Sözün kırılgan yüzeyi: Ferit Edgü’nün romanları

"Onun yazdıkları lirik şiiri çağrıştırır, bir öznenin iç konuşmalarını, sayıklamalarını. Lirik şair nasıl sözlerinin, sanatının kifayetsizliğinin farkına varıp kendisine karşılık veremeyeceği nesnelere ve kavramlara başvurursa, Edgü’nün anlatıcısı ya da konuşan öznesi de okurunu durup soluklanmaya, anlatılanları sorgulamaya çağırır."

06 Ekim 2022 23:00

 

Ferit Edgü’nün romanları farklı açılardan okunabilir. Benim okumam, yazarın yazma edimi sırasında kafa yorduğunu varsaydığım hususlardan hareketle olacak. Yapıtın her yönünü kuşatmaya kalkmayan, birçok noktayı dışta bırakan bir okuma dışarıdan bir okuma, ama umarım yazarın hemen yanı başında, omzunun üstünden yazdığı kâğıda bakan bir başka gözün, bir okurun bakışıyla. Yazı çoğun Edgü’nün üç romanına odaklanacak: Kimse (K), O / Hakkari’de Bir Mevsim (HBM) ve Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı (EGBY); ayrıca bir novella ya da kısa anlatı olarak nitelenebilecek Yaralı Zaman (YZ) kitabına da değinecek.

Lirizm, dil

Edgü’nün yapıtlarını tanımlamada kullanacağım, yazıda fazla geçmese de zihnimde hep canlı kalan sözcük: lirizm. Onun yazdıkları lirik şiiri çağrıştırır, bir öznenin iç konuşmalarını, sayıklamalarını. Yazdığı öykülerin de, romanların da kısa parçalardan oluşması, sayfa üzerindeki dizelerin görsel olarak şiire öykünmesi, birinci tekil şahsa odaklanması, konuşan öznenin sözlerine, anlattıklarına hep derin bir şüphenin eşlik etmesi. Dahası, Edgü’nün düzyazı metinlerinin lirik şiirdeki apostrophe’ye (söz yöneltmeye) benzer bir tonla okura seslenmesi, onu anlatının akışından kopmaya, anlatılanları sorgulamaya çağırması var. Lirik şair nasıl sözlerinin, sanatının kifayetsizliğinin farkına varıp kendisine karşılık veremeyeceği nesnelere ve kavramlara başvurursa, Edgü’nün anlatıcısı ya da konuşan öznesi de okurunu durup soluklanmaya, anlatılanları sorgulamaya çağırır.

Dil kullanımı, dildeki biçemi, seçiciliği, kendine özgü o eşsiz sözcük seçimleri de (ansımak, duyu, insankızı, pırnakıl gibi sözcükler zihnime kazınanlardan) Edgü’nün “lirik”/poetik bir düzyazı ustası olduğunu imler. Kendisi de dilin ne kadar önemli olduğunu bir söyleşisinde dile getirmiştir: “Dil bir sanat yapıtını oluşturan tek öğedir.”[1] Elbette birçok yazar için dil her şeydir, birçok yazar kendine özgü bir dil, bir biçem kurar; her “sıkı” yazarın olmazsa olmazıdır bu. Haliyle, nice yazarın adı sıralanabilir örnek olarak. Ancak Edgü’yü farklı kılan şey, düzyazıda yazdığı şeyi şiirsel kılmaya çabalamaması, dildeki şiirsel biçemi yazdıklarını düzyazıdan farklı göstermeye çabalamadan başarmasıdır. Bu yazı tarzı birçok açıdan okurun dikkatini anlatılan şeye olduğu kadar anlatım biçimine, yöntemine ve bütün bunların taşıyıcısı olan sözcüklere de çeker. Nerdeyse özereksel (autotelic) bir lirizm. Lirizmin çıkış yeri bireydir ve okurda genellikle yine bireysel bir deneyime ve duyuşa karşılık gelir. Ancak Edgü’de lirizm adını verdiğimiz şey okurda bireysel olana varmaz; tersine, bireyin yaşadığı topluma, belleğe ve ideolojiye ilişkin sorgulamaya varır.

Dilin başatlığı tematik olarak da beliren bir öğedir Edgü’de. Hakkari’de Bir Mevsim dinsel bir anıştırmayla başlar. Anlatıcı teknesi batmış ya da karaya oturmuş bir Nuh gibidir, Tufan sonrasında hayatı yeniden başlatmakla görevli bir yalvaç. Edgü bu dinsel anıştırmanın üzerinde fazlaca, hatta hiç durmaz; anlatıcısına yalvaçsı bir önem ya da işlev de yüklemez. Ancak bir başka açıdan anlatıcı da, Türkçe bilmeyen öğrencileri de Cennet Bahçesi’nde hayvanlara adlar veren Âdem gibidir. Anlatıcı Hakkari’de dili yeniden öğrenmek zorundadır, öğrencileri de öğretim dili Türkçeyi. Çocukların bildiği Türkçe sözcüklerin çok büyük bir çoğunluğunun gündelik yaşamda kullandıkları nesneler, somut adlar olması ilginçtir. Bu denli sınırlı bir söz dağarıyla çocuklar nasıl öğrenebilir, bilgi edinebilir, kendini ifade edebilir, hikâye anlatabilir? Yazarın varoluş karşısında kendini ifade etme sıkıntısının karşısında romandaki çocukların dar söz dağarıyla kendilerini ifade edememeleri söz konusudur. Bu açıdan bakıldığında, dil Edgü için yalnızca bir iletişim aracı değil, yaşamı anlamlandıran, bizzat onunla örtüşen bir olgudur.

Beckett’vari diyalog(suzluk)

Kimse (K) romanı “bir monolog’un, diyalog’a dönüştürülmesi çaba(lama)sı” olarak nitelenebilir (K, s. 5). Kitabın “Sunu”su yazar Edgü’nün sesi yerine, içinde barınan birçok ses tarafından dile getirilir. Roman arayış, sorgulama, geç kalmışlık, boşunalık, karşı çıkış gibi farklı tepkileri dile getiren seslerden kuruludur.

“Ama onu çoktan yazdılar, diyor Son Ses.

Bir de sen yazmak isterdin belki, diyor İnatçı Ses." (K, s. 7)

En son duyulan, her şeye rağmen “Haydi başlayalım” (K, s. 8) diyen Yeldesavrulan Ses’in sesidir. Denemenin, çabalamanın boşunalığına karşın uğraşmak gerektiğini üsteleyen Beckett’vari bir ses.

Bu haliyle, bir yazarın ana metninden bağımsız, onun dışında, onun çevresinde, ona ancak bir ek olabilecek bir paratext olan “sunu” tek bir sese ya da bilince indirgenemeyecek, her biri farklı taleplerde bulunan bir korodur. Yazar kendini bir, biricik, tekil bir özne olarak sunmaz; kendisi de ayırt etmesi olanaksız, yekdiğerine üstünlüğü olmayan aktardığı nice sesten biridir.

Dilin deneyimleri aktarmada yetersiz olduğu, insanın bu gezegende çaresiz bir canlı olduğu fikri yabancı değildir Edgü’ye. Güzin Dino bir internet sitesinde Edgü hakkında yazdığı kısa biyografide yazarın absürd kavramına ilgisini ve varoluşçu yönünü öne çıkarır:

"Ferit Edgü romanlarında özellikle hayatın absürtlüğü karşısındaki kaygısını dile getirir: “Bilinçli olmak, kaygı değil de nedir?” Türkiye’de varoluşçu edebiyatın öncülerinden biri gibidir. Her türden saplantı uzun zamandır insanlar arasındaki ilişkilerde yerleşmiş kalıpların reddiyle ve yeni anlatım biçimleriyle ıralanan öykülerinin gözde izleklerinden biri olmuştur. Yapıtlarından bazıları kısalıkları ve yalın biçemleri yüzünden öyküyle şiir arasında bir yerdedir. Yalnızlık ve çağrıştırdıkları Edgü’nün yapıtlarında önemli bir yer tutar: varoluşun bilinmezliği karşısında afallayan kişileri sonunda o varoluşa maruz kalırlar. Aynı şekilde, burada yazınsal üretim, yazmanın zorluğuyla bu edimin anlamı hakkında kafa yormadan ayrılamaz."[2]

Edgü’nün absürd kavramıyla kurduğu ilişkiyi biliyoruz, Beckett’i çevirdiğini biliyoruz ve Beckett’in belli eğilimlerini benimsemiş olduğunu da söylemek mümkün, ancak onu absürd tiyatronun duayeninden ayıran şeyleri de dikkate almak gerekli.

Konuşmak somut, elle tutulur sonuçlar doğurmasa da Edgü’nün kişileri de Beckett kişileri gibi konuşmaya açtır. Konuşurlar, konuşmakta üstelerler, hem de kendilerini yineleme, kendileriyle çelişme, kendilerini dile getirmede başarısız olma pahasına.

Vladimir’in “Yapacak bir şey yok” (“Rien à faire” / “Nothing to be done”) sözleriyle açılan Beckett’in Godot’sundaki kişilerin eylemsizlik, eyleyememezlik, ve eylemin boşunalığıyla ya da Oyun Sonu’ndakonuşmanın ya da anlatmanın beyhudeliğiyle örtüşen bir durumdan mustariptir Edgü kişileri. Ancak Edgü kişilerini ayakta tutan itki vicdani bir muhasebeyle atbaşı gider.

İkinci farkın coğrafyaya ilişkin olduğu söylenebilir kolaylıkla. Beckett’in kişisel yaşamında coğrafya çok belirleyici bir rol oynarken yapıtlarında coğrafya silinmiş, arık bir topografyaya indirgenmiştir adeta. Oysa Edgü’nün özellikle doğuyla ilgili metinleri coğrafyadan bağımsız düşünülemez. Zamanın, coğrafyanın ve dilin getirdiği kırılmalar Edgü’de belirleyici, ayrıca daha yakıcıdır.

Üçüncü fark ise dile ilişkin bir farktır. Beckett’in özellikle son oyunlarında dil belirgin bir şekilde işlevini yitirir. Edgü’de dil bireyin tökezlemesine neden olsa da onun için vazgeçilmezdir; hatta dil, kılgısal işlevinden bir şeyler yitirse de bireyin tutunabileceği son şeylerden biridir. Beckett’te olduğu gibi Edgü’de de dil zamanın acımasız dişlerine karşı bir az da olsa bir avuntudur, ancak sırf bir oyun olarak kalmaz. Dil karanlıkta cılız da olsa bir yarıktan sızan ışıktır.

"Konuş, diyor İkinci Ses.

Ne söyleyeyim? diyor Birinci Ses. Her şey

söylendi.

Sanıyor musun? diyor İkinci Ses.

Şimdilik, diyor Birinci Ses. Bir gün sen

söylemiştin.

Olabilir, diyor İkinci Ses. Ama o zaman bugünleri

yaşamamıştık, henüz.

Ne demek istiyorsun? diyor Birinci Ses.

Bu dağ başında, diyor İkinci Ses, yeni bir şeyler

Söylenebilir." (K, s. 90)

Beckett’in Oyunun Sonu oyununda “Bana öğrettiğin sözcükleri kullanıyorum. (…) Artık bir anlamı yoksa onların, bana yenilerini öğret” diyen Clov gibi Kimse romanındaki sesler de dilin, sözlerin bir çözüm getirmeyeceğini duyumsarlar, ancak yine de sessizliğe sığınmazlar. (K, s. 91) Dahası, ardından dilin kurtarıcı işlevi olduğunu ima ederler.

"Sonra, dağ ilen, taş ilen konuşuruz, diyor

İkinci Ses. Otlan, kuşlan konuşuruz. Sonra

artık buraları yaşar, yaşamaya başlar; buraları

anlar, anlamaya başlar; buraları dile getiririz.

Otlu peynirlerini yer, türkülerini, acılarını, acılı

türkülerini taşırız.

Taşırız, diyor Birinci Ses (hemen hemen

coşkuyla). Sözcüklerle. Hem bizim olan. Hem

olmayan. Sözcüklerimizle. Sözcüklerimizle, evet,

diyor İkinci Ses." (K, s. 92)

Beckett’te olmayan, Edgü’de olan şey şudur: Bir başkası, başka bir dilde yaşayan başkası ve o başkasının dilinin bilmemenin verdiği hafif hüzün ve yabancılık hissi. Beckett’te dil evrenseldir ve insana musallat olmuş bir şey gibidir; ondaki yabancılık hissi ta dünyaya doğmakla başlarken, Edgü’de daha çok “öteki”nin coğrafyası, dili ve kültürüyle (ve kültürün nice uzantısıyla) tanışamamanın verdiği ezici duyguyla başlar.

Cemrenin düşmesini beklemek, (K, s. 99) uğruna bekleyecek bir şey bulmak bir rahatlama duygusu verir, zira Beckett’in adını andığımız oyunlarında olduğu gibi yapacak bir şey yoktur. En iyi seçenekse bir şeylerin olacağını beklemek, umut etmektir. Oysa Edgü’de en azından bu anlamıyla beklemeye kronolojik zamanın bir şekilde sunacağı bir çözüm vardır: Doğanın işleyişinin getirdiği umut. Oysa Beckett’in Godot’su hiç gelmez, gelmeyecektir de.

Susmak/konuşmak: Kişilerin çifte bağıtı

Anlatı avındadır sesler. Anlatacak bir şeyleri olmasa da anlatacak bir şey bulup uydurma, anlatacak bir şeyin olmayışın öyküsünü anlatmak... Zaman böyle geçer. Susmaksa zamanı iyiden dayanılmaz kılar. 

"Düşündün mü? diyor İkinci Ses.

Neyi? diyor Birinci Ses.

Anlatacağını, diyor İkinci Ses.

Anlatacağımı mı? diyor Birinci Ses. Bir şey mi

anlatacaktım?" (K, s. 101) 

Burada sözünü ettiğim çifte bağıt (double bind) kişinin iki seçenek arasında kalması, her ikisinden birini seçmesi durumunda da cezalandırmadan kaçamamasıdır. Biraz farklılık içerse de Nasrettin Hoca’nın suya gönderdiği oğlunu testiyi kırmaması için uyarıp çeşmeye gitmeden önce dövdüğü fıkrasını anımsayalım. Çocuk her iki durumda da tokadı yemiştir. Testiyi kırsa da, kırmasa da cezadan kaçamamıştır.

Kimse romanının kahramanları da benzer bir çifte bağıtta yaşar. Ne konuşmak ne de susmak mutluluk ya da dinginlik getirmez. Ama sanki susmak ya da konuşmayı minimize etmek daha yeğdir. İdeal olan hiçbir yerde olmamak, susmak, hatta düşünmemektir de. Konuşma ve düşünme edimi minimize edildikçe anlatı da minimalleşir. İletişim kurmanın yaraya çare olduğu söylenemez pek. Çare olduğu düşünülen anlarsa düşle ya da karabasanla gerçek arasında salınan bir kestirilmezlikle ıralanır (Bkz. HBM’nin sonundaki nehirden denizlere ulaşma fikri).

Birinci Ses rüyasında bir cinayet işlediğini görür (HBM’de Halit’in işlediği cinayeti andırır ve ona göndermede bulunur bu yaşantı). (K, s. 26-27) “Susmam işkence. Konuşmam işkence. (…) Zamanın geçmesini bekliyoruz” der İkinci Ses. (K, s. 44) Susma da, anlatma da zamanın geçmesini sağlayan kesitlerdir. Ancak iki ses ne susmayı ne de anlatma edimini olduğu gibi kabullenmeye razıdır.

Susmak, konuşmak kadar, deneyimlenen şeyin adlandırması da önemlidir. Ad vermeden bir şeye katlanmak, ona razı gelmek daha çekilmezdir İkinci Ses için. Birinci Ses içinse bu düpedüz işkencedir, zira İkinci Ses’in sorularıyla kendisine rahat vermediğini düşünür. İkinci Ses karşı çıkar, onlar benim sorularım ama sen üstüne alınıyorsun, der. (K, s. 45)

Beckett kişilerinin açmazını yaşar Kimse’nin kişileri de. İkinci Ses için susma ve sessizlik daha katlanılmazdır; ille de boşluğu dolduracak bir şey gereklidir. Bu nedenle Birinci Ses’ten ne olursa olsun bir şeyler anlatmasını ister: 

"Ne yapmamı istiyorsun? Diyor Birinci Ses.

Biraz daha konuşmanı, diyor İkinci Ses.

Yetmedi mi? Diyor Birinci Ses.

Daha dur bakalım, diyor İkinci Ses.

Ne anlatayım? Diyor Birinci Ses.

Herhangi bir şeyi. Her şeyi, diyor İkinci Ses." (K, s. 46)

İkinci Ses’e göre Birinci Ses bölük pörçük deneyim parçalarıyla doludur, onları bir araya getirip bir yazar gibi bir bütün olarak sunamaz. (K, s. 49) Dil oyunları nasılsa bir rahatlama sağlar; belki de bu yüzden yeğdir: İki sesin yaşlılıkta gençliklerini yeniden bir bütün olarak bir araya getirmeye çalıştıkları sırada sergiledikleri söz oyunları ikisini de güldürür. (K, s. 50) 

Dış dünyaya mı kulak vermeli insan yoksa kendi iç âlemine mi? (K, s. 19) Sessizlik insana sorular sordurtur. “Neden buradayım?” sorusu ise bir Sofist edasıyla geçiştirilir: “Sen burada olduğun için.” (K, s. 20) İçinde bulunulan mekân burası değil, başka bir yer de olabilir. Ama sorun herhangi bir yerde olmayı isteyip istememektir. Hiçbir yerde olmak daha arzulanır gelir İkinci Ses’e.

Edgü’nün anlatıcı ses(ler)i birbirleriyle atışan ve hiçbir somut çıkarıma ulaşmayan Beckett’in oyun kişileri gibidir. 

"Sonra, Birinci Ses: Ne düşünüyordun düşünde?

diyor.

Unuttum, diyor İkinci Ses.

İyi ki, diyor Birinci Ses.

Susuyorlar."

Ket vurulan çizgisel anlatı

Edgü’nün romanları bir olaydan sonra ne olduğu ya da olacağı gibi merak unsuruna dayanan ve okurun ilgisini anlatının çizgiselliğine çeken yapıdan uzaktır. Birçok anlatı parçasını sekteye uğratmayı sever Edgü; araya başka hususları sokarak okurunun kendini anlatının akıntısına kaptırmasına engel olur. Böylece okur merak öğesinin koşturmacasından uzaklaşır ve metnin altında, alt katmanında neler olduğuna bakmaya teşvik edilir. Bu uzaklaşmayı, metnin gerisindekileri düşünmeyi sağlayan şeylerin başında anlatıcının güvenilirliğinin, yaşadığı deneyimlerin sorgulanması gelir.   

Çizgiselliğe yakın gibi duran hikâyelerse dinleyen kişi ya da kişilerin yorumlarıyla bu özelliğini büyük ölçüde yitirir.Örneğin İkinci Ses’in cellatla ve kurbanla karşılaştığı ve ondan kaçarken mezarını kazan kazıcıyla karşılaşmasını anlattığı hikâyenin ortasında, Birinci Ses dinlediği hikâyenin iğrenç ve anlamsız olduğunu söyler. Bunun üzerine anlatıcı (İkinci Ses) anlatma talebinin bizzat Birinci Ses’ten geldiğini söyler (K 35). Ardından susku ve kırgınlık. Anlatılama bir iletişim, uzlaşım ya da uyum getirmez; ancak kırık dökük de olsa diyalogu, görünürde karşılıklı konuşmayı mümkün kılar.

Birinci Ses’in de bir hikâye anlatacağını ama bunu toparlaması gerektiğini söylemesinin ardından İkinci Ses karşı çıkarak düzenlemenin ancak bir yazarın işi olduğunu söyler. Gündelik hayatta yaşadığımız deneyimleri anlatmak için anlatacaklarımızı bir yazar gibi belli bir düzen içinde aktarmamız beklenmez. Anlatı, anlatı boyunca denklenir, eksikleri kusurları giderilir. O yüzden İkinci Ses “Darmadağınık anlat” der. (K, s. 36) Birinci Ses’in anlattığı, anlatmaya yeltendiği şey bir hikâye değil, olsa olsa bir giriştir. Her şeyi anlattığını savlar. İkinci Ses’in üstelemesiyle devam edebilir ancak. Birinci Ses neden devam etmesi gerektiğini sorunca “Vakit geçirmek için, diyor İkinci Ses. Zamanı öldürmek için”. Beckett’in Oyunun Sonu oyununda da anlatı parçaları bütünlüklü anlatılardan daha işlevseldir. Oyun kişileri birbirlerinin anlattıklarına karışırlar, araya girerler, anlatılan şey ya da anlatış biçimi hakkında yorum yaparlar.

Anlatı hakkında yukarıdaki yorumlara ek olarak Edgü de müdahale eder, okuyucudan talepte bulunur:

"Okuyucu,

lütfen daha fazla düşünmeden

sayfayı çevir." (K, s. 42)

Üstkurmacaya özgü bu müdahaleler keyfi değildir. Zira hayatın hiçbir şey olmayan, hiçbir şeyin yaşanmadığı bir dönemi söz konusudur, dolayısıyla hayat anlatısının sayfası da boş kalacaktır. Daha önce olduğu gibi İkinci Ses bir şey anlatmak için tasarlamaya gerek olmadığında, anlatı konusunun bir yazar gibi kurgulanmasının gerekmediğinde ısrar eder.

"Ama başlamak için düşünmem gerek. Sözcükleri,

gereken sözcükleri bulmam gerek, diyor Birinci

Ses.

Dilinin ucuna ilk gelen sözcüğü söyle başlamak

için, diyor İkinci Ses.

Deneyelim, diyor Birinci Ses. Bu da bir yol." (K, s. 101-102)

Gündelik hayatımızda anlatılar, kurmacalar yoktur; bunlar sanatın, yazının alanına ait olgulardır. Dolayısıyla yaşantıları bir kalıbın içine sokarak paylaşmak, anlatmak gereksizdir. Kendiliğindenlik, doğallık, düşe-kalka bir yöntem yeterlidir. Oysa yazınsal bir anlatı her anlatıbirimin düzenlenmesini gerektirir. Kendiliğinden bir anlatıda buna yer de yoktur, gerek de. Anlatan, konuşan kişi eksikleri anlatısı boyunca tamamlar; dinleyen eksik bulduğu ayrıntıları araya girerek sorabilir anlatıcıya.

Kimse’nin konuşan sesleri anlatma ediminin tehlikelerinin farkındadır: 

"Sözü, bence, arada bir kesmek gerek, diyor İkinci

Ses. Bölmek, parçalamak, dağıtmak gerek.

Doğru, diyor Birinci Ses. Kendimizi, kendi

sesimize, kendi coşkunluğumuza, kendi

anılarımıza, kendi anlarımıza pek fazla

kaptırmamak için." (K, s. 120)

Kendini kaptırmamak... neden? Bilincimizin, deneyimlerimizin sunduğu verilere güvenemeyeceğimizden mi? Anlatmanın, konuşmanın uyuşturucu bir etkisi olduğundan mı? Neden kendi kendimize kalmak? Sözcükler buna izin vermediğinden mi? O zaman susmak ya da bizi alıp götürmeyecek kesik kesik sözcüklerle devam etmek mi gerekir? Dil bizi hayat dediğimiz şeyden koparıp uzaklaştırır diye mi? Bütünlüğümüzü böyle koruyabiliriz diye mi? Çelişkili bir talep değil mi peki bu? Hem kendimizi “kendi sesimize, kendi coşkunluğumuza, kendi anılarımıza, kendi anlarımıza pek fazla kaptırmamak” hem de “kendi kendimize kalmak için” ve “zamanın akışına”? (K, s. 120) Bizi, parçalayan bir şey mi dil, sözcükler? Dolayısıyla bu parçalanmayı küçültmek (minimize etmek), yalnızca küçürek (minimal) anlatılara, anlatıbirimlere (narrateme) izin vermek mi gerekli? Öyleyse, kesin olmamakla birlikte, belki de en iyisi susmaktır bazen.

Birinci Ses anlatmaktan yorulur. İkinci Ses devralır anlatma işini, ama farklı bir kipte: “Bir objektif gibi anlatacağım” (K, s. 138) der. Edgü objektif sözcüğünü italik yazarak sözcüğün hem yabancılığına hem de (kökenbilimsel) anlamına dikkat çeker sanki. Bir süjenin değil, bir objenin tarafından bakmak, aktarmak. (Ayrıca bkz. EGBY’da Çakır’ın fotobiyografik öyküsü.) Bir özne olarak, deneyimleyen kimse olarak anlatmak yorar. Oysa yorumlamadan, bir şey katmadan, bir gazete fotoğrafçısı gibi, onun makinesinin lensi aracılığıyla deneyime dışarıdan bakmak o kadar yorucu değildir.

Kimse romanında anlatı da deneyim ve onun dile getirişi gibi sorunludur, zordur, zira bu doğu iline gelenler hep belli bir süreliğine gelirler, o sürenin bir an evvel bitmesini bekleyerek. Hem jandarma komutanı hem de kaymakam olarak görev yapan beli silahlı adam gibi. (K, s. 123) Anlatıcı dışarıdan gelen, kısa bir süreliğine gelen biridir. Kim bilir, belki de konuşmanın ve anlatmanın kesikliği buradan kaynaklanmaktadır: Dilini, kültürünü, doğasını bilmediğin bir yerde uzun ve tutarlı şeyler söylemek, anlatmak zordur ve eğretidir.

Düşle gerçek

Bir önceki alt başlığın (“Ket vurulan çizgisel anlatı”) bu bölümle ilintili olduğunu söylemeye gerek yok sanıyorum. Anlatının kesintiye uğramasının ana nedenlerinden biri Edgü’nün romanlarında birbirine karşıt gibi duran ancak yer yer birbirini tamamlayan, birbirine destek olan düşle gerçeğin kaynağındaki bulanmalar, suyun yüzündeki kıpırtılardır.[3]

Hakkari’de Bir Mevsim’in girişindeki Castenada alıntıları düşle ilgilidir, düşün gerçekten daha gerçek olmasıyla. Bu Kimse kitabında da vurgulanır: “Düşler, gerçeğin arka yüzüdür.” (K, s. 110) Düş ya da karabasan görmek, bir şeyleri düşlemek en az gerçek kadar önemlidir. Kitabın sonu da düş (hatta kâbus) ve gerçek arasında gidip gelir.

2007 tarihli Yaralı Zaman 1977’nin HBM’sinden farklı bir portre çizer: Terör ve kanın beslediği bir doğu fikri daha baskındır. Bu kitap düşle gerçeğin birbirine nasıl geçtiğini, birbirlerini nasıl sınadığını tanıtlayan bölümler barındırır. Düş kadar gündüşü de, karabasan da gerçekliğin, zamanın ve bu ikisini algılayışımızın sınırlarını zorlar, tersyüz eder. Her yorumlama girişimi bu yaşantıları/görüleri farklı bir ışık altında görmemizi talep eder bizden. Bir kereye özgü değildir bu düşler, birden fazla değişkesi vardır; dolayısıyla birden fazla yorumu ve açıklaması vardır. Anlatıcı bir düşü birkaç kere görür. Aynı düşün ilkinde anlatıcı Zap suyunda yaşlı bir balıkçı görür; balıkçı eliyle ona uzaklaşmasını söyler, anlatıcıya anlamadığı bir dilde yüksek sesle bağırır. Balıkçının ağından balıklar değil, kadın, erkek, çocuk, insan cesetleri çıkar! Anlatıcı düşünü yorumlaması için Şeyh Abdullah’a gider. Şeyh düşünü yorumlayamaz; zira Zap suyunu olduğu gibi görmüştür. Düşte görülen yerin düşsel, mantık dışı, gerçeğe aykırı bir yönü yoktur. Adeta bir fotoğrafın görüntüsüdür bu, haber metnini destekleyen bir gazete fotoğrafıdır.

"– Bu rüyanın yorumu olmaz, dedi. Sen rüyanda Zap’ı

görmüşsün ve onu aynen görmüşsün." (YZ, s. 50)

İkinci değişkede anlatıcı bu karabasanı gördüğü gecenin sabahı benzer bir görü/düş görür (ya da yaşantıyı deneyimler). Sabah ırmağın bir yakasında yaşlı bir balıkçı görür. Onunla ağları çeker. Ağlar bu kez ceset değil, balık doludur. Gördüklerini Vahap’a anlatır; Vahap bunun bir düş olduğunu söyler: “Bizim buralarda balıkçı yoktur. Hiç olmamıştır. Biz ağ mağ bilmeyiz.” Anlatıcı “Ama birlikte çektik ağı” deyince, Vahap onun düş gördüğünde ısrar eder, bir sabah düşü. Anlatıcı “düşler de gerçektir” demekle yetinir. (YZ, s. 52)

Balıkçı düşü/karabasanının üçüncü değişkesi: Bu kez ağlarda balıklar vardır, insan büyüklüğünde. Daha yakından bakınca balıkların balık değil, insan cesedi olduğu görülür. (YZ, s. 74) Anlatıcı uyanmak istediği karabasandan uyanamaz ama çığlık atar; bunun üzerine balıkçı onu teskin eder, “bu ölülerden zarar gelmez” diyerek. (YZ, s. 75) Düşler gerçeklikten daha üstündür, bir aydınlanma ânı yaşatırlar bir yere kadar: Anlatıcı bu insanları anlayamaz, çünkü onlarla iletişim kuramaz. Yalnızca dilden kaynaklanan bir şey değildir bu, o coğrafyayı bilmemenin getirdiği bir sonuçtur aynı zamanda. Deniz ve dağ başı karşıtlığı (bu karşıtlık Kimseromanında da vurgulanır, bkz. HBM, s. 52) bu bağlamda düşünülebilir. Deniz kıyısında yaşayan anlatıcının düşleri dağda yaşayan insanların düşleriyle, o düşlerin sembolleriyle örtüşmez. Ancak bu örtüşmeme o düşlerin anlamsızlığını değil, yorumlayanın o düşlerin diline, işleyişine hâkim olup olmadığını gösterir.

Öznenin çokluğu, tekinsizliği, noksanlığı

Üstkurmaca (metafiction) bilindiği üzere metnin kurmaca niteliklerini öne çıkaran, bunlar hakkında kafa yoran yapıtlara verilen bir ad. Yukarıda bazılarını örneklediğimiz üzere, Edgü’de belli bazı üstkurmaca özelliklerinin olduğu kolaylıkla söylenebilir. Ancak Edgü’nün yapıtlarındaki üstkurmaca özellikler edebiyatı haylazca bir oyuna dönüştüren post-modern yaklaşım değil, yazma sürecinin iniş çıkışlarını hesaba katmayı talep eden bir teknik daha çok yer yer itiraf ve günah çıkarma, yer yer savunma ve karşı saldırı. Edebiyat kusurludur, ancak anlamsız ya da beyhude değildir, yazan özne kusurludur ama söyleyebildikleri yabana atılır demek değildir bu.

Geleneksel anlamda roman olmayan ancak kapladığı düzlem ve talep ettiği derinlik yüzünden roman sayılabilecek Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı’da belirgindir bu his. Deneyimin ve anımsamanın eksikliği yapıntı/kurmaca fotoğraflarla ikame edilir. “Ara” adlı bölümde, Çakır’ın anlattığı öyküsünü vapurdaki yaşlıdan dinlediğini öğreniriz. “Bir başkası anlatacak bu öyküyü” der yaşlı adam. Öykü yaşayanın değil, anlatanındır; anlatma yetisine, cesaretine sahip olanındır. Yaşamak anlatmakla örtüşmez. Hep bir ucu dışarıda kalır ya da kaplaması gereken alanı örtmez yeterince. Bir mesafe olmak gerektir belki de, yaşananla anlatılan arasında. Bir yabancılaşma. Sadakatin eğilip bükülmesi.

Edgü, Çakır’ın fotobiyografik öyküsünü üçüncü tekil şahısla aktarır; Kıni’nin öyküsünü anlatan “Su Testileri” bölümünde ise anlatı kişilerini birinci ve üçüncü tekil şahıs anlatımla aktarmakla kalmaz; zira yeterli görmez bunu. Anlatan öznelerin ikmali: Anlatıdaki kişiler minimal denebilecek kısa parçalarla doğrudan ya da üçüncü bakış açısıyla yaşadıklarını aktarırlar; daha sonra ise Edgü onların anlattıklarına bir boyut ve derinlik kazandırmak, içlerinden geçenleri aktarmak için makaslanmış tümcelerle daha da kısa bölümler ekler.

Edgü romanlarında öznenin tek parça, bölüntüsüz bir şey olmadığını söylemiştik. Özne seslerden oluşur, başkalarının seslerini barındırır; onu tek, arı bir sesle özdeş tutmak onu basite indirgemek, özgünlüğünün tam da bu seslerden oluştuğunu göz ardı etmektir. Kimse’de ikiye yarılan ses bir özneden çok, nice farklı öznenin dile gelmesini, yaşamasını sağlayan bir ortam gibidir:

"Kendi kendimle değil, diyor Birinci Ses. Binlerce

ses var. Sen de bunlardan birisin. Binlerce ses var

konuşan. Binlerce ses var yoğuran beni. Burda

(eliyle kafasını, sonra göğsünü gösteriyor) beni

savuran, beni konuşan, konuşturan, ağlayan,

haykıran, düş gören, düşlerinde bağıran, yardıma

çağıran, kovan, söven, sayan, sevgilim diyen,

geber diyen, koşan, inen, çıkan, bitlenen, yenen..." (K, s. 89) 

Yine Kimse’de Birinci Ses ve İkinci Ses ayrımı kitabın ortalarında (sayfa 94’te) kısa bir süreliğine kalkar, bu ikili Biri ve Öbürü olarak anılmaya başlar. Yani hangi sesin ne dediğinden çok söyleyenin değil, karşılıklı söylenenin öne çıktığı görülür. Edgü’de özne katı ya da durağan da değildir; yüzer-gezerdir, biçimden yoksundur. Öyle ki, Kimse romanının ikinci kısmında anlatıcı Birinci ve İkinci Ses kaybolur ve yerini birinci ve üçüncü tekil kişi seslere bırakır.

Sonuç

Ferit Edgü’nün romanları (öyküleri için de büyük ölçüde geçerlidir bu) yer yer dilin yetersizliği, sözün boşunalığı, anlatanın ve anlatının güvenilmekten uzaklığı gibi yakıcı olguları öne çıkarır. Anlatan özneyi sorgulayan bir tutum. Kimileyin çözüm olabildiğince az konuşmak, az ifade etmektir; hatta susmak da bir seçenektir. Ancak bu sorgulama ve kuşku bizi anlatılanlardan uzaklaştırmak yerine onlara daha eleştirel bir gözle bakmaya çağırır bizi. Dil neden kum misali kayıp gider ellerimizin arasından? Sözcükler neden itaat etmez bize? Neden susmadan medet umarız?

Öznenin ve onun anlattıklarının güvenilmez oluşu ötekilerin, “öteki”nin deneyimlerine daha eleştirel bir tavırla yaklaşmamız gereğinin akla getirir.

Dil beyhude değildir. Sonuçta insanoğluna/insankızına verilmiş bir şeydir dil; yazmak, konuşmak, (bir umut) var olmayı dayanılır kılar.

 

NOTLAR: 


[1] Yüzyüze Konuşmalar. Ferit EDGÜ: Yazmak, Yalnızlığa Karşı Tepkidir... Youtube

[2] Guzine DINO, « EDGÜ FERIT (1936- ) », Encyclopædia Universalis [en ligne], consulté le 14 septembre 2022. URL: https://www.universalis.fr/encyclopedie/ferit-edgu/

[3] Kimse’de ve onun devamı sayılabilecek, onu tamamlayan HBM’de deniz ve dağ, düzlük ve yüksek kesimler, güney ve doğu arasındaki karşıtlık kültür, yaşam biçimi ve dil gibi diğer karşıtlıkları da akla getirir. Dağdan kaçıp kurtulma, denize kavuşma (K, s. 96) HBM’nin de laytmotiflerden biridir ve kurtulmayı, özüne, kendi diline dönmeyi, insanın kendini kendisi olarak duyabileceği bir varoluşa yeniden ulaşmayı imler. Düşle gerçek de bu karşıtlıklardan biri gibidir. Ancak dikkatli bakınca pek de öyle olmadığı anlaşılır.

 

GİRİŞ RESMİ:

Ferit Edgü, fotoğraf: Burak Fidan