Yaratıklar üzerine

"Hayalet, yaratık mıdır? Horatio, Hamlet’in babasının hayaletini kastederek sorar: 'Bu gece şu şey yine gözüktü mü?' Hayaletin adı olsa olsa şey olabilir. Yine de hayalet galiba bizim yaratıklar diye düşündüklerimizin içinde tam olarak yer almıyor. Cisimsel bir biçimden yoksun, ayrıca yalnızca geçmişle, bellekle ilişkili görünüyor. Belki de yaratık gerçek anlamını kapitalizmin ortaya çıkışıyla, modern diye adlandırdığımız dönemle kazanmıştır."

10 Ağustos 2020 20:48

1.
Yaratık sözcüğü ilkin genel anlamda anlaşılabilir, var olan, her varlığa geleni işaret eden genel bir ad. İkincisi, tam ne olduğu belli olmayan varlıkları ifade edebilir, örneğin hilkat garibesi dediğimizde. Sözlük, Arapça kökenli garib sözcüğünün, gurbetle akraba olduğunu söylüyor. Garip, yurdundan uzakta, yerini yitirmiş kimse, bir yabancıdır; bu yüzden hem kimsesiz, zavallı hem de yadırganan, kolay anlaşılmayan, tuhaf gibi anlamları çağrıştırır. İkinci anlamda yaratık, öyleyse cins, tür ya da özel bir adı olmayan varlıklara, bir bakıma adsız varlıklara işaret eder.

Teolojik açıdan baktığımızda adı olmayan varlık olmaz. Her varlığa yaradılışında bir ad verilmiştir. Peki ya bu yaratıklar? İki olasılık düşünebiliriz. Ya bunlar yanlış yaratılmış ama yok edilmemiş, öylece, yersiz ve adsız bırakılmışlardır ya da bu yaratıklar dünyasallaşma, yani tarihselleşme süreci içinde değişmiş, biçimlerini yitirmiş, dolayısıyla adlarını da kaybetmişlerdir.  

2.
Aslında eski mitolojilerden yenilerine yaratıklar epeyce boldur. Hayal gücü onları üretip durur. Yunan ile Roma mitolojileri çok biçimli ya da biçimlerini değiştiren bir sürü varlıkla doludur. Ovidius bu olağanüstü biçim değişikliklerini çok güzel, çoğu zaman hüzünlü biçimde yeniden anlatır. Ama bizim anladığımız anlamda yaratık sözcüğü galiba Yunan-Roma dünyasından Yahudi-Hıristiyan ve Müslüman dünyasına geçtiğimizde ortaya çıkmıştır. Bu geçişle birlikte zaman, dairesel hareketini kesip düz bir çizgi halini alır, formlar da artık eskisi gibi sonsuz, eksiksiz tözlerin sonlu dışavurumları olmaktan çıkarak, bu çizgi boyunca meydana gelen olaylar sonucu biçimini yitirilebilir, eğilip bükülebilir, bozulup çözülebilir hale gelir. Deleuze, Duyumsamanın Mantığı’nda, çoğunlukla yaptığı gibi şaşırtıcı bir bağlantı kurarak resimde, Hıristiyan duyarlılığı içinde –daha doğrusu sayesinde– bir ateizm nüvesinin ortaya çıktığını söyler. Aristo’nun tözlere kıyasla ikincil diye görüp metafizikten ya da ilk felsefeden dışladığı ilenekler (yüklemler, aynı zamanda başa gelenler, rastlantı ya da kazalar) önem kazanmaya başlar. Auerbach, Mimesis’nin en etkileyici bölümlerinden birinde, Odysseus’un İthaka’ya dönüşüyle İbrahim ile İshak’ın öyküsünü karşılaştırdığında edebiyatta da benzer bir durumun gerçekleşmiş olduğunu görürüz. Homeros’ta her şey tek bir düzlem, aydınlık bir ön düzlem içinde olup bitiyor, olaylar pek bir boşluk ya da belirsizlik içermeden meydana geliyordu. Benzer biçimde düşüncelerle duygular, Tanrılarınki de içinde olmak üzere açıktı, göz önündeydi. Eski Ahit’e geldiğimizde artık ne düşüncelerle duygular açıktır ne de bir an sonra ne olacağı. Her şey bir başka düzlemin, bir arka düzlemin işareti haline gelir, ama bu arka düzlem karanlıktadır, oradan gelen ışıklar aydınlatmak yerine, en azından bizim görme yetimiz açısından adeta karartıyordur. Dünyanın başlangıcıyla sonu kesin olabilir ama ikisi arasındaki yol belirsizlikler, tereddütler, şüpheler, kestirilmezliklerle doludur. Her şey bir başka şeyin anlamı açık olmayan işaretine dönüşür, o da bir başkasının. Her işaret konuşmaktan çok sessiz imalarla yüklüdür, sessiz ama geveze bir dünyadır bu, her şey bir işaret olarak konuşmaktadır. Böylece bitimsiz bir yorumlama faaliyeti başlar. Her metin, bir başka metnin yorumudur, o da bir başka metnin. Başlangıçta belki Söz vardı ama bu söz neydi, ne söylüyordu? İşin aslı asla tam olarak bilemeyiz. Belki bu yüzden bu tek tanrılı dinlerin her zaman iki yüzü, iki tarihiyle karşılaşırız, açık ve gizli, zahiri ve batıni, ekzoterik ve ezoterik, şeriat ve hakıyat. Peki burada ateizm nüvesi nerededir? Tanrının İlahi zihninde her şey apaçık, önceden belirlenmiş olabilir, kaderlerimiz Levh-i Mahfûz’da önceden yazılmış olabilir, ne ki bizim için hiçbir şey açık, kesin değildir. Tanrı bir bakıma daha başta, epey dolambaçlı bir yolla dünyayı bizle, bizi de kendimizle baş başa bırakmıştır.

Böylece, eski Yunanlıların herhalde kölelere özgü diye görüp ciddiye almayacağı yeni bir ruhsallık biçimi doğar. Ruh, acı, ıstırap, tüm o kuşku, tereddütlerle garip bir derinlik, adeta bir kuyunun derinliğini kazanır. Böylesi bir dünyadaki formun ya da figürün en temel, en mükemmel örneği elbette İsa’dır. İsa’da efendi ile kurban, aslan ile kuzu bir araya gelir. Çarmıhtaki İsa: delik deşik edilmiş, tanınmaz hale gelmiş figür. 

 

3.
Hayalet, yaratık mıdır? Horatio, Hamlet’in babasının hayaletini kastederek sorar: “Bu gece şu şey yine gözüktü mü?” Hayaletin adı olsa olsa şey olabilir. Yine de hayalet galiba bizim yaratıklar diye düşündüklerimizin içinde tam olarak yer almıyor. Cisimsel bir biçimden yoksun, ayrıca yalnızca geçmişle, bellekle ilişkili görünüyor. Belki de yaratık gerçek anlamını kapitalizmin ortaya çıkışıyla, modern diye adlandırdığımız dönemle kazanmıştır. Vampir, bir yaratık örneği gibi gözüküyor. Öldükten sonra dirilir, canlıların kanından beslenmek koşuluyla tuhaf bir ölümsüzlüğe, bir parazitin ölümsüzlüğüne kavuşur. Ya da zombi figürü: Organik bir figürdür, çoktan ölmüştür, eti bozulmuş, çürümektedir, yine de tam olarak çürüyüp yok olmaz. Aynı zamanda 17. yüzyıldan itibaren ikinci bir çizgi gitgide önem kazanmaya başlar, otomatlara, mekanik aletlere artan bir ilgi. Bugün çizgi roman ya da filmlerde karşımıza oldukça sık çıkan siborg benzeri yaratıkları düşünelim. Bunlar organik değil, daha çok mekanik ya da elektroniktir, dişlilerden ya da devrelerden oluşmuşlardır. Süperman ya da X-Men’in alev fışkırtan, donduran, şu ya da bu element üzerine hâkimiyet kurmuş, olağanüstü yetilere sahip mutantları yaratık değildir ama Volverine –bu laboratuvar ürünü– bir yaratıktır, ötekilerden yer yer daha insansı görünse bile.

 

4.
Deleuze’e göre felsefede bazı anlarda yükselen hayvan çığlıkları vardır, bunun karşılığında doğada da bazı felsefi hayvanlar vardır. Belki bazıları daha fazla felsefidir demek doğru olabilir, zira bir bakıma her hayvan felsefidir. Bu hayvanlardan biri de kenedir. Deleuze, keneyi üç affektle tanımlamıştı. İlkin kene, ışığa duyarlı derisinin yardımıyla nöbet tutacağı yeri belirler, bir dalın ya da otun ucuna kadar gider. Sonra, koku duyusunun yardımıyla –memelinin derisinin saldığı bütrik asitin kokusu– altından ya da dallara sürtünerek geçen kurbanın üstüne kendini bırakır. Son olarak, dokunma duyusunun yardımıyla kafasını gömüp kanını emmek üzere memelinin gövdesinde kılsız bir bölge arar. Kene ne görme ne de işitme yetisine sahiptir, tat alma duyumundan da yoksundur. Onun için önemli olan ısıdır. Eğer yeterli derecede sıcakkanlı bir hayvanın üstüne düşmemişse bütün süreci tekrar etmek üzere yeniden yerini alır. Amacına ulaştığında ise geriye, yumurtalarını bir yere bırakmak, sonra da ölmek kalır. Yalın bir yaşam.

Affekt’i, duygu olarak çevirelim. Açıkçası bu saydıklarımız eylemlerdir. Deleuze bunlara niçin eylem değil de affekt demiştir? ( “Affect, affectus: bir bedenin eyleme kapasitesindeki artma ya da azalma biçimindeki kesintisiz yoğunluk değişimleri.”) Kenenin bu eylemleri, bizim anladığımız anlamda eylem değildir. Kene yalnızca bu üç “işarete” yanıt verir, kenenin bütün dünyası budur, bunun dışında başka bir dünya bilmez; Leibniz’in o kapısız penceresiz monadlarına benzer. İlla eylem terimiyle düşüneceksek kenenin “duygularıyla” “eylemlerinin” aynı olduğunu, ikisini birbirinden ayıramayacağımızı söylemek gerekir. Önce hisseden, niyet eden, sonra da bunu yerine getiren ya da kaçınan bir irade yoktur. Kene, bu üç affekt demektir, tersi de doğrudur: Eğer şimdiye kadar bildiğimiz kene türlerine hiç mi hiç benzemeyen, yine de bu üç affekti ayırt ettiğimiz bir şey bulsak ona yine bu mantık uyarıca kene diyecektik.

Agamben, Açıklık’ta keneyi yeniden ele alır. Kene örneği, Uexküll’den, bu yirminci yüzyılın başlarında yaşayan, başta Heidegger olmak üzere birçok önemli filozofu etkileyen ünlü biyologdan gelmektedir. Kene, bu ilginç hayvan, şunu öğrendiğimizde çok daha ilginç hale gelir: Agamben’in Uexhüll’den aktardığına göre, kene laboratuvarda beslenmeksizin on altı yıl “yaşamıştır.” Sözcüğü tırnak içine alıyoruz, zira burada ne tam yaşıyor ne de tam ölü durumdadır. Kene, bir tür derin uykuya gömülüp –kulağa kötü gelse de duruma uygun bir deyişle– beklemeye geçmiştir. Sonrasında bu meşhur kenenin akıbeti ne olmuştur, daha kaç yıl yaşamıştır, geldiği yere geri dönebilmiş midir, bilmiyoruz.

Kene, kuşkusuz taksonomi içinde belli bir yeri olan, bilinen bir hayvandır. Dünyasından sürülüp laboratuvara konduğunda bizim düşündüğümüz anlamda bir yaratık özelliği, yani o tuhaf yeri, ne tam ölü ne tam yaşam olan bir yeri göstermeye başar.

 

5.
Kafka’nın öyküleri büyük oranda hayvanlarla ilgilidir. Öykülerin daha küçük bir kısmı ise mekanik varlıklarla ilgilidir. Odradek, zıplayan toplar ya da işkence makinesindeki gibi. Öyleyse Kafka’nın öykülerini genellikle iki çizginin kat ettiğini söyleyebiliriz. Bir yanda hayvanlar, öte yanda makineler. Bir yanda zooloji ya da biyoloji, öte yanda mühendislik. Odradek, iplik makarasına benzeyen küçük bir yaratıktı, insanların dünyasında yersiz yurtsuz, sorulara kısa yanıtlar vererek yuvarlana yuvarlana yaşıyordu. Avcı Gracchus ise bir insandır ya da bir zamanlar insandı.  Bir gün av sırasında bir geyiği kovalarken kayalardan aşağı yuvarlanıp ölmüştür. Ne ki onu ölüler ülkesine götürecek tekne her nasılsa yolunu şaşırmış, dünyada dolaşmaya mahkûm olmuştur. Avcı Gracchus böylece ölümü kaçırmış, dünyada ölü halde yaşamaya, teknesiyle birlikte o limandan bu limana dolaşıp durmaya başlamıştır. Sığınacak bir yer arar, ne ki yaşayanlar dünyasında bir yeri yoktur, o da bunu çok iyi bilir. Beni iyileştirme düşüncesi bir hastalıktır, der. Başka bir deyişle yaşama, canlılığın dünyasına asla geri getirilemez. Öyküyü, İtalya’da bir kente varışı, kentin belediye başkanıyla konuşması içinde anlarız. Gracchus, hayalet değildir. Ölüler ülkesinden geri gelmemiştir, tersine ölüler ülkesine varamamıştır. Tabutunda yaşayan ama ne yazık ki ölemeyen kişidir. Yaşamdan kesin biçimde dışlanmıştır dışlanmasına ancak dışlanmış biçimde canlıların arasında yaşamayı sürdürür.  

Öyleyse şu özellikleri saptayabiliyoruz: bir evin, yerin, kökenin mutlak biçimde yitirilmesi ya da mutlak sürgünlük; biçimin bozulması, bir çözülme sürecinin söz konusu olması ya da birbirine karışmayacak görünen iki biçimin –hayvanla makine, organikle inorganik- birbirine karışması; bitmeyen bir ölme haline, eskinin kusursuzluğu işaret eden ölümsüzlüğüne değil de hiç bitmeyen tuhaf, kusurlu bir ölümsüzlüğe benzeyen, böylece ne ölüm ne yaşam olan, ikisinin sınırlarının karıştığı bir bulanıklık bölgesi işaret eden bir varoluş.

 

6.
Son olarak psikanaliz kuramından bir örneği kısaca ele alalım: dürtü kavramı. Bu kavramın son zamanlarda gitgide daha fazla önem kazandığını görüyoruz. İlk bakışta kavramı biyolojik bir şeymiş gibi görebiliriz. Söz gelimi yemek yemeden duramam. Yemek için bir şey karşı koyamayacağım biçimde dürter. Ama ağız her zaman bir gerilimi taşır, hem tat organı hem de konuşma organıdır. Basitleştirerek söylersek yemek yerken insan konuşamaz, konuşurken yemek yiyemez. Başka bir deyişle, Deleuze’ün bir yerde vurucu bir biçimde söylediği gibi, dilin anlamın organı haline gelebilmesi için öncelikle tat organı olmaktan çıkması gerekir. Belki yüzümüzde hâkimiyetimizin en az olduğu bölgedir ağız. Kafka’nın Açlık Cambazı, artık izleyicisi kalmamış, sirk görevlilerinin bile unuttuğu kafesinde aç kalma gösterisini sürdürürken (“yoksa Kafka yüzyıl öncesinden bizim buradaki ölüm oruçlarından, şu anda iki devrimci avukatın sürdürdüğü ölüm orucundan, yani adalet arzusundan mı bahsediyor?”) temizlik için gelip onu orada bir deri bir kemik, ölmek üzere bulan görevlinin sorduğu sorulardan birine aşağı yukarı şöyle yanıt verir. “Yemek yemeyi sevmediğimden değil,” der açlık cambazı, “ama aradığım yiyeceği bir türlü bulamıyorum.” Tat organı ağzın, tatmin olması geçici de olsa mümkündür ama öteki ağzın, anlamın organı ağzın tatmini bir yana, “yiyeceğini” bulması bile çok zordur.

Bir diğer belirleyici organa, cinsel organa geldiğimizde psikanalizin penisin –bu biyolojik organın– fallus olarak kurulabilmesi için simgesel bir kastrasyona bağlı olduğunu söylediğini biliyoruz. Anımsanacağı gibi her iki cins için geçerlidir bu, kadın ile erkek diye kurduğumuz ayrım fallusla birlikte anlamına kavuşur. Fallus, belki en paradoksal organdır, var oluşu yok oluşuna bağlıdır. Zupancic’in Cinsellik Nedir?’deki anlatımıyla simgesel düzenin kurucu eksi ya da eksik gösterenidir; daha baştan eksik olarak, eksikliği ya da yokluğuna bir varlıkmış gibi bürünerek ortaya çıkar. Kurucu, temel gösteren olarak göstergeler zinciri boyunca kaydığından ya da yer değiştirdiğinden hiçbir zaman olduğu yerde değildir, aynı zamanda hep olmadığı yerdedir; arandığı yerde bulunmaz, aranmadığı yerde bulunur. Hiçbir yerde olmadığından her yerde olabilen bu şeyden kuşkusuz biraz teoloji kokusu yükseliyor, belki de zorunlu olarak. Ancak şu farkla, varlığıyla değil yokluğuyla çok daha güçlü biçimde işleme gücü bulmuş bir Tanrı gibidir. İkincisi, bir “giz” ya da “sırsa” bu, Lacan’ın Poe’nun Çalınmış Mektup öyküsünü çözümlemesindeki gibi gizlenmiş değil, göz önündeki, açıktaki “sırdır.”

Bu bakımdan her şey cinsellikle yüklüdür –belki ne yazık ki diye eklemeliyiz– ama aynı nedenle cinsellik hiçbir yerdedir, yoktur. (Peki ne vardır? Bildiğim konular değil aslında ama psikanalizin diliyle galiba şu: kısmi nesneler, bütünü olmayan parçalar, öteki yarısı olmayan yarımlar, fragmanlar, kırık parçalar, kırıntılar, yani arzuyu harekete geçiren ve arzudan yapılmış asıl şeyler.) Tüm bunlar bize bir tür kesikle doğal varlıktan kültür varlığına geçtiğimizi mi söylüyor? Ama bunu söylemek çok basit olurdu, böylece herkese bir kesik atıp kültürün ya da yasanın içine kolayca yerleştirirdik. Oysa işler çok daha karmaşıktır. Kesikle birlikte ilkin doğal ya da biyolojik varlık geri gelmez biçimde ortadan kalkar. Ama bu olay ne zaman olmuştur, doğal varlık hiç var olmuş mudur? Bilemeyiz, öncemizde kalmıştır, ancak asıl mesele bu öncenin ancak kesikten sonra ortaya çıkmasıdır. Agamben’in anımsattığı on dokuzuncu yüzyıl antropolojisindeki ilk insan mitini düşünelim. Bu antropoloji, evrim zincirinde maymundan insana geçişte bir ilk insanın olması gerektiğini düşünüyordu, ne ki bulamıyordu. Zaten bulamazdı, zira ilk insan zorunlu olarak ancak insan ortaya çıktıktan sonra meydana gelebilir ya da daha uygun bir deyişle hayal edilebilirdi. Böylece dürtü kavramının işaret ettiği, ne biyolojiye ne kültüre ait bir şey ortaya çıkar. Bu ortaya çıkan şeyse her tür kökeni ortadan kaldırıp köken olmayan bir köken gibi başa yerleşir. Köken nedir artık? Kendi kendisinden durmaksızın uzaklaşanın, bu uzaklaşmadan başka bir şey olmayanın adıdır. Öyleyse dürtü ne içtedir ne dışarıda, içteki en dıştır, bendeki yabancı, başkadır; Lacan’ın uydurduğu hoş sözcükle, extimité.

7.
Böylece bilmece gibi görünen bu tuhaf varlığa, ona yaklaşmak uzaklaşmak anlamına gelse bile sanırım biraz daha yaklaşmış olduk. Bilmeceleri anlamak zordur, zira başka türlü düşünmeye çağırırlar. “Sabah dört ayaklı, öğlen iki ayaklı, akşamsa üç ayaklı yaratık kimdir?” Oedipus bilmeceyi hemen çözer, çünkü Vernant’ın anımsattığı gibi, yanıt zaten adında bulunmaktadır: oideo-pous, yani şiş ayak. Ama çözmüş müdür? Sofokles’in İngilizce çevirmeni Paul Roche’ye göre oidos “şişmek” demektir ama ayrıca oida “biliyorum” ve eido “görüyorum, anlıyorum” demektir. Bilmecelerin doğru (ya da yanlış) yanıtı yoktur. Bunu belki Oedipus ancak en sonda anlar. Bilmecelerin gücü yanıtlarından gelmez, güçlerini soruların çıktığı o problematik alandan alırlar. İnsanda bildiğini bilmeyen, bilmediğini de bilen bir yaratık yaşamaktadır. Daha en başta bozuk biçimli olan –şiş ayak– sonunda gözlerini oymak, kör olmak zorunda kalır. Söylendiği gibi acaba kraldan kör dilenciye dönüşen bu figür Yunan dünyasındaki şimdiden bir Hıristiyan figürü müdür? Gerçekten de tıpkı irrasyonel sayılar gibi biçim bozukluklarını da varlık saymayan, bir hata, kaza ya da sapma olarak gören, belki de tiksinen Yunan dünyasına yabancı bir yan vardır bu yapıtta.

Başlarken yaratık sözcüğünün ya genel bir ad ya da adsızlığa işaret eden özel bir adlandırma olabileceğini söyledik. Öyleyse acaba bu ikisi, genel ile özel, aynı şeyin iki yüzü olabilir mi? Uç durumlardan söz ettik. Niçin uç örnekler? Uç örnekler dediğimiz yoksa uç değildir de her tür “normalin” kurucu dinamiklerini mi oluşturur? Sanki uç, normalin bozulmuşu ya da ondan bir sapma değil de tersine normal bu uçta, sınırda ortaya çıkan geçici bir düzenlilikmiş gibi. Bir istisna gibi gözüken, söz ettiğimiz tüm bu yaratıklar genel olarak Varlığın ya da daha iyisi Yaratımın zaten istisnai oluşuna işaret ediyor olabilir mi? Başka bir deyişle yalnızca yaratıklar vardır, diyebilir miyiz?  Eğer bunlara bir sapmaysa yolun değil yalnızca yoldan sapmaların olduğunu, yol dediğimizin de bu sapmaların oluşturduğu geçici yollar olduğunu söylemek gerekir.

Bu durumda nasıl adlandırmalı onu? Figürsüz diye mi? Öyleyse zamansal olmasa da mantıksal açıdan önce gelenin Figürsüz olduğunu kabul etmemiz gerek. Biçimi bozulmuş tüm bu figürler bize bu figürsüz varlığı sezdirebildiği için ilginç gelmektedir. Ama figürü, bir şekli, biçimi olmayan bir varlık nasıl bir varlıktır? Tam varlık değildir, eksik ya da duruma göre fazla varlıktır ya da daha iyisi var’dansa yok’a yakındır. Bir geçiş varlığıdır, varlıkların içinden geçmeyi kesmeyen geçişin varlığıdır. Var değildir ama hep varlığa gelir. Ya çoktan geçmiştir ya da gelmektedir. Bende yaşar ama ben dediğim anda çoktan geride kalmıştır, aynı zamanda benim içimden geçmeyi bırakmayan bir başkası gibi her zaman şimdiden oluşur; olmuş olmayı bıraktığımız ama aynı zamanda durmaksızın o haline geldiğimiz şeydir. Sanki biten ile başlayan arasında bir yere, yeri olmayan bir yere yerleşmiş gibidir. Bu bakımdan hayattan çok ölüme benzer, psikanalizin onu ölüm dürtüsüyle ilişkilendirmesi boşuna değildir ama ölmeyen ölümdür, içinde hiç kimsenin, hiçbir şeyin ölmediği ölümdür.

Figürsüzdeki olumsuzluk eki bizi yanıltmamalıdır. Figürün ne karşıtı ne de olumsuz halidir. Aksine figürlerin ondan çıktığı temel olumluluk, yaratım sürecinin tuhaf, kaçıcı varlığıdır. Olumsuzluk eki dile ilişkin bir zorluktan kaynaklanır. Zira ona ad vermek paradoksaldır. Figürsüz her tür adlandırmadan kaçar; varlıklar düzenindeki figürsüze dil düzeninde bir adsızlık karşılık gelir. Figürsüzün ne yüzü ne de adı vardır.

 

GİRİŞ RESMİ: Çin işi bronz kamera, M.S. 14-16. yy., Antik Yunandan bir kimera deseni (M.Ö. 450-550).

1. Canı sıkılmış Gargoyle. Notre Dame de Paris

2. Herkül, deniz canavarını öldürüyor. M.Ö. 6. yy.

3. David Lowery'nin filmi A Ghost Story'den bir sahne.>

4. Kene türleri.

5. Odradek. Soldaki üç boyutlu tasarım, sağdaki çizim.

6. Siborg efsanesi: kimera.

7. Atina Akademisinin çatısında mermer sfenks heykeli. 

 

 

 YAZIDA DEĞİNİLEN BAZI KİTAPLAR: