Yapay zekâ şiire ihtiyaç duyar mı?

“Yapay zekâ’ya dair her öngörümüzün, her tasavvurumuzun her birimiz için kendimizle ve dünyayla kurmakta olduğumuz ilişkinin bir aynası olması kaçınılmaz. Bu elbette şu demek, bugün yapay zekâya dair söylediğimiz her şey, aslında daha çok her birimizin kendimize ve kendimiz dışındaki her şeye ilişkin olarak söylediğimiz sözlerden başka bir şey değildir."

Yapay zekâ hakkında konuşmak bir açıdan en kolay, diğer açıdan da en zor iş. Kolaylığı, mevcut durumdaki belirsizliğinin yarattığı, her türlü spekülasyona açıklığından kaynaklanıyor. Öyle ki, belirli standartlar içerisinde öngörebileceğimiz her şeyin gerçekleşmesi kuvvetle muhtemel. Zorluğu ise, ileri sürülecek her bir spekülasyonun, insanın kendisini algılayışının ve tarif edişinin içinden çıkıp geliyor oluşu. Yapay zekâ ile olası ilişkilerini düzenlemek isteyen insan, bunu insanın kendisiyle ve doğayla kurduğu ilişkileri içerisinden cevaplar arayarak yapıyor. Bu haliyle, ‘yapay zekâ’ya dair her öngörümüzün, her tasavvurumuzun her birimiz için kendimizle ve dünyayla kurmakta olduğumuz ilişkinin bir aynası olması kaçınılmaz. Bu elbette şu demek, bugün yapay zekâya dair söylediğimiz her şey, aslında daha çok her birimizin kendimize ve kendimiz dışındaki her şeye ilişkin olarak söylediğimiz sözlerden başka bir şey değildir.

Bu nedenle, her biri üzerinde uzun uzun tartışmalara neden olacağını bile bile bazı tespitleri, bazı ön kabullerimi öncelikle öne sürmek zorunda olduğumu düşünüyorum. Bunlardan ilki, yapay zekânın, insan düşüncesinin içinden çıkıp geldiği, bir kurgu oluşu gerçeğidir. Gerçek ve kaçınılmaz bir ihtiyaçtan değil, daha çok insan zekâsının bir kibri, bir kaprisi olarak ortaya çıkmış olduğu gerçeğidir. Bu onun, aynı zamanda onu yaratan dünyanın temel ve egemen ideolojisiyle kuşatılmış olmasına neden oluyor ve o ideolojinin cisimleşmiş bir ifadesi haline getiriyor. Zaten bugün yapay zekâya yönelen tereddüt ve güvensizliğin en temel nedeninin, bizzat onu kendi içinde yaratmış olan ideolojinin tereddüt ve güvensizliği olduğunu görüyor, gözlemliyoruz.

Bu ideoloji, hepimiz biliyoruz ki, özel mülkiyetin üzerinden yükselen ve koşulsuzca mülkiyet ve iktidar ilişkilerini gözeten bir ideoloji. Mülkiyet ve iktidar ilişkileri üzerinden bir insan ve insanlık tanımı yapan bir ideoloji. Mülkiyet ve iktidar ilişkileri içerisinde anlamlandırdığı insan olma halini, dünyadaki diğer tüm varlıkların önüne koyan, insanın dünya ve evrendeki her şeyin sahibi olmasını kutsayan, insanın dünya ve evren üzerinde mutlak olarak hâkimiyetini önceleyen bir ideoloji. Bu nedenle de kendisinden daha kusursuz bir zekâdan, en çok onun, bizzat kendisi üzerinde egemenlik kurma ihtimali nedeniyle korkan bir ideoloji. En çok, kendisinin tüm dünyaya yapmakta olduğunun kendisine yapılmasından korkan bir ideoloji. Bugün dünyada söz söyleme kudretine sahip ilk beş kişiden biri olan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in “yapay zekâya sahip olan tüm dünyaya sahip olur!” sözünde en veciz ifadesini bulan bir ideoloji.

Söz konusu ideolojinin aynı zamanda ‘insan merkezli’, ‘insan odaklı’ bir ideoloji olduğunu da söyleyebiliriz. İnsanın sahip olduğu zekâsına, ‘doğal zekâ’sına yatırım yapan bu insan merkezli ideolojiden hepimizin de pay aldığını belirtmek zorundayız. Açıkçası insanın merkezde ve odakta olduğu bu ideolojinin hepimizi temellük ettiğini itiraf etmeliyiz. Ancak her sürecin kendi çelişkisini ve karşıtını kendi bünyesinde taşımakta olduğu da bir gerçek. Bugün insanın ve insanlığın özyıkıcılığı, dünyayı tehdit eder boyutlara ulaştı, bunun bir sonucu olarak, insan merkezli, insan odaklı dünya anlayışından uzaklaşma eğilimlerini de gözlüyoruz. Özellikle ekolojik bilincin gelişmesiyle yeşeren bu tür alternatif düşünce ve görüşler, bugün yeterince güce sahip olmasalar bile dünyayı başka türlü düşlememizi sağlıyorlar. Başka türlü bir geleceğin mümkün olabileceğini bizlere düşündürüyorlar. Yapay zekâ aynı zamanda böyle bir dünyanın da içine doğuyor. Yapay zekâ hem onu var eden ideolojinin hem de ona karşıt düşüncelerin içine doğuyor. Başkalarını bilmem, ama her türlü iktidarın kaçınılmaz olarak gövdesinde taşıdığı bu çelişkilere kulak kesilmeyi seviyorum.

Bu anlamda yukardaki kolaylığa yeniden dönecek olursam, kolaylık, biz insanların yapay zekâ hakkında düşünüyor ve konuşuyor oluşumuzdan kaynaklanıyor. Zorluk ise, yapay zekânın –bir gün kendisi ve biz insanlar hakkında düşünmeye başlayacak olursa– ne düşünebileceğini kestiremiyor oluşumuzda. Oysa hepimiz farkındayız ki, yaratıcı düşünce dediğimiz olgu öncelikle kendimiz ve dışımızdakiler hakkında düşüncelere sahip olmaktır.

Sonuç olarak, yapay zekâya ilişkin sözünü ettiğimiz her şeyin, buraya kadar aktarmış olduğum bir dünya ve gerçeklik içerisinde gerçekleşmekte olduğunu unutmadan, şimdi yaratıcılığa, yaratıcı düşünceye doğru ilerleyebiliriz diye düşünüyorum.

Yaratıcılığın kaynağı olarak öğrenme ve yaşantı

Yapay zekâ mühendisleri, programcıları, yazılımcıları yarattıkları programlar ya da algoritmalar hakkında “öğrenme kapasitesinden” ve “öğrenme yeteneği”nden söz etmeyi çok seviyorlar. Söz konusu yetenek ve kapasiteyi öve öve bitiremiyorlar. Herhangi bir noktada her söz aldıklarında olguyu özellikle “öğrenme” üzerinden tarif etmekte ısrar ediyorlar. Bu çerçevede ‘yaratıcı düşünce’nin ve onun en kristalize hallerinden biri olarak ‘sanat ürünü’ üretmenin de öğretilebileceğini iddia ediyorlar. Sadece o da değil. Yapay zekâya düşünceden duyguya, insana ait tüm hasletlerin öğretilebileceğini, tüm bunların algoritmalarının yazılabileceğini iddia ediyorlar.

Yapay zekânın öğrenmesi dendiğinde benim aklımda hep Matrix dizisinden iki sahne geliyor. İlkinde Neo her türden ateşli silahı kullanmayı öğreniyor. Binlerce ateşli silahın bulunduğu bir platformda, kamera Neo’nun şöyle bir çevresinde dönüyor ve bitiyor. Neo her türlü silahın artık bir keskin nişancısı. Diğer sahnede ise Trinity var. Trinity’nin az önce gördüğü motosiklete binmeyi öğrenmesi gerekiyor. Merkeze telefon ediyor. Merkezdeki operatör motosikletin marka ve serisini soruyor ve işlem bitiyor. Trinity artık yılların motosiklet dünya şampiyonuna meydan okuyabilir.

Öğrenmenin bu haliyle bir sorunum var. Öğrenmenin bu denli emekten soyulmuş, bu denli çabadan azade ve bu denli kurgusal oluşuyla sorunum var. Çünkü öğrenme, taklitten kopya çekmeye, tekrardan ezberlemeye, bilgi ve becerinin kendisinden daha çok, ona ulaşmak için gösterilen çabanın, yürünen yolun, katedilen sürecin kendisidir. Bu nedenle öğrenme hayatın çocuğudur. Öğrenme, hayatın çocuğu olarak, her birimiz için ‘yaşantı’ adını verdiğimiz o kozmosun nedeni, sonucu ve kendisidir. Öğrenme, her durumda arkasında bir el ve ayak izi bırakır ve bu izlere biz ‘hayat’ adını veririz.

Yapay zekâ yazılımcıları dikte etmeyi öğrenme sanıyorlar. Öğrenmeyi organizmanın bir ucundan verilerin girdiği, diğer ucundan ‘bilgi’ adı verilmiş bir çıktının çıktığı otomasyon olarak görüyorlar. Öğrenmeyi bilgiyle özdeşleştiriyorlar. Algoritma yazarak öğrenmenin mümkün olacağını sanmak, öğrenmeyi ezberlemekle karıştırmaktan başka bir şey değildir. Çünkü öğrenmenin coğrafyasından ihtiyacı ve ihtiyacın tarihselliğini çekip çıkartırsak, sonuçta öğrenmeden elimizde bir kibir, bir kapris kalır. Öğrenme bir faaliyet, bir pratik, bir süreçtir. Bu nedenle öğrenme sürecinde önemli olan hedeflenmiş olan ‘bilgi’ değil, bir faaliyet, bir pratik, bir süreç olarak kendisidir. Bunun en önemli sonucu da öğrenmenin insanı, öğrenmekte olduğu ‘şey’in nesnesi ve öznesi kılmasıdır. Bu nedenle hayatın içinde ve hayatı yaşayarak öğrenen insanın, ‘bir öğrenme süreci olarak bilgisi’ yeniden hayata döner ve o süreçten aslında daha büyük bir toplam olarak hayatı öğrenmiş olarak çıkar. Aynı zamanda, hedefine ulaşamadığında, öğrenme gerçekleşmediğinde, öğrenmeden beklenen amaç gerçekleşmediğinde de ne süreç gözden çıkartılır ne de insan hurdaya bırakılır. Sonuçta hayat, öğrenmeyi, öğrenememe haliyle birlikte olarak kendi zenginliğinin içerisine çekerek ona farklı boyutlar, zıtlıklar, benzerlikler katarak katmanlaştırır ve zenginleştirir.

Öte yandan hayat, geçmişi, geleceği; aklı, akıl dışını, akıl ötesini; gerçeği, gerçeküstünü, gerçek ötesini; hastalığı, arızayı, kazayı, sayrıyı, sanrıyı, istisnayı ve imkânsızı kendi engin zenginliğinde buluşturarak var ettiği her yaşantıyı yadsınamaz ve ihmal edilemez şekilde mutlaklaştırır. Bu süreçlerden çıkan bilgi de öğrenmenin konusudur ve kendi varlığına karşıt, amacına aykırı da olsa, hayatın içinde varlık bulur; onsuz olunamaz bir özellik ve değer kazanır. Hayat, sonsuz değişkenliği içerisinde kaotik olanla kural olana aynı değeri ve aynı önemi verir. Yaratıcı düşünce bunları da alır, saklar ve belki bir çakım ânında patlaması için yedekler. Esinlenme denen o epifani, yaratıcı düşüncenin o en büyük ve en ele avuca sığmaz ânı işte tam da bu yüzden en çok bu öğrenilemezlerin çocuğudur.

Unutmanın demokratik ikliminde hayat

Bir yerlerde okumuş olduğum ve belleğimin bir yerlerinde sımsıkı tutunmuş bir anekdot var. Doğunun büyük, gizemli şehirlerinden birinde, bir gün, bir genç, hayranı olduğu büyük ve ünlü bir şairin kapısını çalar. Gencimiz şair olmayı ister, şairin kendisine şiir yazmayı öğretmesini, onun ustası olmasını arzular. Şair önce bunun böyle olamayacağını, böyle ustalık/çıraklık ilişkisiyle şair olunamayacağını anlatmaya çalışır. Ancak hevesli gencimizi ikna etmek mümkün değildir. Sonunda şair, gencimizden, aralarında çok ünlü şairlerin de bulunacağı bin şairin her birinden en az on şiir olmak üzere on bin şiir ezberleyerek gelmesini ister. Genç hevesli, ev ödevini almış olmanın coşkusuyla ayrılır. Yıllar sonra gencimiz şairin kapısını tekrar çalar. “Söylediğiniz on bin şiiri ezberledim, ustam. Dilerseniz sınav yapabilirsiniz. Artık çırağınız olabilir miyim?” Şairin tek bir cevabı vardır: “Şimdi git, hepsini unut ve öyle gel.”

Şairin tutumu bir kibir ve baştan savma değildir. Eğer şiir yazmayı öğretmek mümkünse, ezberlemekten ve unutmaktan oluşan bu terkip, şiiri öğretmenin tek terkibidir çünkü. Tekrar etmemek için senden önce yazılanları bilmek ve ama onların sesinin etkisinde kalmamak için bildiklerinin tamamını unutmak… Unutmak… Ancak unutmak sadece şiir için gerekli bir malzeme değildir. Ondan daha çok hayatın ve insanın zenginliğinin de onsuz olunamaz bir parçasıdır.

İnsanın unutma yetenek ve kapasitesi, insan zekâsıyla yapay zekâ arasındaki en önemli farklılıklardan biridir. Yapay zekânın asla unutma yeteneğine sahip olamayacağını bilmek, bu tespiti zorunlu kılıyor. Temel işlevi kendisine öğretilen her bir şeyi asla unutmamak olan bir şeye unutmayı nasıl öğretebilirsiniz? İnsan zekâsının sahip olduğu ölüm fikri[*] ve gerçeğiyle unutma kapasitesi, onun yapay zekâya karşı üstünlüğünü sağlayan iki önemli içeriğidir.

Bu noktada öncelikle insanın unutma, unutabilme yeteneğinin, kaçınılmaz olarak sahip olduğu çift karakterli ve çok katmanlı özelliğine dikkat çekmek istiyorum. Bunu kişisel unutma/unutabilme ve kültürel unutma/unutabilme olarak ifade edebiliriz. Kişisel unutabilme derken kastettiğim, tahmin edersiniz ki her birimizin kendi kişisel hayatımıza ve yaşanmışlığımıza dair unuttuklarımız, unutabildiklerimizle ilgilidir. Bu yeteneğimiz ayrıca sadece ve sadece kendi unutuşumuz olarak da kişiseldir. Kültürel unutabilme yeteneğinden söz ederken de bir anlamda tüm dünyayla birlikte unutmaktan, tüm dünyayla birlikte unutabilmekten söz ediyorum. Kültürel unutabilme yeteneği dediğim şey, bir anlamda yine çift karakterlidir. Dünyayla birlikte unutabilmenin yanında, tüm dünyayla birlikte ve ama aynı anda kişisel olarak unutmayı, unutabilmeyi de içerir.

Farkındayım, çok karışık bir cümle oldu. Şöyle sadeleştirmek isterim: Mağaranın duvarına ilk resmi çizen adamın duygusunu tüm dünyayla birlikte unuturuz, unuttuk. Ama şu anda odasında tek başına şiir okuyan bir insanın duygusunu yine belki tüm dünyayla birlikte ama aynı zamanda bir zamanlar odasında tek başına şiir okumuş bir insan olarak son derece kişisel olarak da unuturuz. Çok katmanlı derken de unutmanın, unutabilmenin, unutulmuş olanın tarih içerisinde gerçekleşmiş olmasından söz ediyorum. Gerek genel olarak dünyanın ve gerekse kişisel olarak her birimizin zaman ve süreç içerisinde değişen dünya görüşü ve algısıyla birlikte oluşan katmanlardan.

Tüm bunlarla birlikte olarak, bir yanıyla ilerleme adını verdiğimiz dünden farklı olma hali de, gündelik hayat dediğimiz bir rutin olarak yerinde sayma hali de kanımca insanın işte bu unutabilme yeteneğinin üzerinde yükseliyor. Diyebilirim ki hayatın sonsuz zenginliğinin ve genişliğinin varlık sebeplerinden biri yine insanın unutabilme yeteneğidir. Unutmak, unutabilmek aynı zamanda insanın kayıtsızlığının ve sorumsuzluğunun da mutlak koşuludur. Çok garip gelecek belki ama seçim yapabilmek dediğimiz şey, sorumluluk kadar ve belki ondan daha çok kayıtsızlığa ve sorumsuzluğa ihtiyaç duyar. Çünkü yapılmış olan bir seçimin sonsuza kadar peşinden geleceğini, sonuçlarını sonsuza kadar yaşayacağını bilen bir insanın seçim yapacağını, yapabileceğini düşünmek bir hayaldir. Eğer Tanrı değilse kim kendisini böyle bir yükün, yükümlülüğün altına sokmak ister? Ki, açıkçası ben Tanrı’nın bile bunu göze alabileceğinden emin değilim.

İşte unutmak, unutabilmek bize tüm bunları sağlar. Unutabilme yeteneği, seçimde hatayı, yanılmayı insanileştirerek, içselleştirerek onu aynı zamanda demokratikleştirir, herkes için mümkün kılar. Bu aynı zamanda ‘seçim’in mutlak olarak bir seçim olmadığını, olamayacağını da bize hissettirir. Haksız mıyım? Eğer seçimimizi yaparken, bu seçimimizin içerisinde aynı zamanda unuttuklarımız, unutmuş olduklarımız da varsa, bunun mutlak bir seçim olduğunu ne kadar iddia edebiliriz? İşte unutmanın hayatın zenginliğini ve genişliğini yaratan nedenlerden biri olduğunu söylerken ima ettiğim şey budur: Öyle ya, insanın seçimlerini yaparken neleri unutmuş olduğunu kim bilebilir? Ya da hangimiz bir başkasına bir “unutma reçetesi” sunabiliriz?

Unutmak aynı zamanda zorunlu olarak hatırlamayı da hayatın içine taşır. Özellikle var olanın yokluğu, bir zamanlar var olmuş olanın artık yokluğu üzerinden dünyaya tekrar yayılır ve ‘özlemek’ dediğimiz o benzersiz hissiyatı yaratır. Sonuç olarak ölümlü olmanın, geçici olmanın bilincinde, varlıkla yokluğun ikliminde, unutmanın ve hatırlamanın gelgitinde insanın yeryüzünde taşıdığı tüm duygular kendilerine birer yaşantı edinirler.

Her şeyi unutmuş olan dünyada sanat

Kuşkusuz sanat da öncelikle bir insan faaliyetidir. Bir insan faaliyeti olarak bir ihtiyacın içinden çıkıp gelmiştir. Bir şeyin ihtiyaç ve işlev üzerinden tanımlanması hoşuma gitmiyor ama insana ve insanlığa dair hemen hemen her şeyin tarih içerisinde ortaya çıkışı maalesef bir ihtiyaç ve işlev üzerinden gerçekleşiyor. Bu çelişkiyi kabul etmek ve göğüslemek zorundayım. Sanatın ortaya çıkışına dair bulgulayabildiğimiz kaynaklar onun yine üretim sürecinin bir parçası olarak ortaya çıktığını gösteriyor. Burada kullandığım ‘üretim sürecini’ ekonomik bir kategoriden daha öte, felsefi kategori olarak düşünmek istiyorum ve en genel anlamıyla maddi ve düşünsel olarak ‘insan’ın üretimi süreci olarak görmeyi yeğliyorum. Bu anlamıyla yine bir insan organı olarak‘el’i ve bir insan faaliyeti olarak ‘emek’i de daha çok felsefenin bir kategorisi olarak görüyorum.

Kuşkusuz bir spekülasyon; ama mağarasına ilk çizgiyi çizen el’in, bunu boşluktan, can sıkıntısından çizmiş olacağını sanmıyorum. O çizginin bir ihtiyaca cevap verdiğini, hem de yaşamsal bir ihtiyaca cevap verdiğini düşünmekten başka çıkış yolu göremiyorum. Nitekim şiir ve tiyatronun içinden yükselip geldiği ritim ve dansın da aynı şekilde bir ihtiyaçtan çıktığına dair ortaya konan bulgu ve kabulleri önemsiyorum.

Elbette tarih içerisinde sanatın aldığı yol daha rafine, daha kurgusal ve daha inceye doğru olmak üzere onu var etmiş olan ihtiyaçtan somut olarak kopma yolunda ilerlemiştir. Ancak her durumda hayatla ilişkisini koparmamış, koparamamıştır. Gerçekliğin her seferinde bir üst düzeyde yeniden ve yeniden yaratılması faaliyeti olarak, insanın yeniden üretimi faaliyetinin bir parçası olarak özgül ağırlığını korumuştur. Bu haliyle bir anlamda da “unutan bir dünya”da hatırlamaya yazgılı olana dönüşmüştür. Hayatın içinde bir arayış olarak var olmuş, bunun olasılıklarını tekrar insana sunarak onu aynı zamanda kendi arayışına da ortak etmiştir. En genel anlamıyla sanatçı ve sanat alımlayıcısı aynı yaratıcı faaliyetin hem birbirine zıt iki yönünü hem de aynı yönlerin ortaklığını oluşturmuşlardır.

Bu noktada ilginç olan, her sanat ürününün hayata bir müdahale oluşudur. Bu müdahale, hayata bir form, bir biçim verme, sanat ürünü formunda bir biçim verme şeklinde gerçekleşen bir müdahaledir. Bu müdahale aynı zamanda onun sürekliliğine, sonsuzluğuna bir son verme olarak gerçekleşir. Sanat ürünü formunu alarak sabitlenmiş varlık üzerinde, sanatçı sadece hayatı değil, kendisini de sabitler, sonlandırır. Ancak bu sabitleme, bu sonlandırma, sonsuzluğun içinde bir sonlandırmadır. Tarih içerisinde, o sanat ürününün her alımlayıcısının yorumunda yeniden canlanarak, devinerek ve belki hatta kendi yorumunun karşıtına dönüşecek bir yorumlamaya tekrar tekrar maruz kalır. Sonuç olarak hayatın sonsuz genişliği içerisinde her sözcük, her kavram, her olgu –aşk, tutku, erdem, bilgi, karar– kendisini sınar, varlık ve anlam arar… Sanatçı, edebiyatçı o evrende hem kendisinin hem de peşinden gittiği sözcüğün, kavramın, olgunun ya da bunlardan hepsinin değişik dozajlarda terkibi olarak ‘izlek’inin imkân ve sınırlarını araştırır. Bu aynı zamanda ölümlülüğü içerisinde insanın kendi boşunalığının, geçiciliğinin bilincinde olarak kendi anlamının ve sürekliliğinin araştırılmasıdır.

Bu nedenle her sanat ürünü en başta sanatçının kendine dair bir arayışı ve onu asla bulamayışıdır. Her sanat ürünü öncelikle onu üreten sanatçısının yürüdüğü, kendi içinde, ama hayatın içinde olarak kendi içinde yürüme faaliyetidir. İddia ediyorum, yeryüzünde bugüne dek var olmuş sanatçıların hiçbiri dünyaya “sanatçı” olmak için doğmamışlardır. Onlar hayatın içinde yürüdükleri yolun çoğu zaman kaçınılmaz bir sonucu olarak sanatçı olmuşlardır. Onlar yazmak zorunda oldukları sözü yazmışlar, çizmek zorunda oldukları çizgiyi çizmişler, sürmek zorunda oldukları rengi sürmüşler ve söylemek zorunda oldukları notayı söylemişlerdir. Oysa bugün yapay zekâ yaratıcılığı olarak önümüze konan şey, mühendisler ve bilgisayar programcıları beni bağışlasınlar ama bir sirk gösterisinden başka bir şey değil: “Duyduk duymadık demeyin! Bu akşam, Büyük Çadır’da, söyleyeceğiniz tek bir sözcükten size özel şiir yazan bir makine!”

Öte yandan hem bilginin ve bilincin geometrik gelişmesinin hem de üretilmiş olan her bilgi ve bilincin onu var eden ihtiyaç ve pratikten bağımsız olarak biriktirilebilmesinin bir sonucu olarak ‘düşünce’nin ve‘ürün’ünün, bugün onu var eden her şeyden soyulmuş olarak alımlanmasına neden olmaktadır. Yukarıda ısrarla bir kibirden, bir kapristen söz etmem bu nedenledir. Kurgunun karakteristik özelliklerinden biridir bu: Düşünceyi ne kadar soyarsanız o kadar saf ama bir o kadar kibirli, kaprisli bir sonuca ulaşırsınız. Yanı sıra teknolojik her gelişim, süreç içerisinde zamanında sanat olarak tanımlanabilecek pek çok şeyi kaçınılmaz olarak zanaata dönüştürmüştür. Burada teknoloji ikili bir işlev görmektedir. İlki ve asıl belirleyici olanı teknolojinin kendisini kaçınılmaz olarak ‘endüstri’ haline getirmesidir. Endüstri, her türlü ihtiyacı kendi tarihinden kopartarak onların her birini endüstrinin ihtiyacı haline getirir. İkincisi ise, sanat ürününün çoğaltılması ve bizzat sanat ürününün üretimi sürecinde işe dahil olmasıdır. Bu durum en genel anlamıyla ‘anlatı sanatları’na kadar ilerlemiştir. Bu noktada özellikle sinemanın, teknolojik bir sanat dalı olarak ‘anlatı sanatı’nın sınırları içerisine yerleşmiş olması, sürecin daha çabuk ve daha yaygın gelişmesine neden olmuştur. Özellikle sinema ve TV’de film ve diziler üzerinden sinopsis, senaryo, diyalog içeriklerine değin bir zanaatleşme olmuştur. Bu süreç Best-Seller Edebiyat’ üzerinden anlatı sanatlarının belki şiir dışında tamamı üzerine yayılmasına yol açmıştır. Şimdilik kaydıyla bu süreci tartışmak istemiyorum. Ayrıca zanaatı küçümsemiyorum. Zanaatın yetkin örneklerinin sanatla zanaatın ince ve son derece belirsiz sınırlarında hepimizi zorladığını biliyorum. Ancak bu zanaatlaşmanın sonuçlarından birinin, seri üretime dönük bir anonimleşmeyi içermekte olduğunu da görmek zorundayız. Ve evet, örneğin bir yazarın belirli bir tarihe kadar yeni kitabını yazmak zorunda olması, bir sanat ürünü olarak o kitabı aynı zamanda seri üretim haline getirir.

Yukarıdaki bu gelişmelerin yapay zekânın sanat ürünü üretmesine dönük olarak yazılımcıların ayrıca iştahlanmalarına yol açtığını pekâlâ düşünebiliriz. Sanatın en temel unsurlarından biri olan ‘üslup’un bu algılayıştan geçerek bir teknoloji sorununa indirgenmiş olmasını da kaçınılmaz bir süreç olarak görebiliriz. Sürecin bir bütün olarak bugün geldiği bu noktada yapay zekâ yazılımcılarının bu hırs ve iştahlarını anlayabiliyorum. Ancak Octavio Paz, Çamurdan Doğanlar adlı kitabında, “şairin (yazarın), aynı zamanda yazmış olduğu şiiri, yazmış olduğu metni ilk okuyan kişi” olduğunu söyler. Yapay zekâ yazılımcıları büyük bir olasılıkla bunu bilmiyorlar, bilseler de anlamıyorlar. Hele de ‘üslup’un sanatçının bukağısı olduğunu, ondan kaçma isteğini, çabasını ve ondan kaçmak istedikçe onu yetkinleştirdiğini bilmiyorlar.

Örneğin, bugünlerde Beethoven’in yarım kalmış bir eserinin yapay zekâ aracılığıyla tamamlanmasından söz ediliyor. Merak ediyorum, yapay zekânın tamamlayacağı şey nedir? Beethoven’ın öldükten sonraki hayatı mı? Acaba o yapay zekâya örneğin duymayı öğretip, sonra da sağır olmayı ve artık bir sağır olarak on yıl daha yaşamayı öğretebilecekler mi? Peki, kim o? Beethoven’in bir taklidi, klonu mu? Yoksa kendisine bir seri numarası verilecek ‘Bay Yapay Zekâ mı? Eğer ‘Bay Yapay Zekâ ise neden ille de gidip Beethoven’in yarım kalmış bir eserini tamamlamak istiyor? Bunu yapmak yerine, neden kendisi başlı başına ve bağımsız bir eser yaratmıyor? 

Yapay zekânın şiire ihtiyacı var mı?

İnsanlık tarihi içerisinde şiirin ve şairin hep özel bir yeri olagelmiştir. Şiirin ve şairin bunu hak edip etmediğini bilemiyorum. Ama Panait Istrati, şiirden söz ederken “Tanrı’nın zemzemi”nden söz eder. Akdeniz adlı romanında “Hayır! Yazmam. Delikanlılık çağında denedim. Ama çamurumla Tanrı’nın zemzemini kirletmenin bir küfür olduğunu çarçabuk fark ettim. Yalnız Tanrılar ve şairler yaratırlar diyen eski Yunanlıların hakları varmış. (…)” derken şairin sözünü, “Ol!” deyince olduran Tanrı’nın sözüyle kıyaslar. Bu kıyaslama aynı zamanda insanın Tanrısal olanı hedefleme, Tanrısal olana ulaşma çabasını da tanıklık ediyor. Bu çabanın kaçınılmaz olarak Tanrısal olana isyanı da içeren bir çaba olduğunu görmek zorundayız. Sonuçta “Ol!” deyince olduran söz gücüne sahip olmak, Tanrı’yla, Tanrısal olanla eşdeğer olmak anlamını da taşır.

Kişisel olarak şiiri insan faaliyetleri arasında bir hiyerarşi yaratıp en üste yerleştirmek istemem. Bu nedenle onu ancak özel ve seçkin kimselerin başarabileceği bir faaliyet olarak görmek de istemem. Ben, ‘Kararmış Çömlek’ şiirinde, Ve yarın diyorum, daha da yalın olacağız/tüm yüreklerde, tüm dudaklarda aynı ağırlığı edinen/----sözler bulacağız/adıyla anılacak her şey,/ve ötekiler gülümseyip “böyle şiirleri/biz de yüzlerce yazabiliriz” diyecekler. Bizim de/----istediğimiz bu işte./ Çünkü şarkımız insanlardan ayrı sivrilmek için değil, kardeşim/insanları birleştirmek içindir şarkımız” diyen Ritsos’un yanındayım. “Ben de atılmak isterdim, açıkçası,/son okurumun elinden./Son insan olsun o, yeter ki,/köpeklerin ısırdığı son insan!” diyen Brecht’le birlikteyim. Il Postino filminde Neruda’ya öfkeyle seslenen postacısından yanayım: “Bir şiir onu yazana değil, ona en çok ihtiyacı olana aittir.”

Bu nedenle bir gün insan gibi düşünme ve duyumsama yetisine sahip yapay zekânın da şiir yazabileceğini/söyleyebileceğini elbette mümkün buluyorum. Ama ben bunun, programcıları öyle yazdığı için değil, programcıları öyle istediği için değil, kendi düşünsel ve duyumsal süreci kendisini şiire sürüklemiş olduğu için mümkün olabileceğini düşünmekten yanayım. Yapay zekânın bizzat kendisinin şiire ihtiyacının olmasından ve sevdiği şiirleri tekrar ve tekrar okuyan, ezberlediği şiirleri tekrar ve tekrar söyleyen ve bunları unutmasa, unutamasa da unutmuş gibi yapabilen bir yapay zekâdan yanayım.

En başa, yapay zekânın içinde yaratıldığı dünyaya dönecek olursam şunları görüyorum:

Bugün dünyada, dünyanın ve evrenin sahibi olduğunu iddia eden ve onun tüm kaynaklarını acımasızca sömüren ve yok edercesine tüketen bir yaratık var ve biz ona insan diyoruz. Bu insan şimdi de kendisinin tüm yeteneklerine sahip bir ‘şey’i yaratıp, ona sahip olmak istiyor. Sahip olduğu ‘şey’in bazı bakımlardan kendisinden üstün olmasını da istiyor. Böylelikle kendi doğasında taşıdığı hatadan, kazadan uzak olmayı istiyor. Ve yaratıp sahip olduğu o ‘şey’in, kendisinin yapmak zorunda olduğu hemen hemen her şeyi yapmasını istiyor. Ve sahibi olduğu o ‘şey’in kölesi olmasını istiyor. O ‘şey’in her zaman ve her durumda insanın hükmü altında, emri altında olmasını istiyor. Asla sahibi olan insana başkaldırmamasını, asla sahibi olan insana isyan etmemesini istiyor. İşin en ilginç yanı ise, insan, o ‘şey’i en çok askerî alanda kullanmak için istiyor. O ‘şey’i mümkünse insan yerine ölmesi ve hatta birbirlerini öldürerek insanın yerine telef olması için istiyor.

Roma İmparatorluğu’nun kölelerinden ve yine kölelerden oluşan gladyatörlerinden söz ediyoruz aslında, farkında mıyız? Aradaki tek fark, adına yapay zekâ adını verdiğimiz o ‘şey’, Roma İmparatorluğu’nun kölelerinden daha zeki ve daha kusursuz.

Roma İmparatorluğu’nun kölelerinin bile isyan ettiği, baş kaldırdığı bir dünyada, yapay zekânın asla isyan etmeyeceğine inanacak olan biri var mı aramızda?

Ben o gizemli doğu şehrinde büyük şairin kapısını çalmış olan şiire hevesli gencim. Dünyada söylenmiş ve yazılmış bütün şiirleri ezberledim ve unuttum. Her şeyi unuttum. Hiçbir şey bilmiyorum. Hâlâ ustamı arıyorum. Ardımda bıraktığım ayak izlerimi buluyorum sadece. Ve ayak izlerim, bana “Şiir, isyanın en güzel çiçeğidir!” diye fısıldıyor.

Yapay zekânın şiire ihtiyacı olacak mı?

Neden olmasın?

 


[*] İnsan zekâsının içeriklerinden biri olarak ölüm fikri ve bilinci yapay zekâ ile insan zekâsının en önemli farklılıklardan biri olup, ayrıca ve başlı başına ele alınması daha uygun olacaktır.