Kendin olma hürriyeti, içimizdeki hayvan ve seçilmiş aileler

"Eğer kendin olman yasa dışı ya da hastalık sayılsaydı ne yapardın? Üstelik kimileri bu 'hastalığın' tedavi edilebilir olduğuna inansaydı? Ve bu hastalığa çare olacak yöntemler geliştirip, klinikler, kamplar açsalardı?"

27 Ocak 2022 20:00

 

Rita Mae Brown’un tasvirine göre ‘Yakut Orman’ bir kadının içidir. İçimizdeki ormanı bir kez olsun görmeden yaşasak bile kırmızının tüm tonlarında, sırf kendine has olduğu için kıymetli mücevherlerle kaplı bu orman bizi biz yapan şeydir. Peki, içimizde olanı dışımızda da görmeden, göstermeden kendimiz olabilir miyiz? Kaçımız bütünüyle kendi olma hürriyetine sahip? Ve bunu kaç kişi kendine hediye edebilir?

Kendini yaratan çılgın elmaslar

Rita Mae Brown’ın 1973 tarihli romanı Yakut Orman, yayın hayatına 2021’in zorlu koşullarında merhaba diyen Umami Kitap’ın bizlere hediyesi. Amerikan Beatnik edebiyatı hissiyatına yakın bir okuma keyfi veren kitapta Dılşa Ritsa Eşli’nin çevirisi ise tam bir mücevher! Doğrusu uzun yıllardır böylesine minnetle çeviri edebiyat okumamıştım.

Rubyfruit Jungle/Yakut Orman’ın yazarı Rita Mae Brown.

Romanın kahramanı Molly, lezbiyen bir genç kız. ‘60’lı yıllar… Hem kadın hem eşcinsel hem gayrimeşru ve evlat edinilmiş bir çocuk hem de yoksul olması önündeki engelleri üçe dörde katlarken, üstüne bir de sanatçı olmaya karar vererek sinema yönetmenliğine göz dikiyor. Kısacası bu kitap her ne kadar yakuttan yola çıksa da, aslında çılgın bir elmasın kendini nasıl yarattığının hikâyesi: Yeryüzü kabuğunun sınırlı bölgelerinde rastlanan, aşırı yüksek sıcaklık ve basınç koşullarının hüküm sürdüğü “elmas kararlılık bölgeleri”nde oluşup biriken elmaslar, derin kaynaklı volkanik püskürmeler sırasında dünya yüzeyine fışkırıyor. (bkz. Bilimfili) Yani işin sırrı derinlik, kararlılık ve hayatın içine fışkırmak… Rita Mae Brown, Yakut Orman ile ‘kendin olma hürriyetinin’ bir tercih ve cesaret meselesi olduğunu anlatıyor bize. Sadece kadın olmanın ya da sadece yoksul bir aileden gelmenin bile o yıllardaki anlamı hayat seçeneklerinizin annelik ve ev kadınlığıyla sınırlı olması anlamına geliyor. Sadece kadın olmak bile eğitim ya da iş hayatına 1-0 başlamasına neden oluyor Molly’nin. Güç bela burs alıp üniversitede sinema okuyor ama film çekmeye gelince, erkek öğrencilerin kapıştıkları ekipman sırası bir türlü ona gelmiyor. Yaşlı bir hippi olan bölüm başkanı ise kendi cinsiyetçiliğinden habersiz bir zat olduğundan, bu eşitsizliği ısrarla görmezden geliyor. Molly ile aynı bölümden mezun olan erkekler kısa süre içinde yapım şirketlerinde yönetmen olarak iş bulurken ona sekreterlik pozisyonları öneriliyor.

Gelgelelim Molly engel tanımama konusunda kararlı! Lezbiyen olması ne aile yaşamında ne arkadaşlıklarında güven ve aidiyet duygusunu yakalayamamasına, dokuz köyden kovulmasına neden oluyor. Tüm dünyanın ona verdiği mesaj çok net: “Sen yanlışsın ve kendin olamazsın.” Fakat Molly yaradılıştan gelen bir kudretle “hayır”ı cevap olarak kabul etmiyor. Ailesi tarafından reddedilip okuldan atıldığında New York’a gidip “kendin olma” projesine “evsiz” olarak sıfırdan ve yeniden başlıyor: “New York’ta o kadar fazla ibne vardı ki, bir tane daha olması bir şeyi değiştirmezdi.”

Geçmişi tahmin edildiğinden çok daha eskilere dayanan “drag balo” kültürünün 1920’deki örneklerinden biri.

Seçilmiş aileler, fakir ama gösterişli evler…

‘Kendi’ olmak için beş parasız ve evsiz kalmayı göze alanların sayısı o dönemde az değil, çünkü çoğu anne-baba, evlatlarının eşcinsel olmasını kabullenemeyerek onları reddediyor. Reddedilen çocuklar ebeveynlerinin koruyucu kanatlarının altından hayatın dikenli yollarına hızlı ve acımasız bir giriş yapmak zorunda kalıyorlar: Üstelik de sevgisiz, yapayalnız ve beş kuruşsuz halde. Oysa bu onların hâlâ ‘çocuk’ olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu yuvasız kalan çocukların New York gibi merkezlerde toplaşıp çıkış yolu ararken alternatif aileler kurmalarının hikâyesini en iyi anlatan yapımlardan biri de ‘80’lerin sonu, ‘90’ların başında New York’taki “Balo” kültürünü, drag, gey, trans toplulukları ve dünyayı kasıp kavuran AIDS dalgasını anlatan POSE dizisi.

‘90’larda New York’ta bir baloda tam puanları toplayan mağrur bir kraliçe.

POSE dizisinin kalbinde “Drag Balo” kültürü yer alıyor ki, bu ortamda kuir bireyler dans, vogue, pleybek, kostüm tasarımı ve modellik becerileriyle çeşitli kategorilerde performans sergileyerek ödüller alıyorlar. Ödüller ambalaj kâğıdı ve plastik borulardan yapılmış ama anlamı açısından paha biçilemeyecek kadar değerli... Dünya o sıralarda bunun farkında olmasa da, Madonna’nın albüm ve kliplerinden moda akımlarına, popüler kültürün gidişatını da bir hayli etkiliyorlar. Örneğin En İyi Yarışma ve En İyi Reality Show ödüllerini 2010’dan bu yana ağaçtan meyve gibi toplayan RuPaul’s Drag Race de balo kültürü üzerine inşa edilmiş bir yapım.

1982 yılında Porto Rikolu Hector Valle tarafından kurulan The House of Xtravaganza, faaliyetlerini günümüzde de sürdüren ünlü evlerden biri.

Kısacası, disko ışıklarıyla aydınlanan karanlık kulüplerde kendilerine geçici bir özgürlük alanı yaratan bu gençler sadece kendileri adına değil, kültür ve sanat dünyası için de tarih yazıyorlar. Bunu yaparken de benzersiz bir topluluk ve dayanışma ortamı yaratıyor, yaratıcılıklarını kullanıp kendilerini cesurca ifade ederken gerçek hayatın içinde bir kaçış ve özgürlük alanı yaratıyorlar. Hükümetin sağlık politikaları başta olmak üzere her alanda yok saydığı bireyler için bir toplumsal dayanışma ve güvenlik ağı oluşturuyorlar. Balolarda performans sergileyenlerin çoğu Afrika ve Latin kökenli gey, lezbiyen, biseksüel, travesti ve trans bireylerden oluşuyor. İşin asıl büyüleyici yanı ise, katılımcıların balolarda bireysel olarak değil “Ev” adı verilen topluluklar halinde yarışmaları. The House of Xtravaganza ve The House of Aviance  tarihteki ünlü evlerden bazıları. Peki, bu evler nasıl oluşuyor? Yakut Orman’daki Molly gibi cinsel tercihleri yüzünden yuvalarından kovulan gençler büyük şehirde açlık ve yoklukla mücadele ederken, kendilerinden yaş ve deneyim olarak zengin “anneler” tarafından kabul edildikleri evlerde ‘seçilmiş ailelerin’ parçası oluyorlar. Biyolojik ailelerinin çocuklarını sokağa atmalarının birinci nedeni ‘önyargı’ ise, ikincisinin de ‘korku’ olduğunun altını çizmek gerekiyor; zira aileler çoğu zaman toplumun sapık ya da hasta olarak etiketlediği evlatları yüzünden kilise ve yaşadıkları toplum tarafından dışlanmaktan korkuyorlar. Neyse ki şanslı olanlar için bir yerlerde onları oldukları gibi, kendileri gibi kabul edip kucaklayan seçilmiş aileler ve ‘evler’ var. Hatta bu evlere dahil olan gençler katıldıkları evin adını seçilmiş soyadı olarak alıyorlar (örn. Venus Extravaganza, Kevin Aviance). Dolayısıyla ‘kendi olmamayı’ kabul edemeyenler tercihini otomatikman yapmış sayılıyor ve her ne pahasına olursa olsun, ‘kendi’ olabileceği bir yaşam kuruyor kendine. Tabii topluluğun da desteğiyle. Örneğin POSE dizisindeki “anne” Blanka, seçilmiş çocuklarının uyuşturucu ve seks işçiliğinden uzak kalmaları, mümkünse alanlarında eğitim almaları ve güvenli bir yaşam kurmaları için elinden geleni yapıyor.

MJ Rodriguez, POSE dizisindeki rolüyle 2022 Altın Küre Ödülleri’nde “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü alan ilk trans-kadın olarak tarihe geçti.

Sindirella’nın 2021 model iyilik perisi. Ve Billy Porter’ın Oscar töreninde giydiği nefes kesici smokin-elbise.

POSE dizisindeki unutulmaz Pray Tell karakteriyle 2019 yılında Emmy Ödülü alan ve 14 yıldır yaşamını HIV pozitif olarak sürdüren yetenek bombası Billy Porter 2021 tarihli Cinderella  filmiyle Sindirella’nın iyilik perisini canlandıran ilk erkek oyuncu olarak sinema tarihine geçti. Yaldızlı bir kelebek formundan insana dönüşen bu 2021 model iyilik perisinin pantolon ve balo elbisesi karışımı görkemli kıyafeti, kısa saçları ve bıyıklarıyla çocukların karşısına çıkması elbette olumlu olumsuz, her şekilde ses getirdi. İyilik perisinin İngilizce karşılığı “fairy godmother”. “Fairy” yani peri kelimesi ise 20. yüzyılın başından itibaren argoda eşcinseller için aşağılayıcı bir terim olarak kullanılmış. Dolayısıyla, Porter’ın Sindirella’nın iyilik perisini canlandırması sadece tatlı bir tesadüften ibaret değildi. Porter bu vesileyle geçmiş nesiller için küfür sayılmış bir yakıştırmayı ters yüz edip, allayıp pullayarak göklere çıkardı. Peri olmanın utanılacak bir şey değil, gurur kaynağı olduğunu tüm dünyaya ilan etti. Yine POSE dizisinde Evangelista Evi’nin kurucusu ve “Yılın Annesi” balo ödülü sahibi Blanka’yı canlandıran MJ Rodriguez de 2022 Altın Küre Ödülleri’nde “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü kucakladı ve bu ödülü alan ilk trans-kadın olarak tarihe geçti. POSE dizisi bizleri ‘90’ların Drag Balo ortamıyla tanıştırdı ve trans topluluklarla ilgili pek çok önyargıyı kırarak, izleyiciyi bu dezavantajlı ama bir o kadar da görkemli dünyada misafir etti. Hepsinden önemlisi, kuir toplulukların “kendileri olma” mücadelesinin yanı sıra, AIDS salgınının toplumsal koşul ve sonuçlarını sorgulamamıza yol açtı. Son iki yıldır küresel bir pandemiyi yaşamış insanlar olarak maskemizi önümüze koyup düşünmemizi sağladı: Eğer COVID benzeri ölümcül bir hastalık tüm insanları değil de sadece eşcinsel bireyleri etkileseydi, gerekli tedavinin ve aşıların bulunup yaygınlaşması ne kadar sürecekti?

Mutlu ve gururlu ayılar…

Bir ben bir de Zeki Müren…

Yakut Orman’ın Molly’sinin “diğer ibnelerin” yanında güvende hissetmek için New York’a gittiği ‘70’li yıllar ve öncesinde Türkiye’de “Bir ben bir de Zeki Müren” sendromu yaşandığını seneler önce Aktüel dergisinde Anadolu Ayıları üzerine röportaj yaparken öğrenmiştim. Uluslararası “Ayı” hareketi, çıkış noktası olarak feminen niteliklerden uzak, kaba ve erkeksi yapıda eşcinsellerin bir araya geldiği topluluklardan oluşuyor. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de örgütlenen bu toplulukların başında da o dönemde Anadolu Ayıları geliyordu. Araştırma için yaptığım röportajlara katılan erkeklerden bazıları evli ve çocukluydu; dolayısıyla eşcinselliklerini ikinci, gizli bir hayat şeklinde yaşıyorlardı. Bu sohbetlerden önce “Bir ben, bir de Zeki Müren” sendromundan haberdar değildim: Baskın bir heteroseksüel ortamda yetişirken kendini “farklı” hisseden gençler televizyonda Zeki Müren’i gördüklerinde hayatlarında ilk defa bu dünyada yalnız olmadıklarını, yeryüzünde onlar gibi en az bir kişi daha olduğunu fark ediyorlardı. Röportaj veren kişilerin çoğu yüzlerinin görünmesini istememişti. Dolayısıyla fotoğrafları gölgeli ya da belirli açılardan çekilecek şekilde planlamıştık. Ancak o dönemki meşhur yayın yönetmenimiz açık ve net çekilecek fotoğrafları kişilerin gözlerinde sansür bandı ile basmak isteyince itiraz ettim, çünkü bu görsel dil son derecede aşağılayıcıydı ve tüm samimiyetiyle içini döken insanları bu şekilde sergilemek bana yanlış gelmişti. Dolayısıyla bu araştırma ve söyleşiler hiçbir zaman basılmadı. Ardından kadın bir ressamla röportaj önerime de “Kadın seksi mi? İyi fotoğraf verir mi?” cevabını alınca gazetecilik kariyerime de böylelikle kısa yoldan veda etmiş oldum.

Doktor memnun, toplum memnun ama Süpermen nereye gitti?

Yakut Orman’ın yazıldığı 1971 yılında taşa kazınmış gibi görünen belli senaryolara, kalıplara, klişelere uymamak bu dünyada fazlalık olmak demekti. Eğer eşcinsel bir genç olarak sana kucak açacak bir topluluğun ya da seçilmiş ailen yoksa, “kendin olmak” bir nevi hastalık, yasadışı bir sapkınlıktı. Üstelik kimileri bu “hastalığın” tedavi edilebilir olduğuna inanıyordu ve kilise, sözde tıp bilimi ile el ele vererek insanları bu hastalıktan iyileştirecek yöntemler, klinikler, kamplar geliştirmişti. Bir insan, doğasında olan şey her ne ise ondan tedavi olabilir mi? Yıllar önce karşıma çıkan bir karikatürde çoklu kişilik bozukluğu nedeniyle terapiye devam etmekte olan Süpermen, karşısındaki psikiyatrist ona “Sen kimsin?” diye sorduğunda “Clark Kent” diyordu. Terapisti “Süpermen kim?” diye sorduğunda ise, yüzünde memnun bir gülümsemeyle, “Öyle biri yok” cevabını veriyordu. Doktor memnun, toplum memnun ama Süpermen nereye gitti? Yok olması mümkün müydü ki? Neticede bu dönemde sayısız çocuk ve genç bu kilise kampları ve kliniklerde kimi zaman elektroşok tedavisini de içeren, maddi ve manevi açıdan aşağılayıcı, acımasız yöntemlerle tedavi edilmeye çalışıldı. Tıpkı yönetmen Nathalie Biancheri’nin 2021 yapımı filmi Wolf’ta olduğu gibi.

İçimde vahşi bir hayvan varken “ben” olarak hayatta kalmak mümkün mü?

Captain Fantastic ile tanıdığımız George MacKay ve Vannessa Paradis ile Johnny Depp’in kızı Lily-Rose Depp’in başrolleri paylaştığı filmde, genç Jacob insan bedenine hapsolmuş bir kurt olduğuna inanıyor, ailesi ise çocuklarının bu hastalığının tedavi edilebileceğine… Böylece Jacob kendini panda, at, papağan, örümcek gibi farklı türlerde tanımlayan diğer hastalarla birlikte özel bir klinikte buluyor. ‘Vahşiliğin’ sert bir şekilde cezalandırıldığı bu kliniğin tedavi yöntemleri ise hem fiziksel hem de psikolojik şiddete dayanıyor ve yasaklı şeylerin başında da “kendin olmak” geliyor: “Hayır, ben bir kuş değilim, ben bir kızım diyeceksin. Ben sadece bir kızım. Söyle!”

Filmde genç kurt rolünde George MacKay, yakaladığı benzersiz fiziksel dille harikalar yaratıyor. Onu dört ayak üzerinde yürüyüp aya karşı ulurken gördüğümüzde, insan bedenine hapsolmuş bir kurt olduğundan bir an bile şüphe etmiyoruz. Kliniğin gediklisi, yaban kedisi rolünde ise kafamızda yarattığı tüm soru işaretleriyle Lily-Rose Depp var. Zaten filmi çekici yapan da, tüm soruları cevaplama ve her detaya bir açıklama getirme gayretine girmeksizin kendine gizemli ve tutarlı bir atmosfer yaratması. Filmdeki boşluklar ve gölgeler aslında bir Japon resmindeki gibi figürleri sınır çizgileri olmadan, doğal bir şekilde ortaya çıkarıyor.

The Wolf, 2021. Kurt ve yaban kedisi.

İnsanın doğuştan sahip olduğu fiziksel cinsiyet ile kendini ait hissettiği cinsiyetin örtüşmemesinden kaynaklanan strese disfori adı veriliyor. Natalie Biancheri de bu filminde “tür disforisi” kavramına odaklanmış. Filmi ilk başta bir belgesel olarak tasarlayan yönetmen, yaptığı bir söyleşide dünyada tür disforisinden mustarip pek çok insan olduğunu ve bu durumun son dönemde özellikle ergenlik çağındaki gençler arasında gitgide yaygınlaştığını söylüyor. Öte yandan “kurt adam” temasının popüler kültürde gençlere sıkça yakıştırılması hiç de şaşırtıcı değil, çünkü onlar ayak uydurulması zor bir dünyada, çıldırmış hormonlar ve sürekli değişen bedenlerle baş etmek zorunda kalıyorlar. Eli ayağı büyümekten ağrıyan, hormonları kulağının dibinde “içimde bir hayvan var” diye bağıran gençlerden toplumun açıklanamayan sayısız kuralına uymalarını, evcilleşmelerini ve bunu can-ı gönülden isteyerek yapmalarını bekliyoruz.

“Yapabileceğiniz en devrimci şey kendiniz olmak…”

Biancheri’nin tür disforisine dikkat çektiği film bize şunu düşündürüyor: Eğer kendin olman yasa dışı ya da hastalık sayılsaydı ne yapardın? Filmin baş kahramanı Jacob’a göre “önemli olan hayatta kalmak değil, ‘ben’ olarak hayatta kalmak…” Rita Mae Brown, 1972 tarihli romanına 2015 yılında yazdığı önsözde “Bir iş ya da insan ne zaman kategorize edilse, bu istisnasız bir hakaret içerir” diyor. Ve Yakut Orman ile ‘kendin olma hürriyetinin’ bir tercih ve cesaret meselesi olduğunu anlatıyor bize. Yakut Orman’ın Molly’si, POSE’un tüm karakterleri ve Wolf’taki hayvansı gençler kendin olmamanın aslında bir tercih olmadığını anlatıyorlar bize. 71 yaşındaki Rita Mae Brown’un gençlere önerisi ise şu:

“Yapabileceğiniz en devrimci şey kendiniz olmak, kendi gerçeğinizi söylemek, hayata kollarınızı açmak; acıya bile… Tutkularınızı keşfedin… Daima ileri…”

•