“Âdem’in şiir tutkusu McEwan’ın bu güzel romanındaki en hoş dokunuşlardan biri. Tıpkı bir makinenin şiir yazıp yazamayacağı gibi, yapay zekâyla ilgili kurmacalarda sürekli karşımıza çıkan makinelerin âşık olup olamayacağı da yeni bir mesele değil. Ama Benim Gibi Makineler şiir, aşk ve insan doğasının nasıl iç içe geçebileceğini açık ve net bir şekilde gösterme konusunda öne çıkıyor.”
Yapay yaşama dair hemen her kitapta, Victor Frankenstein gibi insanların yarattıklarının çarpıcı gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda kaldıkları bir an vardır. Bu an Ian McEwan’ın 1980’lerin alternatif Londrası’nda geçen yeni romanı Benim Gibi Makineler’de biraz geç tezahür ediyor. Romanda anlatıcı Charlie tıpatıp gerçeğine benzeyen yapay insanların ilk partisinden Âdem’i satın almıştır. Bir yandan ilk kez çalışacak olan yeni ürününe bakıp diğer yandan üst katta oturan ve yakınlarda âşık olduğu genç Miranda’yı düşünen Charlie, kendisi ve androidi arasındaki ontolojik farkı kayda şöyle düşer: “...soluk alıp verir gibi görünecek, ama yaşamadığı anlaşılacaktı. Aşka yeni düşen bir erkek yaşamın ne olduğunu bilir.” Ama aradaki bu fark, birkaç hafta sonra Âdem’in de Miranda’ya âşık olduğunu söylemesiyle bir aşınmaya uğrayacaktır. Doğal olarak Charlie’nin ilk tepkisi bu olasılığı (“varoluşsal açıdan bu senin bölgen değil”) inkâr etmek olur ve düşüncesini desteklemek için yöntemlerin en basitine başvurarak Âdem’in kapama düğmesine uzanmaya yeltenir. Ama o amacına ulaşamadan Âdem, Charlie’yi bileğinden yakalar (“Vahşice yakaladı”). Charlie’yi kendine denk, hatta kendisinden daha üstün bir yaşam formuyla karşı karşıya olduğunu kabule iten şey ilan-ı aşk değil, bileğinin hayvani bir şiddetle sıkılmasıdır.
Ama bir dakika, biz bu sahneyi daha önce de görmemiş miydik? Beowulf’ta heyecanın doruğa ulaştığı bir anda canavar Grendel de neredeyse aynı farkındalığı yaşar. Beowulf’u yakalayıp yutmak için yaptığı hamle “bir insanda görmediği kadar sert bir el tarafından durdurulur”. Grendel dengini bulmuştur. Kahraman kolunu omzundan kopararak Grendel’i öldürür.[1] Romandaki bu göndermeyi gözden kaçırmak gayet mümkün. Âdem’in Charlie’nin bileğini kavraması pek çok okuyucuya Beowulf’u değil, romanda önceki bir bölümde geçen ve Charlie’nin bir oyun alanındaki bir çocukla beklenmedik bir bağ kurduğu önemli bir el temasını (“Elimi çocuğa uzattım, elini kaldırıp parmaklarını parmaklarımın arasına sokunca çok şaşırdım. Gururumun okşandığını hissettim.”) hatırlatacaktır. Ancak Beowulf’a yapılan gönderme birkaç sayfa sonra daha anlamlı bir şekilde yeniden kendini gösterir ve Âdem bileğini kırdığı için Charlie’den özür diledikten sonra gülerek “Ama bir daha benim kapatma düğmeme elini uzatırsan, kolunu bütünüyle, yuvalı topuzlu eklem yerinden koparmaktan memnun olurum” der.
Charlie bunu Âdem’in “ilk kez şaka yapmaya kalkışması” olarak tanımlasa bile, şaka da, an da gayet karmaşıktır. Burada Anglo-Sakson şiir geleneğini düşünen McEwan mı, yoksa Âdem midir? Âdem yalnız kaldığı çoğu zaman edebi eserler okur ve özellikle şiirden hoşlanmaya başlar. Charlie’ye Philip Larkin’i keşfetmekten duyduğu sevinçten söz eder (“... bu sıradan ses ve tanrıdan uzak bu aşkınlık anlarına çok değer veriyorum!”), Shakespeare, Milton ve Tagore’dan alıntılar yapar. Pek zaman geçmeden kendisi de şiir yazmaya başlar, bunlar Miranda’ya duyduğu hislerle ilgili bir dizi haikudur.
Âdem’in şiir tutkusu McEwan’ın bu güzel romanındaki en hoş dokunuşlardan biri. Tıpkı bir makinenin şiir yazıp yazamayacağı[2] gibi, yapay zekâyla ilgili kurmacalarda sürekli karşımıza çıkan makinelerin âşık olup olamayacağı[3] da yeni bir mesele değil. Ama Benim Gibi Makineler şiir, aşk ve insan doğasının nasıl iç içe geçebileceğini açık ve net bir şekilde gösterme konusunda öne çıkıyor.
C.S. Lewis’in 1936’da o gün deneyimlendiği şekilde aşkı şairlerin icat ettiğini söylemesi 20. yüzyılın aşka dair düşünce dünyasına damgasını vurmuştu. Lewis, tutkuya dair o günlerde çok içkin görünen hislerin ilk olarak 11. yüzyılda Provence’lı trubadurların şiirlerinden ortaya çıkan düşüncelerin gerçekten içselleştirilmiş versiyonları olduğunu yazıyordu. Her ne kadar Lewis’in argümanı o zamanlar bilinmeyen Oxford’lu bir öğretim görevlisinin bilimsel bir kitabında yer almış olsa da, bu düşünce kısa sürede kötü bir şöhrete nail oldu. Çünkü iddiası aşkın üzerindeki büyülü örtüyü sıyırıp atma ve onu düzmece bir şey olarak teşhir etme riski taşıyordu. Ne var ki, evrenselliğine ve zamansızlığına dikkat çekerek aşkı savunanların art arda ortaya çıkması pek sürmedi.
Sonunda zafer aşk savunucularının oldu. 20. yüzyıl entelektüel tarihinin genel eğiliminin üstünden sıçrayıp aşkın kültürel bir inşa değil, daha nadir bir şey, insan doğasının esas ve kaçınılmaz parçalarından biri olduğu düşüncesi yaygınlaştı.
Ama birkaç onyıl sonra tartışma dönüp dolaşıp aynı noktaya geldi. 20. yüzyılın sonlarında, nörobilim ve evrimsel psikoloji alanlarındakiler de dahil olmak üzere farklı disiplinlerden bilim insanları dikkatlerini aşka çevirmeye başladı. Bu yeni araştırmaların baş savunucusu ve popülerlik kazanmasını sağlayan kişi herhalde biyolojik antropolog Helen Fisher’dır.
Fisher Neden Âşık Oluruz (2004) ve yakın zamanda gözden geçirilip yeniden basılan Cinsel Aşkın Anatomisi (1992; 2016) gibi bir dizi kitapta, kendisi dahil pek çok araştırmacının çalışmalarını sentezleyerek aşka bilimsel bir açıklama getirmeye çalışmıştı. Kitapları karmaşık ve incelikli bir resim çizmekle beraber iki temel iddiaya dayanıyor: İlki aşkın etkilerinin bir dizi nörokimyasal süreç olarak, diğeriyse doğrudan doğal seleksiyonun (bu yetersiz kaldığında da cinsel seçimin) bir sonucu olarak anlaşılabileceği. Fisher’ın fikirleri Lewis’inkinden çok daha geniş bir kitleye yayıldı: Kitapları iyi satıyor, TED konuşmaları milyonlarca kez izleniyor ve Match.com adlı çöpçatanlık sitesine danışmanlık yapıyor. Yenilerde ortaöğretim öğrencilerine yönelik olarak hazırlanan bir el kitabı net bir şekilde Fisher’ın tartıştığı konulardan yola çıkıyor ve aşka tutulmuş 9-13 arası çocuklarla ergenlere bu duygu durumuyla ilgili kimyasal bileşikler üzerinden hislerini anlamayı salık veriyor.[4] Bu olan bitenin hiçbiri büyük bir gürültü koparmadı, Fisher ve meslektaşlarının yazılarının aşkın büyüsünü Lewis’ten katbekat daha fazla bozmasına rağmen. İnsanlararası aşkın evrensel olması konusunda Lewis’i eleştirenlere katılıyorlar. Ama Lewis her şeyi yetiştirilmeye yüklüyor görünürken, bilimsel açıklamalar daha da cesaret kırıcı bir şekilde her şeyi tabiata bağlıyor.
Hakikatin bu iki uç arasında bir yerlerde yattığını söylemek kolaycı bir tahmin olurdu, ama doğru olduğu da su götürmez. İşte bu noktada Lewis’in özgün, gözden kaçan terimine dönüyoruz: Şiir. Şiir Ortaçağ trubadurlarından çok önce aşkın ifadesinin bir aracı olagelmişti; bunun nedeni de bir denge kurabilmesi. Tıpkı müzik gibi, şiir de matematiksel veya bilimsel bir boyuta sahiptir, fantezi âlemine dalışlarının üzerinde yükseldiği ve her şeyin birbirine bağlandığı bir zemin gibidir bu. (Bu nedenle çocuklar şiir veya müzik dehası olabilir, ama usta oyun bir yazarı olamazlar. Yine bu nedenle bir bilgisayarın romandan ziyade makul bir şiir üretebilmesi mümkündür.) Benzer şekilde aşk da kısmen kablolarla birbirine bağlanmış bir sistem gibidir ve önceden programlanmış nöral ağlar üzerinde çalışır (mesela anne sevgisi gibi kimsenin inkâr edemeyeceği durumlar). Ama hissin etkisi her seferinde izi sürülebilir mekanik nedenin ötesine geçer.
Şiir ve aşkın güzelliği ve birbirleriyle ilişkilerinin anahtarı, öngörülebilir örüntülerden bireysel bir ilham devşirebilme kapasiteleridir. Fisher’ın biyolojik determinizm ve Lewis’in insan etkinliği dünyası arasında, diğer bir deyişle, madde ve ruh, kader ve irade arasında bir denge kurarlar.
Benim Gibi Makineler, doğrudan bu kavramlar ve tartışmalarla çarpışıyor. Charlie aşkın esrikliğini yaşadığı bir anda Fisher’ın gözde kimyasallarından “endorfin, dopamin, eksitosin ve diğerleri”ni sıralar ama onları hemen duygularının yeterli açıklamaları olarak gözden çıkarır: “Maddi bir temele oturmaları [hislerinin] itiraz götürürdü.”[5] Ama Charlie üniversitede aldığı antropoloji eğitimine de aynı derecede şüpheyle yaklaşmaktadır. Ona kültürün her zaman biyolojiye baskın geldiği, yetiştirilişin her şey olduğu ve onun deyişiyle insan doğasının “yazılımdan başka bir şey olmadığı” öğretilmiştir.
Tüm bunlar ışığında bakıldığında, Benim Gibi Makineler son derece etkileyici bir okuma deneyimi sunuyor ve kesinlikle fikirlerle dolu bir roman. Ancak bu fikirler anlatı öğelerini gölgelemediği gibi, birbirine kenetlenmiş iki elin parmakları gibi sıkı sıkıya ve doğal bir şekilde dokuyor anlatıyı. Hepsinin ötesinde, aşk ve şiir roman boyunca ilmek ilmek birbirinin içine geçiyor: Kurgunun parçaları, tartışma ve düşünme malzemeleri olarak ortaya çıkıyorlar. Hatta romanın başlarında, Âdem daha bir bilinç sahibi olmadan önce, Charlie’nin ona uzandıktan sonra “Elimi uzatıp kalbinin üstüne koydum, o kalbin sakin, uzunlu kısalı atışlarını avcumda hissettim” sözleriyle anlattığı hislerindeki gibi anlık çakan düşüncelerde de kendilerini gösteriyorlar.
Şiir, aşk ve insanlık arasındaki ilişkiyi en unutulmaz şekilde anlatan robot Âdem’dir. Geldiği noktada iki bin haiku yazmış ve Charlie’nin kendisini yenik hissetmesine neden olmuştur (“İki bin tane! Bu sayı beni haklı çıkardı – onları üreten şey bir algoritmaydı”). Charlie diğer yandan, basit simetrisi ve derinlikliymiş gibi görünmesinden dolayı haiku türüne şu sözlerle karşı çıkar: “Fazla anlamlı olmamaya özellikle gayret eden, fazla şirin, bir elin nesi var türünden boş bilmecelerle oyalanırken yazarından fazla bir şey beklemeyen şeyler.” İnsanın aşk veya düşmanlık şeklinde tezahür edebilen ilişkisini belirleyen karşılıklılık burada yoktur. Charlie bu eleştirilerini Âdem’e dillendirir ve onu başka şiir formlarıyla ilgilenmeye teşvik eder.
Ian McEwan
Ama Âdem yaratıcılık açısından zoru başararak haikunun çok daha entegre bir gelecekte varlığını koruyacağı için insanlar arası bağlantıyı en fevkalade şekilde yansıtan tür olduğunu savunur. “Dünya edebiyatında okuduğum neredeyse her şey insanların başarısızlıklarının çeşitlerini tarif ediyor, hepsinden önce de başkalarını tamamıyla yanlış anlama konuları harika tarif ediliyor” der Charlie’ye. Ancak insanlar icat ettikleri cihazlara giderek daha çok bağlandıkça ve iletişim bütüncül ve mükemmel hale geldikçe bu durum ortadan kalkacaktır. Âdem bunu şöyle tarif eder: “Ancak erkeklerle kadınların makinelerle olan evliliği tamamlanınca bu edebiyat gereksiz olacak çünkü birbirimizi fazlasıyla iyi anlayacağız. ... Edebiyatlarımız sağlıksız besinlerini yitirecekler. Tek gerekli biçim, özlü haiku olacak, her şeyi olduğu gibi sakince, berrak bir şekilde algılayan ve öven haiku.” Kuşkusuz böyle bir gelecek tahayyülü korkunç olurdu. Ama şiirin mekanik olduğu kadar akılla anlaşılamayan bir geleceğe dönük içgörüdeki rolü düşünüldüğünde de harikulade olduğunu teslim etmek gerek.
Benim Gibi Makineler, McEwan’ın diğer romanları gibi sürükleyici, –hatta heyecanı sürekli yüksek tutan– duygusal açıdan insanın içini çeken bir kitap. Son sayfaya vardığınızda kitabın arkasına bakın, orada bir sürprizle karşılaşacaksınız.
Kitaptaki son söz, yaratıcısı Justus Erich Walbaum’un (1768-1839) adını taşıyan Walbaum adlı yazıtipini anlatan “Yazıtipi Hakkında Bir Not”tadır. “Genç Walbaum sanatçı olarak kariyerine kurabiye kalıbı yaparak başlamıştır” diye başlayan metin şöyle devam eder: “Bu alandan çıkıp da başarılı harf klişecisine dönüşmesi ise bir muamma. Adını taşıyan yazıtipi ‘modern’ olarak sınıflandırılsa da kesimindeki birçok küçük bozukluk ana insancıl özelliklerini verir.”
Bildiğim kadarıyla bunların hepsi doğru ve yayıncının diğer kitaplarında da benzer notlar yer alıyor. Ama birileri –acaba McEwan olabilir mi?– bu ifadeyle kesinlikle çok eğlenmiş olmalı. Değiştirilebilir kurabiye kalıpları yapan birinin nasıl olup da son üç yüz yıldır üzerine düşündüğümüz bir “hümanist yazıtipi”nin yaratıcısı olduğu şaka olmamak için fazla kusursuz bir durum. (Bu arada sanırım işin daha da komik yanı, bunun yalnızca basılı edisyonda olması; kitabı elektronik ortamda okuyanlar bu durumdan mahrum kalıyorlar.)
Şaka olup olmadığı bir yana, bu not romanı bu denli doğru yapan şeylerin çoğunu özetliyor. Âdem’in kitapta bir kısmını okuma şansına sahip olduğumuz haikularından biri 17 yerine 18 heceden oluşur. Âdem “Üçüncü dizedeki fazla hece için önceden özür dilemiş, üzerinde çalışmaya devam edeceğine söz vermişti”. Ama aslında özür dilememesi gerekirdi, aşkta da şiirde de bütün büyüyü yaratan şey düzenin bozulması, basit örüntülerin birleşimi ve beklenmedik sapmalardır.
•
Çeviren: AYKUT ŞENGÖZER
NOTLAR:
[1] Seamus Heaney çevirisi (2000). McEwan’ın versiyonunda ise roller büyük ölçüde tersine dönmüş, insan olan Charlie, Grendel’in yerini almıştır.
[2] Daha 1677’de John Peter adında bir İngiliz yarım milyon Latince dize üretebilecek bir dizi tablo, ızgara sistemi ve mektup hazırlamıştı. Jonathan Swift, Peter’ın bu buluşunu Gulliver’in Gezileri’nde hicvetmişti.
[3] Steven Spielberg’ün 2001 tarihli filmi AI’ın spotunu düşünün: “Aşkı gerçek, ama kendi değil.”
[4] Matt Lilley, Why We Love: The Science of Affection (Compass Point, 2019); Fisher’ın aynı adlı kitabıyla karıştırılmamalı.
[5] Sonrasında bir programcı Âdem üzerinde en ünlü deneylerinden birini yaparken Fisher’a bir dokundurmada bulunulur. Fisher’ın deneyinde sevdikleri birinin fotoğrafına bakarken beyindeki dalgaları tarayan bir fMRI makinesi kullanılmaktadır. Bir kontrol noktası olarak deneklere sevmedikleri birinin fotoğrafı da gösterilir. Zihinlerini temizlemeleri için de dört basamaklı bir sayıda yedişer yedişer geriye saymaları istenir. Âdem de benzer bir deneye tabi tutulmuş, ama ondan 10 milyondan 129’ar 129’ar geriye sayması istenmiştir.
Bu yazı ilkin 8 Ocak 2019’da “Machines Like Me, But The Love You başlığıyla Public Books’ta yayınlanmıştır. Yazarın ve Public Books’un özel izniyle Türkçeye çevrilmiştir. Kopyalanamaz, kullanılamaz.