Yavuz Türk: “Öykülerin birbirine teyellendiği kitaplar hoşuma gidiyor.”

“Bir edebi formun içinde yol alırken benim açımdan aslolan, bir durumu, olayı ya da düşünceyi okura geçirebilmek. Buna daha iyi hizmet edebileceğini düşündüğüm müddetçe herhangi bir yöntem, tür ve sınır ihlali veya başka anlatı katmanlarını denemek benim için hiçbir sorun içermiyor.”

Yavuz Türk, Ağustos 2010 tarihli Kumaş ve Şubat 2018 tarihli Sonra, Doğdum adlı iki şiir kitabının ardından Ocak 2020’de Yüce Lider’e Dair adlı bir roman yayımlamıştı. 2022’nin Eylül ayında da İletişim Yayınları tarafından Yolluk isimli öykü kitabı yayımlandı. Yolluk’ta bazen örtük de olsa birbirine bağlanan yedi öykü yer alıyor.

Öykülerde en çok öne çıkan nitelik, “sohbet”i merkeze alması. Öykülerdeki anlatıcılar ya kendileriyle ya da başkalarıyla konuşuyorlar, sürekli sohbet halindeler. Öykünün iç dökmeye dönüşmesinden şikâyet edilen 1990’ların sonunda genç öykücüler diyalog yazmadıkları için eleştirilmişti.[1] Yavuz Türk kitabına iç dökmeyle başlasa da, sonrasında diyalog sevenleri ziyadesiyle mutlu edecek öykülerle devam ediyor.

Her kitabında farklı bir türde metinle okurun karşısına çıkan Yavuz Türk’le önce bu tür meselesini konuşarak öykülerindeki sohbet arzusu, metinlerin birbirine bağlanması, farklılığın sahiplenilmesi ve üstkurmaca üzerine bir söyleşi yaptık.

***

2020’ye kadar şair olarak tanınıyordun ama önce roman, şimdi de bir öykü kitabı yayımladın. Belli bir türde devam etmek yerine farklı türleri tercih etme nedenin nedir? Son 12 yılda yazma deneyimin nasıl evrildi?

Aslında on seneyi aşkındır birçok edebi türde birden yazıyorum, birçok klasörü aynı anda çalışıyorum. Yayımlanacak düzeye geldiğine kanaat getirdiğimde ise okurla paylaşıyorum. Benim yazma sürecimde bugün için net olarak bir türün hâkimiyeti bulunmuyor. Daha doğrusu, uzun zamandır üzerinde çalıştığım veya demini alması için kenarda beklettiğim metinleri olgunlaştırmaya başladıkça okurla paylaşmayı tercih ediyorum.

İlk karalamalarımı yaptığım 15-19 yaş aralığında yoğun olarak şiirsel öyküler yazıyordum. Çoğu temrin düzeyinde olan bir defter dolusu öykünün hiçbirini yayımlamadım. Sonra nasıl olduğunun pek de farkında olmadan şiire odaklandım. 2000’lerin başında şiirle özel olarak ilgilendim. 2014’ten itibaren ise şiir dışındaki türlerde daha fazla yazmaya başladım. Ama elbette yayımlanmaları biraz daha vakit aldı. Bugün aynı anda çalıştığım (şiir, öykü, roman, deneme, anlatı, oyun, senaryo, mektup gibi) farklı türlerde birçok dosyam var. Onları belli bir sıraya koymadan, vakti geldikçe yayımlamaya çalışacağım. Farklı türleri denememin nedeni, sanırım kendimi bu yolla sınamak istemem. Ancak yine de son dönemde narratif metinler benim açımdan daha fazla ön plana çıktı diyebilirim. Bir başka neden olarak, yazma meselesine eskisine kıyasla daha fazla disiplinle yaklaşmaya başladığımı söyleyebilirim. Bu sayede yazmaya elimden geldiğince daha çok vakit ayırmaya gayret ediyorum.

Tür konusundan devam edip spesifik olarak öyküye gelirsek… Senin yazma deneyiminde öykü nerelerde diğer türlerden ayrılıyor? Bir metnin “öykü” olacağına nasıl karar veriyorsun?

Üzerinde uğraştığım metin ilk fikir aşamasından itibaren kendi türünü de çoğunlukla yanına alarak geliyor. Edebi fikrin kendi yükü, genellikle hangi türde yazılması gerektiğini de zaman zaman “dayatıyor”. Diğer taraftan, henüz fikir düzeyindeyken çıkış noktasından sapan metinler de var elbette. Örneğin Yüce Lider’e Dair, “ölüleri saksılara gömmek” fikrini odağa alan bir şiir olarak belirdi zihnimde. Sonra üzerinde çalıştıkça dallanıp budaklandı. Veya bir başka örnekte, küçük bir öykü fikri, biraz daha zihnimde geliştikçe bir tiyatro oyununa dönüştü. Bunun gibi örnekler olmasına rağmen, gelen görüntü-fikir-çağrışım, bende büyük oranda türü de yedeğine alarak beliriyor. Fikrin üzerinde çalıştıkça, kalem oynattıkça ve düşüncenin etrafında dolandıkça “hikâyeyi daha iyi anlatacak olan türe” karar vermek de kolaylaşıyor. Burada benim açımdan en temel mesele bu.

Yolluk’taki öykülere topluca bakıldığında ilk dikkat çeken nokta, metinlerin birbirine bağlanması. Niçin öyküleri bu biçimde bağlamayı tercih ettin? Bir “türsel ihlal” mi bu? Bu bağlantılar metnin türünü “öykü”den çıkartıp alternatif bir “anlatı”ya dönüştürmeye mi hizmet ediyor?

Öykülerin birbirine teyellendiği, bir bütünlüğü olan kitaplar benim hoşuma gidiyor. Burada tabii ki öncelikli amacım bir kurgu evreni inşa etmek. Aynı kurgu evreninde geçen öyküler birbirinden bağımsız olsa bile, bir şekilde karakterlerin veya mekânların birbiriyle temas içinde olduğu metinlerin anlatımı güçlendirdiğini düşünüyorum. Bir başka açıdan ise, okurun zihninde yer ederek inandırıcılığı artırıyor. Yüce Lider’e Dair’de de benzer bir kurgu evreni inşa etmeye çalışmıştım; ilerleyen dönemlerde tekrar buraya dönüp hikâyenin devamını yazmak gibi bir niyetle elbette. Dolayısıyla, amaçladığım şeyin bir türsel ihlal olduğunu söylemek güç. Öte yandan edebi türlerin ilk bakışta belirgin bir formları olsa bile, bugün artık tür sınırlarının gittikçe ihlal edildiğini ve bu ihlallerin kimi zaman daha yaratıcı ve verimli sonuçlar ortaya çıkardığını biliyoruz. Ancak bir hususa değinmek benim açımdan önemli: Ben edebi türlerin sınırlarını ihlal ederken yalnızca biçimsel bir deneme yapmak veya salt deneysel diyebileceğimiz bir amacı öncelemiyorum. Benim öncelikli niyetim içeriğin, özün, hikâyenin –artık adına ne diyorsak onun– güçlü olması. Biçimsel denemeler benim açımdan içeriğe hizmet ettiği sürece makbuldür.

Öykülerinde öne çıkan başka bir özellik de diyalogların merkezî bir yer tutması. Türkçe anlatı geleneği açısından diyalogların çok sağlam bir yeri var. Senin öykülerin de metni diyalogla ilerletme geleneğine bağlanıyor. Bu noktada iki sorum var. İlki: Niçin öykülerinin omurgasını diyaloglarla ya da konuşma üslubuyla kuruyorsun? İkincisi: Diyaloğa yaslanan öykü tarzında senin öncellerin kim?

Öyküleri (veya büyük oranda kurgusal düzyazı metinleri) yazarken öncelikle bir anlatıcı inşa etmek gerektiğini düşünüyorum. Her bir anlatıcısı aynı üslupla konuşan, düşünen, hareket eden, yani aslında anlatıcının da yazarın ta kendisi olduğunu büyük oranda sezdiren metinler pek bana hitap etmiyor. Burada, bir kitaptaki ilk öykünün de, son öykünün de anlatıcısının benzer sesle/üslupla konuşmasını kastediyorum. Her bir metinde anlatıcıyı düşünmek, onun üzerine kafa yormak ve yeniden inşa etmek gerekiyor. Söylediğim aslında zor da bir şey. Anlatıcıya yalnızca sekiz-on sayfa miktarı kadar ihtiyaç duyacağımız öykü türünde, yaratmak için epeyce kafa yorduğunuz bir anlatıcıyla öykünün sonunda yolları ayırmak gerekiyor. Bu yönüyle roman türü biraz daha olanaklı bir yapıya sahip. Öykü yazarken büyük oranda tahkiyeyi tercih etmemin arka planında böyle anlatıcılara duyduğum “ihtiyaç” yatıyor olabilir.

Öykülerin omurgasını diyaloglarla ya da konuşma üslubuyla kurmamın öncelikli nedeni birinci tekil şahıs anlatıcıyı fazla tercih etmem olabilir. Bu anlatıcıyı kullanırken, anlatımın daha samimi, dolaysız, aracısız olduğunu düşünüyorum. Samimiyeti ve inandırıcılığı artıran bir yöntem bence. Ama kendi açımdan, vermek istediğim samimiyeti sağladığı sürece diğer anlatım kişilerini de kullanabilirim. Diyaloğa ağırlık veren öyküler açısından, bu tarzın en başarılı örneklerini Orhan Kemal, Kemal Tahir ve Cemil Kavukçu verdi. Ama benim öykü yazarken öncelediğim ve önemsediğim bir başka hareket noktası var ki, o da atmosfer kurmak. Metinleri yazarken, öykünün yapısına ve doğasına uygun bir atmosfer yaratma çabası içine giriyorum. Ve bunu, belki de şimdilik diyaloglara ağırlık vererek yapmaya çalışıyorumdur. Bu noktadan hareketle, sadece iyi diyalog yazarı değil, aynı zamanda çok iyi atmosfer kuran kişiler olarak Sait Faik, Refik Halit Karay, Sabahattin Ali, Vüs’at O. Bener, Memduh Şevket Esendal, Haldun Taner, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Hulki Aktunç ve Ferhan Şensoy metinlerini her zaman dönüp dönüp okuduğum yazarlar.

Yolluk’un sonuna geldiğimizde, elimizdeki kitabın editöre teslim edilen bir dosya olduğunu öğreniyoruz. Böylece metin anlatıcı düzleminde bir katman daha kazanıyor, üstkurmaca boyutu metne ekleniyor. Öykülerinin hepsinde konvansiyonel bir anlatıcı var ama kitabın sonunda üstkurmacaya göz kırpıyorsun. Nedir bu sondaki teknik değişimle niyetin?

Bir edebi formun içinde yol alırken benim açımdan aslolan, bir durumu, olayı ya da düşünceyi okura geçirebilmek. Buna daha iyi hizmet edebileceğini düşündüğüm müddetçe herhangi bir yöntem, tür ve sınır ihlali veya başka anlatı katmanlarını denemek benim için hiçbir sorun içermiyor. Söylediğin gibi, üstkurmacayı kullanmak yazara daha çok roman türünde rahat hareket alanı sağlayan bir yöntem. Ancak ben, birbirine teyellenmiş ve bu sayede bir çeşit “anlatı evreni” oluşturan bu öykülerde üstkurmacayı bir motif olarak kullanmak istedim. Aslında başka bir niyetim de okur üzerinde yabancılaştırma efekti yaratmaktı. Haddinden fazla otobiyografik olan veya otobiyografik gibi görünen ilk öyküde (“Curriculum Vitae”) okur daha en baştan, sanki bir çeşit iç dökme/günce havasıyla karşı karşıya kalıyor. İlk öyküdeki ima edilen yazar karakteri, son öyküyle birlikte yerle bir oluyor. “Akademikler” öyküsünün finalindeki üstkurmacayla, okura anlatılan hikâyelerin birer kurgu olduğunu hatırlatırken, bir yandan da okuduğu öykülerde sezmekte olduğu şeye kendini kaptırmaması için bir yabancılaştırma efekti vermek istedim. Dolayısıyla, üstkurmaca benim açımdan yalnızca biçimsel bir yöntem değil, kitap bütünlüğü içinde metne hizmet ettiği ve işlevsel yanı olduğu müddetçe anlamlı. Sonuçta okura yeni şeyler söylemenin anahtarı olan, yazdığım metnin atmosferini besleyen, anlattığım hikâyelerin duygusunu güçlendiren ve okur nezdinde metnin daha iyi alımlanmasına yardım edecek bir işleve sahip burada.


Yavuz Türk, fotoğraf: Gökalp Durmaz

Her ne kadar kitaptaki öykülerde diyalog, konuşma, en geniş anlamıyla sohbet egemen olsa da özellikle ilk iki öykü hem teknik hem de içerik düzeyinde farklılaşıyor. “Curriculum Vitae” ve “Sürtünenler”. İlk öyküde özyaşam öyküsüyle “huzursuz” bir insanı tasvir ediyorsun. “Sürtünenler” ise yerleşik olan karşısındaki farklılığı savunmayı, zillet olarak gösterileni erdem olarak sahiplenmeyi amaçlayan bir “rapor”. Bu iki metinde dünyaya bakışının, etik değerlerinin izlerini bulmak mümkün mü?

“Curriculum Vitae” benim açımdan biçimsel denemenin bu kitapta en fazla ön plana çıktığı öykü diyebilirim. İçerik anlamında ise, art arda sıralanmış birtakım yaşam deneyimlerinin lineer olmayan biçimde akışından meydana geliyor. Metnin cümlelerinin yerini değiştirdiğimizde anlamında bir eksilme olmadığı gibi, metnin yapısında da bir bozulma oluşmuyor. Biçim ve içeriğin birbirini sırtladığı ve bir yandan da eşgüdümlü olarak yükselttiği bir metin olduğu kanaatindeyim. Kaldı ki kitabın arka kapağında yer alacak alıntıya karar verirken, “CV” öyküsünden ardışık cümlelerden oluşan bir pasaj seçmek yerine metnin farklı yerlerinden seçtiğim cümleleri kolaj haline getirdim.

“Sürtünenler”deki dil ise daha sarkastik. Hal böyleyken bu öyküde de benzer bir biçimsel denemenin ağırlığı var. Anlatıcının söylediklerine kulak kesiliyoruz, fakat diğer yandan ilginç/tuhaf şeylerden bahsettiğinin de farkındayız. Bu noktada öykünün ilgi çekiciliğini artırmak ya da okurun kafasını bir parça karıştırmak için bahsi geçen vakanın teorik zeminini de mümkün olduğunca detaylı şekilde anlatmaya çalıştım. “Sürtünenler”, kitapta belki en fazla kafa yorduğum, üzerinde en çok çalıştığım öykü olabilir. Yazarken en çok eğlendiğim öykülerden biriydi de aynı zamanda. Ne var ki, öykünün absürd damarı daha güçlü olduğu için her okura aynı düzeyde keyif vermeyebilir diye düşünüyorum. Öyküde toplumsal bazı normlara aykırı davranışlar sergileyen birtakım insanları anlattım. Önceliklerimden biri toplum içinde ötekileştirilen insanların ruh halini anlatmaktı; fakat bu niyetin “erdem olarak sahiplenme” anlamına geldiğini savunmak biraz abartı olur.

Sonuçta her iki öyküde de karşıdaki muhataba anlatılan bir hikâye veya bir mesaj var. Bu anlamıyla monoloğa daha yakın bir yapıya sahip. Yani anlatıcının fazla resmî olmayan bir dille doğrudan okura seslendiği, derdini anlattığı metinler. Diğer yandan bu yöntemin “Akademikler” öyküsünde ara ara da olsa belirgin şekilde ortaya çıktığı söylenebilir.

Peki sırada ne var? Hangi türden devam edeceksin?

Daha disiplinli bir şekilde yazmaya başladıktan sonra, haşır neşir olduğum dosyaların üzerinde daha yoğun çalışmaya ve kafa yormaya başladım. Önümüzdeki yıl yayımlamayı planladığım bir tiyatro oyunu var. Şu anda metin büyük oranda tamamlandı. Nihai gözden geçirmeleri yaptıktan sonra 2023’ün ilk aylarında yayımlamayı düşünüyorum. Bunun haricinde, yayımlanma tarihleri şimdilik net olmamakla birlikte üzerinde çalıştığım bir roman ve yine iki ayrı şiir dosyası var.

 


[1] Konunun ayrıntılarına şu kitaptan ulaşılabilir: Leyla Burcu Dündar, Edebiyat Sosyolojisi Açısından 90’larda Türk Öykücülüğü, Ankara: Hece, 2016.