Yangın, kâğıt uçaklar ve bin kedinin düşleri: Özge Sarıoğlu’nun romanından ressam Fulya Çetin’in işlerine...

"Özge Sarıoğlu ve Fulya Çetin’i buluşturan yangın belli ki hâlâ devam ediyor: Bir gün alevlerin sıcaklığını kapımızda hissederken, bir gün kendi bahçelerimizde filizlenen tohumlarımızla avunuyoruz. Bu iki sanatçının bende bıraktığı hissiyat ise şu: Yangının çıktığına inanıyoruz da, bir gün söneceğine neden inanmıyoruz?"

21 Ocak 2021 18:00

Özge Sarıoğlu’nun 2014 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan ilk romanı Yangın’da kaynağı belirlenemeyen bir yangının tüm dünyayı sardığına şahit oluyoruz. Günlük yaşamın sıradanlığını ele geçirerek sürekli bir korku gündemi oluşturan bu küresel tehdit, devletlerin kısıtlayıcı önlemlerine zemin oluşturmuş, dünya halklarını evrensel bir “sıkıyönetimin” kıskacına sokmuş halde. Ve bu sürekli yangın hali bize totaliter sistemlerin eziciliğinden mahalle baskısına, küresel ısınmadan anksiyete yüklü bir yürek burkulmasına pek çok şeyi çağrıştırıyor.

Fulya Çetin, İsimsiz/Untitled, tuval üzerine yağlı boya / 110x190 / Havaya Karışan, 2015.

“… Kontroller sık oluyor. En geç iki ayda bir kez yakalanıveriyorsunuz birisine. 'Şu anda ne düşünüyorum, halim nasıl, tamam o zaman şu cümleyi söyleyeyim' diye düşünmeye vakit yok. Hızla o andaki ruh halinizin ezbere cümlesi çıkmalı ağzınızdan. Yoksa tereddüt etmiş olursunuz ve anında kaybolursunuz.” 
(Özge Sarıoğlu, Yangın)

Fakat bu ezici kontrolün hükmü her ülkede aynı şiddette değil, dolayısıyla gündelik yaşamlarında özgürlükleri, nefes alanları gitgide azalan kahramanlarımız daha özgür, daha huzurlu, daha yeşil topraklara göç ediyorlar. Ne var ki yaşamı bildiğimiz şekliyle imkânsız kılan yangının kendisi değil, onu kullanan baskıcı yönetim biçimleri. Dolayısıyla yangından kaçış yok ve ütopyanın peşine düşen bir avuç insanın uğruna her şeyi feda ettikleri, hatta yetişkin ve gerçekçi bir bakış açısıyla ince ince planlayarak giriştikleri her adım zamanla ütopyanın düşlerinden distopyanın karanlık kucağına yuvarlanıyor. Bizler de okur olarak ütopyanın imkânsızlığına bir kez daha ikna olacakken, aslında ütopyanın distopyanın içinde gizli küçük anlardan ve sürecin kendisinden ibaret olduğunu fark ediyoruz. Görüyoruz ki içimizdeki umudu, yaşamın her gün yeniden filizlenen ve paylaştıkça çiçeklenen kalabalığına karşı koyup onu yok edecek güçte hiçbir silah yok.

Fulya Çetin, İsimsiz/Untitled, tuval üzerine yağlı boya / Nehir Altı Nehir, 2013.

“Evler yapılırken arada sırada sabah yatmadan önce Kız Kardeşim ve bazen de Kızıl Sakallı Adam’la deniz kenarına yürüyüp güneşi doğurtuyorduk. Hava nemli, yapış yapış. Ama bu mutsuz etmiyordu bizi. Uyku tutmayan sabahlarımdan biliyordum ki, güneş canı ne zaman isterse –ki pek istemiyordu sanırım– sadece o zaman açıyordu buralarda.”
(Özge Sarıoğlu,Yangın)

194 sayfalık bu sürükleyici, çağdaş Türkiye distopyasını neredeyse elimden bırakmadan, iki gün içinde bitirdim. Etiketlenmesi güç, tarifi zor, ele avuca sığmayan bir metafor yağmuru diyebileceğim romanın en güçlü yanlarından biri son derece duru, akıcı ve kolay okunan diliydi. Laf kalabalığından uzak, boşluklarıyla nefes aldıran, belirginleştirdiği gölgelerle büyük resmi ortaya çıkaran yapısı bana daha çok İskandinav edebiyatına yakın, çarpıcı bir sadelik duygusu verdi. Diğer yandan hikâyeyi canlı kılan ufak detayları zahmetsizce yakalayan yazar, başından sonuna kadar sürükleyici örgüsüne sıcaklık katan ve kişileri, olayları daha da gerçek kılan küçük sürprizler hazırlamıştı. Benzer şekilde beklenmedik yerlerde ortaya çıkan ve insanı kendine getiren ufak tefek mayınlar da anlatı boyunca kitabın içine yerli yerinde serpiştirilmiş görünüyordu. Şefkatli, merhametli ve sıcak ama bir o kadar da sert ve gerçekçi…

Fulya Çetin, Ormanda, tuval üzeri yağlı boya / 73x 91 / Bahar Temizliği, 2006.

“Neden sonra yere düşmüş. Düştüğü yer ıslakmış. Galiba ıslaklık kendinden geliyormuş. Tek gözünün ha bire seğirdiğini fark etmiş ama durduramıyormuş onu. Yerde öylece yatarken tekrar hatırlamış işte o zaman annesini. Bir daha bağırmak istemiş “Anneeeee!” diye. Ama fark etmiş ki ağzını hissetmiyormuş.” 
(Özge Sarıoğlu, Yangın)

Ursula Le Guin’in izinde, son derece evrensel ama bir o kadar da ‘bizden’ bir kimliğe sahip olan Yangın’ın en güçlü niteliği ise metaforik bir dünya kurgularken kendi gerçekliğini yaratan ve ayakları yere basan tavrıydı sanırım. Yazarın hiçbir zaman gereğinden fazla bilgi vermeyen, betimlemelere yer ayırmayan yalın dili onu ışıltılı ve çarpıcı kılıyor. Dolayısıyla parmağını insanın gözüne sokmadan, “bu buymuş, bu da şunu temsil ediyormuş” gibi kaba sorgulamalara yer bırakmayan, sağlam bir örgü her anlamda kendi hükmünü ilan etmiş görünüyor ki, bu da güçlü bir distopyanın olmazsa olmazı. Karakterlerin isimleri olmaması kafa karışıklığına yol açmadığı gibi, kitaba daha da evrensel bir nitelik kazandırıyor. Zira ayrıksı türlerin Türkçeye adaptasyonunda karşılaştığımız Zorg, Borg gibi isimlerin zorlama duygusu yerine, çok daha kolay algılanan ve kulağa batmayan bir yol izlenmiş. Kitabın tamamında betimlemelere neredeyse yer verilmemesiyle desteklenen bu anonim ve minimalist yapı az önce sözünü ettiğimiz İskandinav hissiyatını daha da güçlendiriyor. Böylece Yangın, “yazar Türkçe distopya denemiş” tarzı yabancılaştırıcı hendeklerin hiçbirine düşmeden kendi çizdiği yolda ilerliyor. Anlatıya yer yer eşlik eden ve kitabın gerçekliği içinde anlatılagelen çarpıcı “Yol Masalları” da kendi folklorunu yaratarak bu kurmaca dünyaya canlılık ve derinlik kazandırıyor.

Fulya Çetin, Anıl ve tavşan / tuval üzerine yağlı boya / 100x130 / Tahrip Koleksiyoncusu, 2010.

“… birden elindeki tüfeği hizmetçilere doğrultmuş ve buyurmuş ki, yeni Avcı artık kendisidir ve her kim ki bu akşam bakire kızını kendi odasına göndermez, bilsin ki sabaha kendisi de, kızı da ölüdür.” 
(Özge Sarıoğlu, Yol Masalları VII, Yangın)

Yangın’da belirgin bir göç teması ve mültecilik üzerinde de durulmuş. Ancak buna eşlik eden güçlü hallerden biri de doğduğun topraklarda kendini “azınlık” hissetme hali. Dolayısıyla Yangın, dünyada nereye gidersek gidelim, kurulu düzende kendimizi daima ‘azınlık’ hissedeceğimizi; vardığımız her diyarda geride bıraktığımız bir şeylere hasret yaşayacağımızı, düzene teslim olup kendimizi kertenkele beynimizin hayatta kalma güdüsüne indirgemediğimiz sürece o mutlak aidiyet duygusunu asla yaşayamayacağımızı, huzur ve aidiyeti ya birbirimizin kucağında ya da sokakta, yangının orta yerinde bulacağımızı hatırlatıyor.

Fulya Çetin, Şafak/Nina, tuval üzeri yağlı boya / 50x 70 / Bahar Temizliği, 2006.

“Sadece sana mı kötü davranıyorlar peki?”
Durdu.
“Hayır” dedi, “buralı olmayanlara.”
(Özge Sarıoğlu, Yangın)

Özge Sarıoğlu’nun 2014’te yayınlanan kitabını daha okurken gözümde bambaşka bir kapak tasarımı belirdi: Ressam Fulya Çetin’in 2015 tarihli Havaya Karışan adlı sergisinde yer alan bir resim. Bir yangının ortasında, kül ve duman içinde havada süzülen, kâğıt bir uçak… Bu resmi gördüğüm anda 2013 yılında ülkenin ikliminde yaşanan o “genetiğini değiştiremezsin ama şaşırtabilirsin” hissiyatı ve her yanı saran o isli, dumanlı, karanlık yangın duygusu içinde her şeye rağmen ışıl ışıl parlayan, her birimizin yüreğinden havalanan, çaresizce gerçek bir şeydi bu. Yangının ortasında süzülen bir kâğıt uçakta cisimlenen bu alabildiğine basit, hafif, hatta ağırlıksız ve uçarı şeyi hiçbir yangın yok edemezdi.

Fulya Çetin, Ormanda, tuval üzeri yağlı boya / 73x 91 / Bahar Temizliği, 2006.

“… şehrin kara dumanlarının dışına, hâlâ ormanlarıyla yeşil kalmış, nispeten az gelişmiş bir bölgeyi seçtik. Daha az insan, daha az soruydu. Daha az beton daha bol havaydı.”
(Özge Sarıoğlu, Yangın)

Ben de kendi hayalimde Özge Sarıoğlu’nun Yangın romanını Fulya Çetin’in resimleriyle süsledim. İsmi konmamış yeni varoluş biçimlerini, yeni çağın henüz dile getirilen taptaze duygularını dile getiren bu iki sanatçıyı kafamda bir araya getirdim. Fona da bolca Eric Satie döşedim. Karanlığa rağmen hayatta kalmanın, hayatı korumanın sembolü oldu bu ikili benim için. Belki de benzer zamanlarda, benzer duygularla yola çıkan, göz gözü görmeyen is ve dumanlı gecelerde şehir sokaklarına çıkanların yüzlerini aydınlatan o yangına bir biçimde şahit olmuştu ikisi de. Bir ivedilik, bir imkânsızlık, bir kaçma ve savaşma duygusunun en gerçek tezahürüydü yangın ve bu duyguların hepsi insancaydı. Üstelik Sarıoğlu’nun kitapta anlattığı gibi bizzat ateşe kapılıp yanmayan hiç kimse hissetmiyordu yangının sıcağını ve yakıcılığını. Sadece evlerinin kapısı, duvarları yanmaya başlayanlar ya da yangında sevdiklerini kaybedenler için gerçekten vardı ve onun dışında hepsi hepsi ardı arkası kesilmeyen “haber” niteliğinde bir söylenceydi ve artık içinde yaşadığımız şey tam olarak buydu. Asla resmin bütününü göremediğimiz bir aynalar evinde yaşıyor, birbirimizden de kendi yansımamızdan da korkuyorduk artık ve gerçeği görebilmenin tek yolu yangının orta yerinden geçiyordu belki de.

Fulya Çetin, Şafak, tuval üzeri yağlı boya / 65x 90 / Bahar Temizliği, 2006.

“Yangın yokmuşçasına, daha önce yaşanan her şey oyunmuşçasına yaşıyorduk.”
(Özge Sarıoğlu, Yangın)

Sarıoğlu’nun romanı çağdaş yaşamın kişisel etik tartışmalarını ve bireysel bölünmelerini hem gerçekçi hem de merhametli bir şekilde, kimseyi suçlayıp yargılamadan ele alıyor. Zamanında verilmiş mücadelelerin yılgınlığını da, kişisel karmaşalar ve temkinli adımları da, hiç düşünmeksizin kendini ateşin ortasına atmayı da insan olmanın doğal ve kendi içinde haklı, hesap sorulmaz halleri olarak kucaklıyor. Bu da kitaba insani ve tarafsız bir perspektif; kendine, hayata ve diğerlerine anlayışlı, merhametli, dışlamak yerine kabul eden bir duygu kazandırıyor. Bir yangının orta yerinde yapılacak tek şey de bu değil mi zaten? Yargılamak yerine kucaklamak ve ayırmak yerine birleştirmek…

Özge Sarıoğlu ve Fulya Çetin: Birbirinden habersiz “yangını” anlatan iki sanatçı.

Fulya Çetin’in 2014 tarihli Havaya Karışan sergisinin tanıtım yazısı da iki sanatçının birbirinden ayrı ama ortak hissiyatını belirgin bir şekilde ifade ediyor:

"Havaya Karışan, Çetin’in etrafımızda olup bitenden, sokakta kopan isyandan, kavgadan bir adım atıp atölyesinde kendi kendine konuşmasından, bir tür mırıldanma halinden çıkan resimlerini kapsıyor. Bir yangının burnumuzun dibinde, kimisinin ise uzakta bir şehirde gibi konumlandırıldığı, havanın, alevlerin ve pusun birbirine karıştığı bu resimlerdeki ateşe bir yaklaşıp bir uzaklaşıyoruz. Çetin’in kafasının üstünde biriken bulutla, yangınlardan ve yıkımdan yükselen toz ve duman birbirine karışıyor. Bu resimlerde sanatçının iç sesini kolektif bilince eklemleyen bir taraf var…”

Kısacası, kolektif bilince eklenen bu yangın duygusunun Sarıoğlu’nun romanında karşımıza çıkması elbette şaşırtıcı değil ama bu ortak paydayı iki başarılı sanatçının eserlerinde bulup da heyecan duymamak neredeyse imkânsız. Benzer biçimde Sarıoğlu da kitabın ortaya çıkma hikâyesini bir röportajında şöyle anlatıyor:

“Beni tetikleyen gerçek dünyanın bende yarattığı tüm sıkışmışlık hissi idi, dolayısıyla gerçek dünyaya dair başladım ama onu olduğu gibi değil de, içimde yarattığı bu sıkışmışlığı dökmek için, bende yarattığı gerçek dışı duygular ve benzetmelerle yazmaya başladım. Ve yazdıkça bir de baktım, giderek gerçekdışı bir dünya oluşturmaya başlamışım. Böylece o dünya beni içine çekti ve o saatten sonra bu gerçekdışı dünyaya daldım tümüyle.” (okuryazar.tv, 2015)

Fulya Çetin, İsimsiz/Untitled, tuval üzerine yağlı boya / 110x140 / Nehir Altı Nehir, 2013.

“Küçükmüş, ufacıkmış.
Top oynamış, vurulmuş.”
(Özge Sarıoğlu, Yol Masalları VI, Yangın)

İki sanatçının ortak noktalarından biri de her şeyi göstermeye, her şeyi söylemeye çalışmamaları ki, bu da sanatsal açıdan başlı başına olgun ve bütünlüklü bir duruş, kendinden emin bir tercih olarak yaratımlarına güç katıyor. “Önce kontürler yok olmaya başladı ve o belirsizliği sevmeye başladım…”: Fulya Çetin’in 2018 tarihli röportajında dile getirdiği sadeleşme ve ardından gelen belirginleşme hissi bana kalırsa Özge Sarıoğlu’nun romanı için de birebir geçerli:

“‘Tahakküm’ üzerinde düşünüp duruyorum. Bir anlamda tahakkümü elden bırakma hali de diyebiliriz. Önce kontürler yok olmaya başladı ve o belirsizliği sevmeye başladım. Sonra hep yaptığım ve artık yapabildiğim şeyleri silmeye ve yok etmeye başladım. Silinenin altında kalan, yok olmayanı sevdim.”

Fulya Çetin, İsimsiz, tuval üzerine yağlı boya / 49x70, 2015.

Özge Sarıoğlu ve Fulya Çetin’i buluşturan yangın belli ki hâlâ devam ediyor: Bir gün alevlerin sıcaklığını kapımızda hissederken, bir gün kendi bahçelerimizde filizlenen tohumlarımızla avunuyoruz. 2014 tarihinde edebiyathaber.com’da yayınlanan röportajında Özge Sarıoğlu kaçınılmaz olanı net bir şekilde ifade ediyor: “Kimse yangını durdurabileceğine inanmıyor.” Bu iki güçlü sanatçının bende bıraktığı hissiyat ise şu: Yangının çıktığına inanıyoruz da, bir gün söneceğine neden inanmıyoruz?

Ve her ikisi bizlere hatırlatıyorlar ki yangın vardır ama aynı anda bir yerlerde insanları etrafında toplayıp ısıtan bir kamp ateşi de vardır ve yüzümüzü aydınlatan ışığı tüm sıcaklığıyla içimizdedir.

Bin Kedinin Düşü, Neil Gaiman, 1991.

Neil Gaiman’ın Düş Ülke / Dream Country adlı 3. Sandman kitabında yer alan Bin Kedinin Düşü / Dream of a Thousand Cats  başlıklı resimli öyküsünde gizliden gizliye toplanıp örgütlenen kediler vardır. Bu kediler aralarına kattıkları yeni gelenlere bir zamanlar dünyaya kedilerin hâkim olduğunu, kedilerin insanlara hükmettiğini, ancak bunu artık kimsenin hatırlamadığını anlatır. Ve eğer bir gün tüm kediler bunun gerçekleşeceğine inanırsa, bu düş ancak o zaman yeniden gerçek olacaktır…