Yaban Yaşam, bizi yeniden yerküreye dokunmaya çağırıyor. George Monbiot, bu muhteşem yaradılışın “olağan mucizelerine” dikkatimizi çekerek bu sonsuz devinimde etkin bir rol oynamamız gerektiğini hatırlatıyor
14 yaşındaki oğlum yurt dışında yaşıyor. Haftalık Skype görüşmelerimizden birinde ona George Monbiot’dan bahsettim. “Bak bir adam var, ilgini çekecek konular hakkında çalışıyor” dedim. “TED konuşmalarını dinle, doğadan, ekolojiden bahsediyor.” Ama hemen ekleme ihtiyacı duydum, “ayrıca pesimist de değil” diye. Çünkü konu ekoloji ve iklim değişikliği olunca yine kapkara bir tabloyla yüz yüze geleceği düşüncesiyle ilgi duymamasından endişe ediyordum.
Ancak oğlum tam tersine, Monbiot’yu “pesimist” olarak nitelendirdiğimi sanmıştı. Genelde düşüncelerini söylemek için bir sonraki konuşmamızı bekler, ama bu kez kendini tutamayıp iki üç saat içinde mesaj attı: “Bu arada o doğayla ilgili olan şeyi seyrettim, adamın başka konuşmalarına da baktım, bayağı iyiydi, ama pesimist değildi kesinlikle.”
Bu yanlış anlama Goerge Monbiot gibi bir figürü anlatmak için iyi bir fırsat veriyor. Çünkü yerkürenin geleceği, ekoloji, iklim değişikliği insanın kolay kolay kulaklarını tıkayamadığı konular olsa da her dakika o “pesimist,” yani kötümser öngörülere, gün gibi ortada olan acı gerçeklere maruz kalmak da kolay hazmedilir bir şey değil. Biz sıradan insanlar artık bir kader, değişmez bir gerçeklik olarak gördüğümüz bu tabloyu, akıl sağlığımızı ve moralimizi olabildiğince dengede tutmak kaygısıyla iç dünyamıza iki türlü yansıtıyoruz. Acınası derecede yetersiz olmasına karşın ilki için olumlu denebilir: biraz bilinçlendiğimiz, biraz da kendimizi rahatlatmak için elden geldiğince doğaya zarar vermemek. Ama ikincisi epey sorunlu bir tutum olarak kendini belli ediyor: önümüzdeki gerçekleri kaldıramamakla gelen bir hissizleşme, kaçınılmaz bir duyarsızlaşma hâline savruluyoruz –konu ister istemez fazlasıyla bağlantılı olduğundan, bu durum siyasî tutumumuza da etki ediyor.
Gelgelelim insan içten içe bu tepkisel tutumlara mahkûm olmadığını biliyor olmalı, yoksa ne ben oğluma Monbiot’yu tanıtma gereği duyardım ne de o bana vakit kaybetmeden o mesajı atardı: “bayağı iyiydi ama pesimist değil kesinlikle…”
İşte Bu Her şeyi Değiştirir’in yazarı Naomi Kline gibi Monbiot da yerkürenin geleceği için gerekli çevresel duyarlılığın geçmişten farklı bir ekoloji anlayışı getireceğini düşünüyor ve bunun, doğayla olduğu kadar insanlar ve toplumlar arasında da yeni ve olumlu türde ilişki ağları oluşmasında –ve mizacımıza ait iyi özelliklerin yeniden dirilmesinde– etkili olacağını ileri sürüyor; bu gelişmenin daha adil, daha paylaşımcı ekonomiler yaratma fırsatı da yaratacağına inanıyor.
Dünya yüzeyinde epey yol kat etmiş deneyimli bir ekolojist ve zoolog olarak Monbiot, yaban doğaya sadece bilimsel değil lirik, hatta yaratıcı bakış açılarıyla yaklaşıyor. 2014 tarihli çok ses getiren ve ödüllü kitabı Yaban Yaşam: Karayı, Denizi ve İnsan Yaşamını Yeniden-Yabanlaştırmak, sadece bilgi vermekle kalmayan, insandaki yoksunluk duygusuna hitap eden, hayal gücünü harekete geçiren bir okuma deneyimi sunuyor.
Yaban Yaşam her şeyden önce bir arayışın öyküsü. Doğayla ilişkisi bağlamında içinde kopan fırtınanın, “romantik bir doğaya dönüş çağrısı” olmadığını söylüyor Monbiot. Hatta bilhassa “bunun artık pek mümkün olmadığının” altını çizip ekliyor: “Ne aradığını anlamaya bilmediğim bir kelimeye rastladığımda başladım.” Bu kelime “yeniden-yabanlaştırma” (rewilding).
Sözlüklere ilk defa 2011 senesinde girmiş bir kavram bu. “İlk kullanıldığında tutsak hayvanların doğaya yeniden salınması anlamına geliyordu” diyor Monbiot. “Kısa zamanda bu tanım genişleyerek nesli tükenen hayvanları yok edildikleri yerlere geri döndürmek anlamını kapsamaya başladı. Bazı insanlar bunu sadece belirli türlerin değil, bütün ekosistemin rehabilitasyonu, yaban alanların restorasyonu anlamında kullanır oldular. Daha sonra anarko-primitivistler, insanları ve kültürlerini yabanlaştırma düşüncesiyle bu kavramı insan yaşamına uygulamayı önerdiler.” Monbiot ekliyor: “Fakat benim ilgi alanıma giren iki tanım, bunların hepsinden biraz farklı. Beni büyüleyen, doğal ekosistemlerin yeniden-yabanlaştırılması. Ama onları eskiden bulundukları durumların herhangi birine yeniden döndürmek değil de, ‘ekolojik süreçlerin yeniden başlamasına izin vermek.’”
Bu anlayış, bildiğimiz korumacılık yöntemlerinden şu yönüyle ayrılıyor: standart korumacılık hareketi, “iyi niyetli olmakla birlikte, canlı sistemleri zaman içinde dondurmak” amacını güder. “Hayvanların ve bitkilerin bir yerden ayrılmasını ya da –zaten orada yaşamıyorlarsa– oraya girmesini önlemeye çalışarak” doğayı bir bahçe gibi yönetmeye kalkar.
Gelgelelim çoğu kez korunmaya çalışılan ekosisteme, ormanların tekrar tekrar temizlenmesinden ve yakılmasından sonra geriye kalan bodur küçük bitkiler hâkimdir. Doğal hayatı koruma kurumları bu bitki örtüsünü el üstünde tutar. Ancak bu durumda “yoğun koyun, sığır ve at otlatılması suretiyle bu alanların ormana dönüşmesi önlenir.” Bu, “Amazonlardaki korumacıların yağmur ormanlarını değil de sığır çiftliklerini korumaya karar vermeleri gibi bir şeydir” diyor Monbiot.
Yeniden-yabanlaştırma ise “doğanın sadece canlı türlerinin bir araya gelmesiyle değil, bunların birbirleriyle ve fiziksel çevreyle sürekli değişen ilişkileri sayesinde oluştuğunu kabul eder.” Mamafih bir ekosistemi belli bir gelişme durumunda tutmak, onu “bir kavanoz turşuymuş̧ gibi” korumaya kalkmak anlamına gelir, bunun da aslında korumayla ilgisi yoktur.
Zira yakın dönemde ekolojistler yaygın “trofik, yani beslenme zincirlerini keşfettiler” diyerek bu stratejideki sorunlara açıklık getiriyor Monbiot: “Bunlar besin zincirinin en üstündeki hayvanların neden olduğu, yukarıdan başlayıp en dibe kadar inen süreçlerdir. Yırtıcı hayvanlar ve büyük otçullar yaşadıkları yerleri dönüştürebilirler. Bazı durumlarda sadece ekosistemi değil, aynı zamanda toprağın doğasını, nehirlerin davranışını, okyanusların kimyasını, hatta atmosferin bileşimini bile değiştirmişlerdir.”
Bu bulgular doğal dünyanın hayal ettiğimizden çok daha büyüleyici ve karmaşık sistemlerden oluştuğunu, ekosistemlerin işleyişi konusundaki fikirlerimizi değiştirmemiz gerektiğini gösteriyor. Bu yeni bakış açısının en ilginç yönü ise, büyük yırtıcı hayvanların ve kaybolmuş türlerin geri getirilmesi için güçlü bir gerekçe sunması olmalı…
Örneğin, ormanlar geyik nüfusundaki artışa dayanıklı değildir. Zira geçmişin tropik ormanlarında, geyik ve yabani sığır nüfusunu dengeleyen yırtıcı hayvanlar mevcuttu ama bugün bu yırtıcıların yokluğunda, ağaç filizlerini yiyen geyik nüfusu muazzam bir artış göstererek ormanlara büyük zararlar veriyor. Monbiot ve kimi ekolojistler belli bölgelerde kurtların geri getirtilmesini öneriyor; bazı alanlarda denenmiş ve çok olumlu sonuçlar alınmış.
Bu dinamik, zengin ekoloji anlayışını daha iyi kavramak için, ekolojistlerin “Temel Çizgi” ya da “Alt Çizgi Kayması Sendromu” (baseline sendrom) olarak adlandırdıkları kavramı açmak gerekiyor: Ekolojistlerin inceledikleri ekosistemler, aslında insan eliyle ciddi derecede değiştirilmiştir –yani tanımladıkları “yaşam” büyük ölçüde basitleştirilmiş̧ ve daraltılmıştır.
Şöyle ki: “Avrupa’daki bildiğimiz ağaçların ve çalıların fillerin saldırılarına karşı koyarak evrimleştiğine dair sağlam ve ayrıntılı kanıtlar var” diye özetliyor Monbiot. “Günümüzde Asya’da hâlâ yaşayan türlerin akrabası olan düz dişli fil, yaklaşık 40.000 yıl –evrim saatine göre sadece bir saniye– öncesine kadar Avrupa’da yaşıyordu.”
Yani Avrupa’nın bitki örtüsü, fil gibi büyük yaratıklara dirençli bir şekilde evrimleşmişti. Nitekim fillerin ağaçları kırma veya kökünden sökme alışkanlığı Avrupa’nın belli başlı ağaç türlerinin, gövdelerinin koptuğu noktadan yeniden büyüyebilmelerini açıklayabilmektedir.
Gelgelelim bu bitki örtüsü, yüzyıllar gibi evrim açısından saniye babındaki bir dönemde çorak Mezopotamya’dan getirtilmiş olan koyunlara dirençli değildir. Monbiot’ya göre özellikle İngiltere’ye hâkim olan uçsuz bucaksız kır manzaralarının –ki bunların bir kısmı tabiat parkı ilan edilmiş olması yazara göre büyük bir ironidir– aslında bölgenin gerçek yaban doğasıyla ilgisi yok. Bunlar tamamen insan ürünü manzaralar; bilinçsiz otlatmanın, hayvancılığın ya da yanlış temeller üzerine kurulu çiftlik işletmeciliğinin ürünü olan çeşitlilikten yoksun, tatsız monokültürler (insan birkaç yüzyıl öncesine kadar ormanlarla kaplı olduğu söylenen Anadolu’nun bugünkü manzarasında koyun ve keçilerin katkısını düşünmeden edemiyor).
Dolayısıyla gelişmeye açık, zengin bir ekosistem yaratmak için insanoğlunun doğaya mutlak hâkimiyetinden önceki dönemi de göz önüne almak gerekiyor -“alt çizgi kayması” bunu anlatıyor: Avrupa ormanlarında elbette koyunların değil, ama yırtıcıların, fillerin, bizonların dolaştığını hayal etmemiz gerektiğini. Monbiot’ya göre bunu gerçekleştirmek hiç de imkânsız değil.
Nitekim Orta Avrupa’da, Karpatlar’da, çiftçiler göç edip gittikten sonra, parçalanmış ekosistemler yeniden birbirleriyle bağlanmaya başlamış ve bazı bölgelerde hâlâ bizonlar, vaşaklar, kurtlar, ayılar ve kunduzlar yaşamakta. Örneğin, Adriyatik kıyıları yakınlarındaki Velebit Dağları’nda şu anda vaşaklar yabani kediler, kurtlar, ayılar, dağ keçileri ve yabandomuzları, ayrıca muhteşem kuş, yılan ve kelebek çeşitleri yaşıyor. İspanya ile Portekiz’de hükümetlerin, korumak amacıyla topraklarının bir milyon hektardan fazlasını, burada yaşayan vaşaklar, İspanyol kraliyet kartalları, akbabalar, İberya dağ keçileri ve diğer yabani canlılar için tahsis ettiğini de burada vurgulayalım.
Monbiot’nun hayali sadece bu vahşi hayvanların değil, uzak gelecekte bir gün insanın da yaban dünyaya dönmesi. “Yabanlaşmayı insanların doğal dünyayla bütünleşmesi ve bu dünyanın keyfini çıkarması için güçlü bir fırsat olarak görüyorum” diye not düşünüyor.
Gelgelelim bu dönüşlerin yahut yaban hayat tapıncının/idealleştirmesinin bir de karanlık yüzü var.
Zira ilk yabanlaştırma projelerini, kendilerine avlak oluşturmak amacıyla, köylüleri topraklarından süren soylular başlatmış. Bundan başka geniş kitleleri etkileyen ama beklenmeyen sonuçlar doğuran hareketler de var. Örneğin, yirminci yüzyılın başlarında Almanya’da ortaya çıkıp kısa sürede popüler olan, sanayileşmenin getirdiği tek tipleşmeden, sosyal hayatın kısıtlarından silkinip doğaya dönüşü savunan wandervogel (özgür kuş) adlı gençlik hareketi… Bu hareket daha sonra birçok dala ayrıldı, bunların arasında Siyonistlere katılan Yahudi gruplar da vardı, ama asıl, Nazilere katılanlar da…
Simon Schama Lanscape and Memory (Doğal Alan ve Hafıza) adlı başyapıtında, Nazi yabanlaştırma projelerini anlatır: Almanlar, Hermann adlı tarihsel figürün, imparatorluk döneminde Roma askerleri karşısında kazandığı zaferden yola çıkarak, yeni bir mit yaratırlar. On beşinci yüzyılın sonlarından itibaren, kendilerini ağaçlar arasında, kırsal bir cennette yozlaşmamış bir hayat süren, vahşi ve doğal varlıkların soyundan gelen insanlar olarak tanımlamaya başlarlar. On sekizinci yüzyılın ortalarında, Hermann’ın uygar Romalıları yendiği ormanlar, otantik anavatanı temsil etmeye baslar. 1941’de, Nazilerin doğu Polonya istilası sırasında başkumandan Hermann Goring, Białowieża Ormanı’na el koyarak yerel halkı “Nazilerin usulünce temizleyip,” orayı kendine ait bir ulusal park hâline getirir. (Fransız yazar Michel Tournier, bu dönemi Kızılağaçlar Kralı adlı romanında çok güzel anlatır). Monbiot bu yaklaşımın sadece Nazilerle sınırlı olmadığını ifade ediyor.
Nitekim Batı uygarlığından hayal kırıklığı yaşayıp doğaya ya da uzaklara kaçan dirimci kimi sanatçılar da faşizme meyletmekten kurtulamamıştır. Kandaki kara güneşe tapan, rasyonalizmi bir tür yabancılaşma olarak gören, insanı içgüdüleriyle düşünmeye çağıran D. H. Lawrence, hayatının sonlarında düpedüz faşist fikirler benimsemiştir. Büyüleyici romanları Pan’la, Toprak Yeşerince’yle doğaya övgüler düzen Knut Hamsun ise yıllar içinde katıksız bir Hitler hayranı olup çıkmış, bu sevdasından uzun süren yaşamının sonuna kadar vazgeçmemiştir –kimilerinin ileri sürdüğü gibi, aklını kaçırmışlığı da yoktur. Kısacası doğa sevgisi bir tapınca dönüştüğünde çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Monbiot, yabanlaştırmanın asla yerel halkın rızası olmadan yapılmaması ve insanın evrenselci fikirleri asla ve asla terk etmemesi gerektiğini ısrarla savunuyor. Zira Out of Wreckage (Yıkıntıların Altından Yükselmek diye çevrilebilir) adlı insanoğlunun iyicil ve özgeci doğası hakkında özlü bir hatırlatma özelliği taşıyan son kitabı, aynı zamanda da iklim krizi, eşitsizlik, göç, yabancılaşma, yalnızlaşma gibi küresel sorunlara karşı, hep birlikte ortak bir tavır almamız için hazırlanmış bir kılavuz niteliğinde.
Yaban Yaşam: Karayı, Denizi ve İnsan Yaşamını Yeniden-yabancılaştırmak’ta küçük başlangıçlarla çok büyük işler yapan figürler de var. Bunlardan biri başlattığı girişimle İskoçya’ya tropik orman yaratıyor. Bir diğeri de İngiltere’nin en çorak topraklarında ağaçlar yetiştirip yüz yıldır görünmeyen kuş türlerini ve kunduzları geri getiriyor, böylece çok kısa sürede bölgenin ekolojisine muazzam bir katkı sağlıyor. Denizlerdeki bazı alanların avlanmaya kapanmasıyla, yüz yıldır görünmeyen balık türleri bir anda ortaya çıkabiliyor –ki özellikle denizler söz konusu olduğunda, evet, yıkımın boyutları gerçekten korkunç, ancak şimdi şimdi alınan ve alınması gereken önlemlerle verim ve bereket açısından geri kazanımın şaşırtıcı derecede süratli olduğunu söylüyor Monbiot.
Yaban Yaşam, bizi yeniden yerküreye dokunmaya çağırıyor. Bu muhteşem yaradılışın “olağan mucizelerine,” akıl almaz bereketine dikkatimizi çekerek –tek tek ya da toplumlar hâlinde– bu sonsuz devinimde etkin bir rol oynamamız gerektiğini hatırlatıyor.