsün isterse) bütün Tebriz Dili ve Edebiyatı bölümlerinin kapılarına astılar. Tebriz dilinin geldiği en yüksek ufuk olarak selamlanan bu iki dizeden hareketle çocuklarına sara, yiğit, sayit, bal, yağdan gibi adlar koyanlar çok arttı, iş yerlerinin adları da ilginç oldu: Yiğit Danışmanlık, Yağdan Habercilik, Saray Çeyiz, Aç Ağzını Yer Hizmetleri, Sarayım Otelcilik…
Rivayet odur ki Mekruh ıkına sıkına yazdığı bu iki dizeden başka bir şey yazamayınca deliye dönmüş. Herkese laf yetiştirmeden duramayan, profesörün profluğunu, şairin şiirini, yazarın romanını, kaptanın gemi yüzüşünü hiç beğenmeyen ve hep onlardan daha iyisini yapabileceğini düşünen Mekruh ilk kez acı gerçeği görüyormuş. Şiir nere, o nereymiş. Her okuduğu şiir ona çok büyük geliyor, ne zaman bir benzerini yazacak olsa kalakalıyormuş. Giderek şiir zevki kalmamış, çok basit şeyleri beğenir olmuş ve başyüce olarak emretmiş: En iyi şiirler beğendiklerimdir!
Onun yüzünden toplumun şiir zevki dörtlükler halinde okunan çocuk şiirlerine yakınlaşmış. Divan şiiri gözden düşmüş, yeni nesil şairlerin serbest şiiri çöpe gitmiş.
Mekruh’un çöktüre çöktüre şiir okuduğu devir böylece başlamış ve şahın bu icra dönemine “Cönk Çağı” denmiş.
Mekruh bazı sözcüklere özel bir ses tonuyla vurgu yaparak okurmuş şiirlerini. Örneğin “Para…” dedikten sonra “lel” sözcüğünde sesini tize çıkarırmış. “Para” sözcüğünü şefkatle okşar, “lel”i sevmezmiş. Sonra “Minağreleğr” dermiş hüzünle; hele bir “Aynalarrr” deyişi varmış ki keneler, “getirin şu aynaları” diyeceğini sanarak kahrolurlarmış.
“Aynalar bakmayın yüzüme dik dik” dermiş her gün beş defa. Korkuyla söylermiş ikinci dizeyi: “İşte yakalandık, kelepçelendik.”
Bir gün çok uzaklardan mancınıkla atılan bir taş düşmüş Mekruh’un önüne. Bakmış ki taş bir kağıtla sarılı, açıp okumuş:
Sarayına yapıştın kene gibisin
Mal mülk komadın süne gibisin
Münasip yere yakılan kına gibisin
Aç yüzünü de biraz gülelim şahım
Mekruh bu fesatlığa milyonlar önünde okuduğu kendi şiiriyle karşılık vermek istemiş. Oturmuş bir büyük sanat yapıtı oluşturmuş; kim okusa bunu müzeye koymak istemiş, onun sermaye piyasası dilini sevdiğini bildikleri için, “halka arz edilemeyecek kadar kıymetli bir şey bu” demişler ama ama ikna edememişler.
Mekruh derhal Şebeklerim meclisini toplayıp kürsüye çıkmış. “Tırmanmış desek daha iyi olurdu” diyor Kien, oradakileri süzmüş ve bağırmış:
Ona öyle demezler
Peynir ekmek yemezler
Sarayımdan atlarım
Keneyi alnına saplarım
O gün bugündür dünyanın Tebriz adlı köşesinden en çok yükselen sesin kusmuk sesi olduğunu bildiriyor, Kien’in arkadaşları, hapishaneden.