Edebiyatta yas: K’öksüzler ve kimsesizler için epigraf

“Peki ya hatırlamak her zaman kurtarıcı meleğimiz miydi? Bazen de azabımızın yegâne sebebiydi. Tıpkı bunca çiçeğin içinde böğrümüze oturan, soluğumuzda düğümlenen hatıraların varlığı gibi…”

13 Ekim 2022 21:00

“Birisinin bir daha hiç gelmeyecek olması, bir şey söylemeyecek olması, asla tek bir adım atmayacak olması, ne yakınımıza ne uzağımıza doğru, bize bakmayacak, gözlerini başka yöne çevirmeyecek olması... Kim bilir buna nasıl dayanıp sonrasında bunu nasıl atlatıyoruz?”

Bu incecik hakikatin çığlığı Javier Marías’a ait. O da artık tıpkı yazdığı gibi, bir daha hiç gelmeyeceği, bir daha bir şey yazamayacağı gerçeğiyle baş başa bıraktı sevenlerini ve okurlarını.

Bazı yazarlar bazen bir eve, bazen bir sığınağa, bazen bir kuyuya benzer. Marías gibi… Bazıları kardeş, bazıları yoldaş, hatta bazıları bazen anne olur. Sevgi Soysal gibi... Funda Soysal’ın, “Bir yazarı kendime anne edindim, ama anne ihtiyacı olan kim varsa Sevgi Soysal’ı anne edinebilir” sözünü duyduktan sonra o çok sevdiğim, gecelerce, günlerce okumaktan yorulmadığım Sevgi Soysal’ı, yer yer çok benzettiğim annem gibi de sevmeye başladım. Nihayetinde bana hiç de yabancı gelmeyen bir yokluğu, yine hiç de yabancı gelmeyen bir biçimde sevip kabullenmekti benim için. Yokluğunda tanımak, yokluğunda büyümek ve büyütmek…

Javier Marías, Sevgi Soysal

Meseleye dönersem, yaralarını, yaslarını dillendirmede ve göstermede ketumluğun kuyusunda yaşayanlar, konuşmayı geç de olsa bir gün uçurumun kenarındayken öğrenenler, kekemeler ya da yalnızlıktan paylaşabilecek bir dirhem sözü bile olmayanlar kendine satırlar arasında bir dil arar. “Nasıl ifade etsem…” bile diyemeyenlerin, karalar bağlayanların, hüzünlülerin, latiflerin, suskunların sevgili yoldaşı edebiyat... Öksüzlerin, yetimlerin, köksüzlerin, ucubelerin, yabanilerin, yersiz yurtsuzların, göçmenlerin, dertlilerin, bir başınaların yegâne sığınağı…

Ben de yakın zamanda, ne zaman sızlayacağı belli olmayan yaralarımın bıçak ucuna değdiği günlerin birinde, Milliyet Sanat’ın 50. yıl özel sayısında, Efnan Atmaca’nın Kemal Varol’la son romanı Babamın Bağlaması üzerine yaptığı söyleşiyi okudum. Atmaca, ebeveynini erken kaybeden biri olarak, romandaki şu sözün kendisine mıh gibi çakıldığını söylüyordu:

“Ne yazık anne babalar sonunda ölüyordu ve bir daha hiç kimse insanın adını o kadar güzel ve içten çağırmıyordu.”

Varol ise Babamın Bağlaması’ndaki bu sözle birlikte, anne babasını iki sene arayla kaybeden bir yazar olarak kendi yas sürecinin romanda ne kadar yer ettiğine dair soruyu şöyle cevaplıyordu:

“(...) Onlardan geriye büyük bir boşluk kaldı bana. Bir akşam eşim ve çocuklarımla otururken birden birinin beni çağırdığını sandım. Annemin sesine benzettim duyduğum sesi. Birilerinin babası, eşi, aşkı olmak yetmiyordu bu hayatta. Tıpkı Yusuf’un dediği gibi, insan bazen tıpkı çocukken olduğu gibi sadece adıyla çağrılmak istiyordu. Hiçbir sıfat taşımayan bir edayla. Sadece adımızla çağrılmak. Ondan mahrum kalıyorduk günün birinde.”

Tesadüf ki, roman, basıldığında henüz hayatta olan Marías’ın yukarıdaki alıntısıyla başlıyor... Söyleşiyi okuduğumda günlerdir sızlayan yerlerimin ne kadar acıdığını fark ettim. Vardır ya, yaraya tuz basmak… Öyle oldu. Zira tıpkı romanın dediğince, bir daha hiç kimsenin çocukluğundaki gibi adını o kadar güzel ve içten çağırmadığı bir yaranın ortasında kanıyordum.

Düşündüm. Dönüp dolaşıp beni yıllardır bazen bir gece yarısı, bazen bir gün ortası, bazen bir sözle, bazen bir kokuyla alıp o küçük çocuğun yalnızlığına boğan acının adı neydi? Hiç geçmeyen şey neydi? Bir yazar, bir öğlen güneşinin ortasında, yaşamımın yarısından fazlasına çöken ahrazıma ses olmuştu.

Yine düşündüm. “Birilerinin babası, eşi, aşkı olmak yetmiyordu bu hayatta” diyordu. Benimle onu aynı yorgana saran ama aynı zamanda bizi ayıran o ince çizgi de şuydu: Bazen birileri, ne birilerinin çocuğu, ne birilerinin kardeşi, ne birilerinin annesi ya da babası oluveriyordu şu hayatta. Bazen birileri, “Kimin kimsen yok mu yavrum senin?” denen o çocuk oluyordu. Bütün bu ahraz bir dil olup adını koyuyordu: Kimsesizlik.

Bunu öksüz-yetim büyüyenler, anasının babasının reddettiği lubunyalar, yaşlılar, evsizler, deliler, ötekiler, berikiler, göçebeler ve dahası kendi adı gibi bilirdi. Onlar, John Berger’in Hoşbeş’te bahsettiği gizli yetimler ittifakının en parlak takımyıldızlarıydı.

Kemal Varol, John Berger

Annemi küçücük bir çocukken kaybettim. Hayatımızın son seneleri onu evde görerek değil, hastanede ziyaret ederek geçti. Öyle ki, uzun yıllar hastane, kan ve ilaç kokusu hafızamda anne kokusu olarak kaldı. Ölümünden sonra beni büyüten babam ve babaannemdi. Babaannem son nefesine kadar annemin yokluğunu hissettirmemek için üzerime gül gibi titreyip bağrında büyütse de beni, hiçbir şey ve hiçbir duygu, o biraz da olsa görüp kaybettiğim annemin yokluğunu telafi edemedi.

Kendimi bildim bileli, her dönem, her yaş ve her mevsimde annemin yokluğu ve arayışı çeşitli biçimler alarak devam etti. Yaşım kadar onu aradım, yaşım kadar acısını çektim. Nasıl desem, ergenliğin ayrı tasası oldu, çocukluğun ayrı. Her yaş geçişimle eş değişti ona olan ihtiyacım. Ölü bir anneyle büyüdüm, ölü bir anneyi benimle birlikte büyüttüm. “Ben seni anne, ben seni hep bilmeden, hep şaşırarak, hep ta şuramda taşıyarak, hep ama hep kendimden gizleyerek sevmiştim” diyor Figen Şakacı, üçlemesinin ilk romanı, bir büyüme hikâyesi Bitirgen’de. Tam da öyle işte… Yine Şakacı, bu kez Kesekli Tarla kitabındaki “Hep İlk” öyküsünde düşlerde büyümenin ve büyütmenin ne olduğunu anlatıyor:

“Ölü bir babayla yan yana olmak sayısız olanak sağlıyordu insana. Kendime içinden baba geçen bir sürü film seti kurdum, bir sürü hikâye uydurdum. Ölmeseydi imkânı yok çekemezdim o filmleri. Ölmeseydi bu kadar uzun yaşayamazdım onunla.”

Buradaki “baba”ları çıkarıp yerine “anne” koyuyorum. Ömrümün hatırı sayılır kısmı, yani aslında tamamına yakını, Şakacı’nın öyküsündeki gibi annemi hayal ederek geçti. Yastığa ne zaman başımı koysam hep bizi düşledim. Okuldan alırken, alışveriş yaparken, saçımı örerken, mutfakta yemek yaparken, liseye başlarken, mezun olurken, içerken, yürürken, dertleşirken, kavga ederken, bazen bomboş karşılıklı koltuklara uzanırken… Sıradan anların hepsini düşlerimde yaşadım. O kadar alışmıştım ki buna, bazen mutluluktan içim içime sığmıyordu. Dünyaya Orman Denir’de, “Sizin aklınız başınızda değil: binde biriniz bile düş görmeyi bilmiyor” diye azarı basan Ursula’nın kulakları çınlasın… Ve bizim gibileri gecelerce saran, yorgan altında ağlarken dizeleriyle saçlarımızı okşayan Didem Madak’a da bin selam olsun.

Figen Şakacı, Didem Madak, Ursula K. LeGuin

Hep ölümden korktuğum için hep de ölümü buldum ama. Babamın Bağlaması’nda epigraf olarak Kafka’nın “Bir Köy Hekimi” öyküsündeki şu sözü kullanmış Kemal Varol: “Güzel bir yarayla geldim dünyaya, varım yoğum buydu.” Gel zaman, öyle de oldu. Babamı ve babaannemi, annemden sekiz sene sonra, aynı mevsimin içinde, yalnızca iki ay arayla peş peşe kaybettim.

On beş yaşındaydım. Ne evim, ne sofram, ne yatağım, ne sıcak yemeğim, ne sesim, ne soluğum kaldı onlardan sonra. Taşrası, akrabası, komşusu, ahbabı, hısmı, esnafı… Hepsinin gerçek yüzünü kimsesiz kalmış bir çocukken tanıdım. Hepsiyle arama mesafe koymayı, Berger’in de dediği gibi “münasebetsiz” olmayı daha o günden, ölümün yarattığı boşluğu kabul etmem gibi kabul ettim.

İşte Varol’un da bahsettiği o büyük boşluk, bizim gibilerin hem en büyük nimeti hem de en büyük azabı oluyordu. Öldükleri gibi boşluklarının asla dolmayacağını kabul edip deliklerle yaşamaya başlamak, her birini kendi boşluğuyla ve biricikliğiyle kabul etmek bir yandan koruyucu meleğimizdi, bir yandan da Azrail’imiz.

Şuna ikna oldum. Elbette her giden bir boşluk açıyordu kalbimiz, zihnimiz ve bedenimizde. Her gidenle bizlerden de bir şeyler gidiyordu çünkü. Freud’a göre biz kaybettiğimiz insanın değil, o insanda değerli bulduğumuz şeyleri kaybetmemizin yasını tutuyorduk. Judith Butler’a göre ise bizi oluşturan bağların bazılarını kaybettiğimizde kim olduğumuzu ya da ne yapacağımızı bilemiyorduk ve aslında doğrudan kendimizi de kaybediyorduk. Kırılgan Hayat’ta “Sensiz ben kimim?” sorusunu sorar Butler. Ben de uzun yıllar her birinin kaybının bendeki tesirini şöyle betimlemiştim: “Her ölüm benden bir organımı aldı.”

Peki senden, benden ve o boşluktan geriye ne kaldı?

Ailemi kaybettiğimde hiç kimsenin evine sığamayacağımı, o çok sevilen eşin dostun, “önüne bir kap yemek koyarak” işleyeceği sevabı hesapladığını ve gayrı yapacağı her şeyi kendine mübah bildiğini gördüğümde bavulu toplamış, bir akşamüstü Ankara’ya varmıştım. O yerde, hiçbir şey yetmezmiş gibi bir de gurbette, bazı geceler uzanıp yattığım ranzada yorganı kafama çeker, sessizce ağlayarak evimizin telefonunu arardım. Olur a, yanılsama olur, belki bir ses duyardım… Bu böyle aylarca devam etmişti.

Üstünden bir on yedi yıl geçmiştir, o yaşımdan da fazlasını yaşamışım işin özü. İkimizden geriye ne kaldığını, ne değiştiğini düşünüyorum bazen. Bazı geceler, yaranın çatlaklardan sızıp kalbime çöktüğü ağrılı gecelerde, yorganın altına çekilip ağlarken o çocukla şu kadın arasındaki tek farkın artık numarayı aramamak olduğunu görüyorum. Değişmeyen tek şeyin ise Varol’un bahsettiği o şefkatli sesle çağrılmayı özlemek olduğunu biliyorum.

Pelin Buzluk, Franz Kafka, Judith Butler

“Çok ağlayınca çocuklaşır herkes” diyen bir söz var Pelin Buzluk’un Kanatları Ölü Açıklığında öykü kitabında: “Onlar öldükçe eksiliyor geçmişimiz.” İşte bir daha geri gelmeyecek o günlere bitmeyen bir özlemle, sadece o anlara dönmenin, dönmek isteyip de dönememenin, sayısız eksikliğin ve sonsuz mahrumluğun ortasında titriyorsun.

Kendime dostlarımdan kardeşler yarattığım, emek emek örülmüş, seçilmiş ailemin merhem olmasını bir kenara koyarak, o gecelerde gelip kalbimizde ağrıyan, bıçağı nabzımıza dayayan yegâne acının kimsesizliğin yarası olduğunu kabullendim artık. Bütün bunların içinden bastırılamaz isyanla, bitmeyen neşeyle, çelik gibi iradeyle çıkmasını bildiğimiz gibi…

Bazılarımız, bazılarının çocuğu, annesi, babası ve kardeşi değildik. Olur a, hastaneye düşsek, cezaevine girsek, haydi tut diyelim ki son anda hayata döndürülsek, “birinci ve ikinci derece akrabadan başkası göremez” diyen ya da ölsek cenazemizi bile kaldırmayan bir sistemin kodlarında öfkemiz daha çok parlıyordu. Geceleri, gündüzleri, ayları, haftaları çoğunlukla ya da mütemadiyen yalnız geçen, birinin eve anahtarla girmesini, birinin önüne sıcak bir çorba getirmesini, o şefkatli sesle çağırmasını, hastalanınca sarmasını, düşünce kaldırmasını, ölünce yıkamasını bilmeyenlerdik… Kendini var edenler, kendi kendini büyütenler, kendi kaderini yazanlar, kendi sonunu getirenlerdik… Unutmadıklarıyla mutlu olanlar, unutmadıklarıyla uçurumun kenarında sallananlardık…

İyi ama nasıl teselli olacaktık? Ya da Marías’ın dediği gibi, bütün bunlara nasıl dayanıp sonrasında nasıl atlatacaktık?

Abisi emniyette çıplak aramaya ve işkenceye uğradıktan sonra intihar eden, annesi oğlunun kaybına ve ona yaşatılanlara dayanamayarak canına kıyan, babası adalet ararken ölen Ezgi Sevgi Can’ın, Gökçer Tahincioğlu’na verdiği söyleşide bir sözü var:

“O hep birlikte ailecek yediğimiz son yemeğin ruhumda yarattığı çiçeklenmeyi hiçbir zaman unutamam. Aklım ayrıntılarını unutsa da duygularım, bedenim, ruhum sonsuza kadar hatırlayacak o akşamı.”

Yine de bunca ağrının eşiğinde bizi mutlu eden, hayatla, hatırayla arada diri bir köprü kuran, kalbimizi solgun akşamlarda sıcacık saran, elimizden tutan, avunmamızı, teselli olmamızı sağlayan tek bir şey vardı işte: Ruhumuzu çiçeklendiren hatıralar, o bazı anlar… Yakın zamanda 2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Fransız yazar Annie Ernaux’un Seneler romanında geçen sözü gibi, “artık asla olmayacağımız zamandan bir şey kurtarmaya, o ışığı yakalamaya” çalışıyorduk.

Peki ya hatırlamak her zaman kurtarıcı meleğimiz miydi? Bazen de azabımızın yegâne sebebiydi. Tıpkı bunca çiçeğin içinde böğrümüze oturan, soluğumuzda düğümlenen hatıraların varlığı gibi…

Geçen yıl Pakize Suda’nın demans başlarken kurduğu cümleyi okuduğumda derinden sarsılmıştım. “Her şeyi unutarak ölmek istiyorum” demiş Suda. Her şeyi unutarak ölmek istemek, ne sarsıcı!

Bizi bitmeyen bir sancıyla baş başa bırakan acıları unutmamız gerçekten mümkün mü peki? Her şeyi unutarak ölmenin huzurlu yanı cezbederken yine edebiyat ses veriyordu Tahincioğlu’nun Kiraz Ağacı romanından: “Bazen dünya unutsa da, akıl unutsa da, kalp hatırlıyor demek ki. Kalp gerçekten çarptığı hiçbir şeyi unutmuyor.”

Gökçer Tahincioğlu, Eugenio Borgna, Annie Ernaux

Ve onu, acı ve kırılganlık arasındaki inceliğin ve dilsizliğin ne demek olduğunu anlatarak tamamlıyor Eugenio Borgna, Şu Bizim Kırılganlığımız'da:

“Elbette ki acı geçer ama acı çekmiş olmak geçmez; kırılganlık da öyle bir insani deneyimdir ki, bir kere filizlendi mi hayat boyu sönmez ve yapılan her şeyde, söylenen her sözde inceliğin, kabullenişin, anlayışın ve dinlemenin, dile getirilende gizli saklı olan dile getirilemeze dair duyulan sezginin mührünü bırakır.”

Bize kalan bir avuç çiçeklenme ve onca acının ağırlığıyla Azrail’imiz, inceliğimiz, dirayetimiz, suskunluğumuz, kırılganlığımız ve şifalarımız arasında kaldığımız bir hayatın ortasındayız. Ölene kadar, bu dalda bazen bir o yana, bazen bir bu yana savrulacağımızı biliyoruz. Bitkilerin, olmayacak kıvrımdan yeni bir dal verip oradan uzamaya devam etmesini, “Zorlandığı yerden yeni bir hayat doğuruyor” diye anlatmışlar Açık Radyo’da.

Yasın, acının, yalnızlığın, boşluğun ve neşesiyle cinnetiyle binlerce hatıranın ortasında hayatta kalan yaralı beşerin, zorlandığı yerden kendine yeni bir hayat doğurmasını, en iyi Berger’in “gizli yetimler ittifakı” anlatır sanırım. İşte böyle günler ve gecelerde, –yinelersem– kendini yalnız hisseden, acısı geçen ama acı çekmesi geçmeyen bütün öksüzlerin, yetimlerin, lubunyaların, köksüzlerin, ucubelerin, yabanilerin, yersiz yurtsuzların, göçmenlerin, kendini büyütenlerin, kendini yok edenlerin, cemi cümlemizin ahrazına ses, çatısızlığına sığınak, köksüzlüğüne kardeş olan edebiyata bir kez daha şükranla…

Kimin yarası içeride tüterse diğerine göz kırpsın!..

“Gizli bir yetimler ittifakı öneririm. Birbirimize göz kırparız. Hiyerarşiyi reddederiz. Her türlü hiyerarşiyi. Dünyanın pisliğini olduğu gibi kabullenir, buna rağmen nasıl hayatta kaldığımıza dair hikâyeleri paylaşırız. Münasebetsiziz biz, kopuğuz. Evrendeki yıldızların yarısından fazlası hiçbir takımyıldıza ait olmayan yetim yıldızlardır. Takımyıldızların hepsinden daha fazla ışık verirler.”

• 

 

GİRİŞ RESMİ:

Käthe Kollwitz, Karl Liebknecht için hatıra levhası, ayrıntı, 1920