Edebiyat ve siyaset: Kurmaca ne zaman nefes alır

"Herhangi bir yetişkin gibi pek çok şeyden korkuyorum. Kayıptan, bana bel bağlamış olanların ihtiyaçlarını karşılayamamaktan, siyasi şiddetten, polisten. Ama en çok ruhlarımızın durgunlaşmasından, inanacak bir anlatı olmamasından korkuyorum. Başka bir deyişle hayal gücünden, kurmacadan yoksun bir dünyadan korkuyorum."

Hiçbir şeyin önem taşımadığı, her şeyin yitip gittiği bir dünya korkusu. Dille düşüncenin aramızda ortak bir alan olmaktan çıktığı bir dünya korkusu.

Düşünce hayli kişisel, içsel, zaman zaman yalnız bir süreç olabilir belki ama tüm eylemler içinde en kolektif olanıdır da. Kolektiftir çünkü kelimelerle icra edilir ve o kelimeler sadece onları kullanan kişiye değil dilsel topluluğun tümüne aittir. Ya da belki kelimeler bir topluluğa ait değildir de –kimse dilin sahibi değildir zira– bizi birbirimize bağlayan ipliklerdir esasında; bize kurucu mitleri verirler, hikâyeleri verirler, felsefe, arkadaşlık, eleştiri, siyaset, mizah üretirler; toplumsal devrimlerin ve değişimin ebeleridir kelimeler.  

Kelimeler bizi birbirimize bağlayabilirler ama bizlere, bilhassa da toplumun daha güçsüz ve daha korunmasız üyelerine karşı kullanılan birer silah olabilirler pekâlâ. İktidarın elinde –ister politik, ister ekonomik açıdan kuvvet olsun, ister ırksal ya da askeri üstünlük bulunsun– kelimeler fazlasıyla güçlü ve zalim bir silaha dönüşebilirler. Şayet iktidarın amacı olduğu gibi kalmak veya gücü iyiden iyiye pekiştirmekse, yani statükoyu korumak yahut tiranlığa dönüştürmekse gündelik dil, dengesizlikleri olağan kılmak için kullanılacaktır. Mesela ırksal bakımdan seçkin sayılan biri, statükoyu kendisi gibi olmayan herkesin “azınlık” olduğunu –görünürde zararsız, birincil yananlamı nispeten sayısal ama gücün dengesizliğini ve siyasi sermayeyi yansıtan ve koruyan başka bir dizi çağrışımı olan bir terim– söyleyerek koruyacaktır.

Bir de nüfusun pasaportu yahut vizesi olmayan kesiminden söz etmek için kullanıldığında haklarından zaten mahrum bir grup insana karşı ideolojik bir silaha dönüşen “yasadışı” diye bir kelime var. Bireyleri suçlulara dönüştürüyor, onlara uygulanan politik ve kurumsal şiddeti meşrulaştırıyor: gözaltı, hapis, tıbbi yardımdan yoksun bırakılma, yasal işlemlerden yoksun bırakılma. İnsanlık dışı olduğu halde, başka bir bireyin zihnine hunharca, psikolojik bir şiddet uyguladığı halde, bütünüyle mantıksız olduğu halde günümüzde hâlâ yaygın bir şekilde kullanılıyor: hem bir kimsenin yasadışı olması ne demek ki zaten?

Kelimelerin sırf biz onları –bencilce, sorumsuzca, tükenmez bir kaynak misali– kullanalım diye var olduklarını farz edemeyiz. Kelimelerin, hele de karmaşık anlamları ve pek çok yananlamı olan kelimelerin düşüncesizce kullanılması şiddet uygulanmasına yol açabilir ve şiddeti olağan hale getirebilir. Dolayısıyla dilsel bir topluluğun üyeleri olarak, kelimelerin uyguladığı ve rahatlıkla gözden kaçan şiddet türü üzerine düşünmek ve yeniden düşünmekle yükümlüyüz. Kelimeleri ve onlarla on yıllar, yüzyıllar boyunca mütemadiyen dokuyup çözdüğümüz karmaşık duvar halısını şiddet araçlarına dönüşme olasılığından uzak tutmakla yükümlüyüz hepimiz. Bunu yapmanın tek yolu aramızda dolaşan kelimeler üzerine ortaklık duygusuyla düşünmek, sürekli düşünmek. Kullandığımız dilin halihazırda süregiden gözden geçirilerek değiştirilme ve yenilenme sürecine herkesin aktif bir şekilde dahil olması gerçekten önemli çünkü kelimelerin iktidardakiler tarafından gasp edilmemesini sağlamanın tek yolu bu. Zihinlerimizin iktidarın, bu iktidar ister zorba bir siyasi lider, ister lobicilerin siyasi partileri, ister bizi internet üzerinden denetleyen şirketler olsun, tahakkümü altına girmemesini sağlamanın tek yolu bu. 

1930’larda İspanya’da Francisco Franco döneminde Latin Amerika’ya sürgün edilen İspanyol filozof Maria Zambrano eserlerinin çoğunu totaliter rejimlerde kelimelere ve düşüncelere ne olduğu üzerine düşünmeye adamıştır. Bu rejimlerin boğucu atmosferinde topluluk anlayışının kaybı ve yaşamanın imkânsızlığı üzerine yazar:

“Bu koşullar altında, kendilerini benzer bir durumda bulan eş dostla ilişki kurmak istediğimizde başkalarıyla yaşamak, dolayısıyla da yaşamak düpedüz imkânsız hale geliyor.”

Zambrano da, tıpkı Hannah Arendt veya Primo Levi gibi, zulmün ortasında sürgüne gitmek zorunda olan başka pek çok düşünür gibi, totalitarizmin fertlerin hem kendi içselliklerine hem de başkalarıyla ilişki kurma, başkalarıyla bir arada yaşama yetilerine verdiği zararı telafi etmede düşüncenin oynadığı hayati rol üzerine yazmıştır. “Düşüncenin esas işlevlerinden biri,” diye yazar Zambrano,

“vicdan gölgelerle, belirsizlikle dolduğunda, başkalarının gölgeleri ile kendi gölgemiz, hareket edip nefes aldığımız asıl dünya olan iç dünyamızı fazlasıyla donuk bir hale getirdiğinde, insanları iç dünyalarının eksikliğinin yol açtığı havasızlıktan boğulmaktan kurtarmak, atmosferi nefes almaya elverişli bir hale getirmektir.”

Düşünce/içsellik/topluluk üçlüsü politik şiddetin insanlardan almaya çalıştıklarının iade talebidir. Sert ve otoriter bir devlette yaşayan bireyler birbirlerinden gitgide uzaklaşır, birbirlerine şüpheyle yaklaşırlar, akılları karışır, gitgide yalnızlaşırlar. İktidar bunu söylemi kontrol ederek, kavramları muğlaklaştırarak, korku ve belirsizlik aşılayarak, bizi gürültüye boğarak yapar. Kurtuluş bizim sağlıklı ve özgürce düşünme kapasitemize bağlıdır. Ve kolektif bir şekilde düşünme kapasitemize elbette.     

“Zor zamanlar geliyor; şu anda yaşadığımız düzenin alternatiflerini görebilen, korkuya kapılmış toplumumuzun ve saplantılı teknolojilerin ötesinde var olmanın farklı yönlerine erişebilen, hatta umut için hakiki temeller tahayyül edebilen yazarların seslerini duymak isteyeceğiz. Hür olmanın ne anlama geldiğini hatırlayabilen yazarlara, şairlere, hayalperestlere, yani daha büyük bir gerçekliği görebilecek gerçekçilere ihtiyacımız olacak. […] Kapitalizm çağında yaşıyoruz, onun gücü asla aşılamaz ve kaçınılamaz gibi görünüyor. Fakat bir zamanlar kralların ilahi gücü için de öyle düşünülürdü. Her türlü insani güç, yine insanlardan direnç görür ve insanlar tarafından değiştirilebilir. Direniş ve değişim genelde sanatta başlar.”[1] (Ursula K. Le Guin)

Kurmaca, bana kalırsa, bir tür dürtü, kelimeleri biçimlendirmek, onlarla, tekrar tekrar, yeni düşünceler yaratmak ve yeni anlamlar bulmak için gündelikliğimizin anlatısını kolektif bir şekilde yeniden tahayyül etme, çaresizlik ve anlamsızlığı aşıp geçme taahhüdüdür. Kurmaca, içinde yaşadığımız ve hayatı daha zengin, daha katmanlı, daha karmaşık, bazense daha güzel kılan kolektif anlatıları birbirine bağlar.  

Kurmaca içgörü ve öngörünün birleşimini gerektirir. Mevcut bir duruma bakmayı ve onun muhtemel gelişmelerini tasavvur etmek için kişinin kendi içine yönelmesini gerektirir. Kurmaca aynı zamanda cismani bir sezgi yahut somut bilgi benzeri bir şeydir, zihinlerimiz şimdiki zamanın ağını delip geleceği hayal etmeyi başardığında hissettiğimiz bir şey. Bazen o geleceğe dikkatle bakmaya çalıştığımızda gördüğümüz çok üzücü ya da sarsıcıdır veya sadece tasavvur edilemez, berbat bir durumdur. Ama yine de ona bakmalı, ondan bir şeyler yapmalı, onunla bir şey yapmalıyız. Aslında kurmaca (fiction) sözcüğü “şekillendirmek, biçimlendirmek” anlamına gelen fingere’den gelir, ki esas anlamı “kile şekil vermek”tir. Fingere yapma eylemine, daha doğrusu biçimlendirmeye işaret eder. Doğru olmayan bir şey icat etmek değil, her ne kadar bakmaya henüz herkes cesaret edemese yahut etmese de zaten orada olan bir şeyi şekillendirmektir fingere.

Yaşadığımız tecrit ve kuşku sürecinde bu yeni zaman duygusunu biçimlendirmeye çalışıyoruz. Ailem ve ben öğleden sonralarımızı çimlenme kaplarına, çiçek tarhlarına tohum ekerek geçiriyoruz: fasulye, mısır, kabak, domates, kır çiçekleri. Genellikle geç yatıyorum, ama öyle çok da geç değil, hemen her zaman yazıyorum, geriye kalan zamanlardaysa evin içinde geziniyor, orayı temizliyor, burayı siliyorum, etraf hep toz içinde – mutfaktan yatak odasına, yatak odasından salona, yavaş yavaş sönen bir balon gibi tıpkı. Nihayetinde bitap ve yenik düşmüş bir halde yemek odasında oturuyor, raflardaki kitaplara bakıyorum, sanki sadece gözlerimi dikip onlara bakmamla bir şekilde bu yeni sessizliği daha anlamlı bir sükunetle doldurabilirlermiş gibi.  

Bir rafa yaklaşıyor, uzun zaman önce okuyup altını çizdiğim bir kitap alıyor, kapağını açıyorum. İşin aslı kitaplıklarımızda yaşayan bu tatlı arkadaşlarda gerçekten de teselli buluyorum. Quevedo’nun dediği gibi: “Çekilip bu çöllerin sükûnetine, az ama bilge kitap beraberimde, yaşıyorum müteveffalarla sohbet ede ede ve dinliyorum ölüleri gözlerimle.”

Bazen, birbirimize arkadaşlık etmek için, kim bilir belki de yemek pişirmenin, yemek yemenin ve evi temizlemenin ötesinde daha derin bir birliktelik duygusu arayışıyla kızım ve yeğenimle birbirimize yüksek sesle bir şeyler de okuyoruz. İnsan şömine başındayken nasıl yanında kendisine arkadaşlık edecek biri olsun isterse biz de o şekilde kitap okuyoruz birbirimize işte – yalnız ama birlikte. W.E.B. Du Bois, Marguerite Duras, James Joyce ve hatta adını asla itiraf etmeyeceğim bir vampir serisini okuduk. Her halükârda en ufak bir şüphe duymadan şu kadarını söyleyebilirim; kitaplar olmasaydı bu ayları atlatamazdık. Ruhlarımız yenilenebildiyse, devam edecek gücü bulabildiysek, hayata karşı coşkumuzu koruyabildiysek bu kitapların bize sunduğu dünyalar sayesinde.      

Birkaç hafta önce sabah erken saatte kızım yatak odama geldiğinde Marguerite Duras’nın “Yazmak" başlıklı denemesini okuyordum. Kızım tam da çocuklukla ergenlik arasında bir yerde, hâlâ peluş hayvanlarıyla uyuyor ama aynı zamanda yüzüne tonik de sürüyor, ruh hali hayli değişken. Yatağa girip de bana sokulduğunda ayaklarının kocaman, kollarının akıl almayacak denli uzun olduğunu ve pijamasının fazlasıyla küçük geldiğini fark ediyorum. Son süt dişi de bu dönem mi düşecek acaba diye geçiriyorum aklımdan, son çocukluk günleri bu eski beyaz duvarların arasında mı geçecek? Ne okuduğumu soruyor, Duras okuduğumu söylüyorum ve ilk birkaç cümleyi yüksek sesle ona okuyorum.

“İnsan, ancak evin içinde yalnız. Ama evin içinde öyle yalnız, öyle yalnız ki ara sıra kayboluyor.”[2]

“Bu çok saçma,” diyor, “Kimse evin içinde kaybolamaz. Tabii bir karınca ya da örümcek falan değilsen.”

Yaşça hâlâ küçük, kimi korku biçimlerine hâlâ kapalı olduğunu teyit edince tuhaf, hani neredeyse bencilce bir rahatlama hissediyorum. Geçenlerde bir proje için ailemdeki kadınlarla en çok korktukları şeyler hakkında konuştuk.

Annem, “Perder claridad,” – dedi – zihin açıklığımı kaybetmek.
Kızım, “Denizanasından korkuyorum,” dedi.
Küçük yeğenim, “Beklentiler,” dedi.
Büyük yeğenim, “İlişkimin yürümemesinden, sevilmemekten korkuyorum,” dedi.
“Peki ya sen neden korkuyorsun anne?” diye sordu kızım bana.

Emin değilim – acaba neden korkuyorum?             

Roman gibi akla hayale sığmaz bir şeye yıllarımı adadıktan sonra –insanın kendi evinde, kendi ruhunda kaybolduğu, en ufak bir ayrıntıyı bulup geri getirmek için hafızasını delik deşik ettiği yıllar, kelime kelime ilerlenen, sadece cevapsız sorular biriktirilen uykusuz gecelerle dolu yıllar, bir dizi cümle kadar soyut bir şeyin sonunda parçalarından daha büyük bir bütün olacağına körü körüne güvenmek zorunda kalınan yıllar– tüm bunlardan sonra, bir yazarın alabileceği en güzel hediye bir kitabı açıp da okumaya başladıklarında onu yaratan zihinler ve ruhlardan oluşan bir topluluğun varlığını bilmesidir.

Kayıp Çocuk Arşivi’nin çok uzun bir süre boyunca usul usul ve mahrem bir şekilde içimde büyüyen dünyası, artık başkalarının da adım atabileceği, gezinebileceği, kendi başına kalabileceği ama yalnız hissetmeyeceği, kuzeye giden canavarımsı bir trende bir kıtayı boydan boya kendi başlarına seyahat eden “kayıp çocuklar” gibi, Memphis ve Çevik Tüy ve onların berbat durumdaki anne ve babası gibi (ama yine de onları çok sert yargılamayalım, olur mu?) karakterlerle tanışabileceği bir yer artık.    

Kayıp Çocuk Arşivi çocukluk çağı yalnızlığı ve çocukların sınırsız hayal gücünün derinliği, ailevi bağların kırılgan yoğunluğu, tarih ve kurmaca arasındaki gerilimler, siyasi koşullarla özel hayatların karmaşık kesişimleri üzerine bir roman. Ama her şeyden öte bizi kuşatan dünyayı daha iyi anlayabilme amacıyla hikâyeler uydurma, sesleri ve düşünceleri birbirine dokuma süreci üzerine bir roman. İki ebeveynin hikâyeler anlatmasıyla başlıyor –çocukları hem fiziksel hem de mecazi olarak aile arabasının arka koltuğunda oturuyor– ama sonra çocukların anlatısına geçiyor, mütemadiyen kurguladığımız, mütemadiyen yaratıp şekillendirdiğimiz bu boktan ve güzel dünyanın hikâyesini anlatan sesler onlarınki oluyor.     

Ben neden korkuyorum? Herhangi bir yetişkin gibi pek çok şeyden korkuyorum. Kayıptan, bana bel bağlamış olanların ihtiyaçlarını karşılayamamaktan, siyasi şiddetten, polisten. Ama en çok ruhlarımızın durgunlaşmasından, inanacak bir anlatı olmamasından, birbirimizi gerçekten dinleyip anlayacağımız ortak bir alanımız olmamasından korkuyorum. Başka bir deyişle hayal gücünden, kurmacadan yoksun bir dünyadan korkuyorum. Kolektif bir düşünce alanını paylaşmadığımız bir dünyadan.  

Ve işte bu yüzden kendimi buna adıyor, hayatımı bu akla hayale sığmaz kurmaca sanatına vakfediyorum.

 

Çeviren: Seda Ersavcı

 

NOTLAR:


[1] Ursula K. Le Guin, Sözcüklerdir Bütün Derdim, hep kitap, İstanbul, 2018, çeviren: Damla Göl, ss.156-7. (ç.n.)

[2] Marguerite Duras, Yazmak, Can Yayınları, İstanbul, 1999, çeviren: Aykut Derman, s. 15. (ç.n.)

 

EDİTÖRÜN NOTU:

Valeria Luiselli’nin 18 Aralık 2020’de Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde yaptığı konuşmanın çevirisi olan metin, yazarın izniyle yayımlanmaktadır.