William Saroyan yazı ve hayat atölyesi

"Saroyan, Kasım 1933’te, 'Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam' başlıklı öyküsünün Story dergisinde yayımlanmasının ardından, 1934'ün Ocak ayı boyunca her gün bir öykü yazıp bu derginin editörlerine göndermeye karar verir. Kitaptaki öyküler işte bunlar; gerçekten de o bir ay boyunca büyük bir azimle 26 öykü yazmıştır."

17 Haziran 2021 17:30

William Saroyan’ın öyküleri üzerine 2016’da K24’te yazdığım yazıda[1] “Saroyancı tinsellik” diye bir şeyden söz edip edemeyeceğimizi sormuştum. Bununla kastettiğim ona özgü bir hayat ve kâinat görüşü, belki de bir tür kozmoloji olup olmadığıydı. İnsan, zaman ve varoluş hakkındaki güçlü vurguları ve kendine özgü tezleri, böyle bir tabiri –metaforik anlamıyla– kullanmama neden olmuştu. Özellikle, “Dinimiz hayattı, bu hayatın farkında olmaktı”[2] cümlesinin böylesi bir “tinselliğin” veciz ifadesi olduğunu ileri sürmüştüm. Ne yalan söyleyeyim, daha o yazıyı yazarken bu soruyla biraz abartmış olabileceğim kuşkusunu duymuştum; sonraları da bu yazı ya da Saroyan aklıma her geldiğinde bu kuşkuyu korudum. Geçtiğimiz aylarda Aras Yayıncılık, Saroyan’ın ilk kitabını, bu kitaba otuz yıl sonra yazdığı 150 sayfalık önsözle beraber yayımladı.[3] “Otuz Yıl Sonra” başlıklı bu önsözün[4] başlarındaki bölümlerde Saroyan’ın yazdıkları beni bir parça rahatlattı açıkçası. Yazmaya nasıl başladığını anlatırken bunun bir seçimden ziyade bir mecburiyet olduğunun altını kalın kalın çizen Saroyan, “Herkese bir şey söylemek istiyordum” dedikten sonra şöyle devam ediyor:

“Bir bakıma iş şuna varıyordu ki vaaz vermek, yani bir çeşit misyoner olmak istiyordum, ama açıkça belirlenmiş bir doktrini olmayan bir misyoner, gel gör ki o zamanlar, 1934’te, esas olarak benim de babam gibi bir vaiz olduğumu fark edemeyecek kadar meşguldüm – gerçi yardım etmek istediğimi bilmeyecek kadar meşgul değildim. Bu istemekten öte bir şeydi. Yardım etmeye mecburdum, ya da her halükârda, yardım etmeye çalışmak zorundaydım.” (s. 231) [Vurgu metinde var.]

Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam’da yer alan öykülerin ilginç bir hikâyesi var. Saroyan 1933 yılının sonlarında ertesi yılın ocak ayı boyunca her gün bir öykü yazıp, Kasım 1933’te “Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam” başlıklı öyküsünün yayımlandığı Story dergisine göndermeye karar verir. Kitaptaki öyküler işte bunlar; gerçekten de o bir ay boyunca büyük bir azimle 26 öykü yazmıştır. “Otuz Yıl Sonra”da kendisini yazmaya mecbur hissetmesinin yanı sıra, verdiği bu kararla bir tür meydan okuduğunu da kabul ediyor Saroyan. Yazarak hayatını sürdürmeyi başarıp başaramayacağını görmek istiyordur bu “müsabaka”da. Evet, yaptığını bir “müsabaka” olarak adlandırır. “Her şeyi bir müsabaka haline getirdim” demesi çok önemli, gelgelelim başkalarıyla değil, kendisiyle giriştiği bir “müsabaka”dır bu. Saroyan’ın başka yazarları onlarla müsabakaya girmek için bile pek önemsemediğini belirtmek lazım.

“1964’te Yayımlanan Baskıya Önsöz”de sadece otuz yıl öncesini değil, otuz yıl sonrasını da sorguluyor Saroyan; yazmayı neden sürdürmektedir? Yazarak geçim sağlayıp sağlayamayacağı sorusunun peşinde değildir, buna olumlu yanıt vermiştir ve otuz yıldır bu şekilde geçiniyordur. Artık meydan okumasına gerek kalmadığına göre, “Sadece yazıyor olmak için mi?” diye sorar. Bu soru kuşkusuz, insanlar için, onlara yardım etmek için vaaz vermekten bütünüyle vaz mı geçtiği sorusunu da içerir.

“İnsan ırkının, ne olduklarını veya nasıl davrandıklarını bilmeyen, ama sırf neyseler o olan ve nasıl davranıyorlarsa öyle davranan bir, mesela, mikrop kitlesinden farklı olduğuna mı inanıyorum?” (s. 239)

Bu sorulara bir yanıt vermez, doğrudan yanıt vermez, büyük bir açıklıkla yanıtlarını bilmediğini itiraf etmekle yetinir. İnsanı böyle görüyor ve yazmış olmak için yazıyor olabilir pekâlâ, ama meselenin “böyle görünmesi” onu tatmin etmemektedir; daha önemlisi, “Her şeyi kör bir gizem, kör bir din veya kör bir bilim boyutuna atmaya” da niyeti yoktur. “Yapabildiğim, dolayısıyla yapmaya gönüllü olduğum tek şey, bilmediğimi itiraf etmek” diyerek bitirir bu bölümü.

Burada dikkat edilmesi gereken başka bir nokta var. Neden yazdığı ve yazmayı sürdürdüğü sorusunun yanıtını bilmediğini itiraf etse de, söylediklerinde bu soruya verilebilecek bir yanıt da saklı aslında. Yanıt sorunun içinde. Otuz yıldır yazıyordur, yazmaktadır. Bu elde var birdir. Evet, sorunun doğduğu yer burasıdır, neden yazıyordur? Gelgelelim yanıt da orada. Çünkü yazıyordur, yazmayı aksatmadan sürdürmüştür!

“Saroyancı tinsellik” derken bu metaforla anlatmaya çalıştığım böyle bir şeydi aslında. Otuz yıl sonra yazdığı önsözde bu öyküleri yazarken farkında olmadan vaaz verdiğini düşünmesinden ya da kendisini bir tür misyoner gibi görmesinden ötürü “tinsellik” vurguma haklılık çıkarmıyorum; daha ziyade yaşamayı öne çıkaran, her şeyin önüne koyan yaklaşımının aynı zamanda bir maneviyat, bir dünya görüşü olduğuna ilişkin iddiama destek bulduğum kanısındayım. Saroyan için önemli olan canlı olmaktır, hareket etmektir; önceki yazıda anlatmaya çalıştığım gibi, yaşamanın ön planda olduğu bir “tinsellik”tir Saroyancı tinsellik. Dolayısıyla yazmayı sürdürüyor olması, neden sürdürdüğünden ya da yazmak üzerine yapılacak her türlü tefekkürden, varsayım ya da tezden önce gelir. Canlılık, yaşıyor olmak, hareket; bunlar bizatihi manevidir. Önceki yazıda da alıntıladığım, Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam’da yer alan “Ben, Dünyada” öyküsündeki şu satırlarda görüleceği gibi…

“Olan bitenin farkında olma hali hoşuma gidiyor. Düzen hoşuma gidiyor. Hayat, içinde Tanrı’nın nefesini taşıyan her insan tarafından yaratılır ve herkes kendi bilincini ve düzenini yaratmalıdır, çünkü bunlar kendiliğinden var olmuyor. Sadece karmaşa, hata ve çirkinlik kendiliğinden var olur. Son derece dindar olduğumu söylemiştim. Öyleyim. Yaşadığıma inanıyorum ve böylesi mucizevi bir şeye inanmak için insan dindar olmalı. Minnettarım ve acizim. Yaşıyorum, öyleyse bırakalım yıllar sonsuza kadar birbirini tekrar etsin, çünkü odamda oturuyor, varlığımın gerçekliğini söze aktarıyor, anlamsızlık ve kargaşadan gerçeği süzüyorum. Yaşanılan şu an artık asla yok edilemez. Zamanı aşmıştır.” (s. 56)

Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam’ın 1934’teki ilk baskısının önsözünde “vaaz” ettiği de böyle bir şeydir:

“Elinizden geldiğince büsbütün, var gücünüzle canlı olmaya çalışın ve güldüğünüzde deli gibi gülün, kızdığınızda iyice kızın. Canlı olmaya çalışın. Nasıl olsa çok geçmeden öleceksiniz.” (s. 12)

Hayatta olmayı güçlü biçimde vurguladığı, en hoş metinlerden biri “Ve İnsan” başlıklı öyküdeyse anlatıcının on beş yaşındayken yaşadığı devasa bir aydınlanma anlatılır.

“Gecenin uykusuzluğu boyunca, dile gelmek üzere olan hızlı ve sözsüz bir düşüncenin, zamanın içinden engin bir hatıranın, taze bir dolgunluğun, yeni bir sağlamlığın, yaz boyunca içimde meydana gelen alelacele büyümeden fışkıran daha zarif bir hareket ritminin küçüklü büyüklü bir sürü çark gibi içimde döndüğünü hissediyordum.” (s. 79)

Canlılığa, hayat dolu olmaya işaret eden “engin”, “dolgunluk”, “sağlamlık”, “fışkıran” gibi kelimelerin art arda sıralandığı dikkat çekmiş olmalı. Peşinden vurgulanan “hareket” ve hareketin döngüselliğini ifade eden kelimeler de… Bu hayat dolu öykü okunduğunda hareketin içten dışa doğru adeta “fışkırmakta” olduğu sezilir. Anlatıcı bir yandan da içine dönmekte ve daha önce bilmediği “gizli yüzünün” farkına varmaktadır.

“Asıl büyüme içimde olup bitiyordu, sırf bedensel kalıbımın sınırları içinde değil de akıl vasıtasıyla, hayal gücü vasıtasıyla dışa doğru, varlığın gerçek büyüklüğüne, bilincin, bilmenin, hissetmenin, hatırlamanın sınırsız büyüklüğüne doğru.” (s. 81)

Dışa doğru büyür ve hareket ederken aynı sınıfta okudukları bir kıza kendisini göstermek ister; başka kimseye, mesela aile fertlerine değil, sadece ona. “O bendendi” der.

“Kıza gizli yüzümü gösterdikten sonra ona bizden, aynı yeryüzünde, aynı sonsuzluk anında beraberce hayatta olduğumuzdan bahsedecektim.” (s. 84)

Gelgelelim, bu uğurda yaptıklarının sonucu hüsran gibidir ilk başta; ne ki, içinde büyüyen yeni “bilinç” ve süregiden hareket bu hüsrana takılıp kalmasına engel olacaktır.

“Aniden kendimi bütün sınıfın maskarası gibi hissettim. […] Bazen olur böyle. İnsan başka birine haysiyetini ve anlamını verip de öteki kişi o haysiyeti ve anlamı kendine mal etmezse böyle olur.” (s. 87)

Canı yanmıştır, ağlamıştır hatta, ama kalbindeki yarayı nasıl iyileştireceğini de biliyordur artık. “Varlığın hızlı ve parlak gerçeğini[n]” farkındadır ve bunu düşünürken “yeniden bütünleştiğini” hisseder. Gülmektedir yeniden, coşkulanmıştır. Şöyle biter öykü:

“Boşluğun içinde sessizce duran gizli evreni görmüştüm, ve onu kendisine göstermiştim, ona anlam, letafet ve sadece insanın düşüncesinden ve enerjisinden kaynaklanabilecek gerçeği vermiştim, ve gerçek insandı, bendim, anbean, ve insandı, yüzyıllar boyu, ve Tanrı’nın insanın içindeki yüzüydü, ve sırrın enginliğinde insanın kahkahasının sesiydi, ve sırrın karanlığında insanın ağlama sesiydi ve gerçek bendim ve ben insandım.” (s. 90)

Hayata, hayatta olmaya ve hayatta olana, yani insana yapılan bu vurgunun edebiyatta, yazıda da bir karşılığı vardır hiç kuşkusuz. Yukarıda vurguladığım gibi, neden yazdığı sorusunun yanıtını da içermesi gibi bir şeydir bu. Yazıyı Saroyan insandan ayırmıyordur ki… “Ben, Dünyada”nın anlatıcısı bunun altını açıkça çizer.

“Aslında ortada şiir formu, öykü formu ya da roman formu diye bir şey olduğuna inanmadığımı biliyor musunuz? Sadece insanın varlığına inanırım. Geri kalan desisedir. Olduğum insanı bu öyküye aktarmaya gayret ediyorum. Ve aktarabildiğim kadarıyla dünyamı da.” (s. 51)

Otuz yıl sonra yazdığı önsözdeki parçalardan birini okuduğumuzda bu konudaki fikrinin çok değişmediğini anlarız Saroyan’ın.

“Yazmak bir iş eylemi değildir. […] Bir yazar olmak, pratik iş bağlamında, budalaca bir şeydir. Bir hikâye yazmak, hasat devşirmek, kargo sevk etmek ve bir borçtan faiz kazanmak demek değildir.

Hikâye yazmak, yaşamak demektir, yaşatmak, yaşamaya mecbur etmek demektir. Bir öykü yazmak için gerekli olan gayret, zekâ, enerji, nüktedanlık ve disiplin, bankerler, avukatlar, genel müdürler, tacirler[le] […] aynı sınıfta değildir.” (s. 283)

Kitaptaki öykülerin bir bölümünün anlatıcıları Saroyan’ı hayli andıran genç yazarlar. Gerek onların öykülerinde gerekse Saroyan’ın bu öyküleri ne koşullarda, hangi itkilerle yazdığını izah ettiği “Otuz Yıl Sonra”daki parçalarda yazmak ile olmak arasındaki bağ açıkça seçilir. Şu cümle “Otuz Yıl Sonra”dan:

“Yapmak istediğim, ciddi, kendim olarak yapmak istediğim başka bir şey yoktu, çünkü yazmak kendim demekti: Fikirler, hayal gücü ve yaratmak kendim demekti.” (s. 290)

Buradan yola çıkarak Saroyan’ın yazdıklarının kendisi hakkında neler söylediği sorulabilir. O dönemde yazdıklarını Saroyan’ın hayatından (“kendisinden”) ayırmak çok zordur – bu yanıyla Sait Faik’i hayli andırdığını düşünmek mümkün. Kabaca üç gruba ayırabiliriz Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam’daki öyküleri. İlki kendisini yazmaya adamış, yazarak var olduğunu düşünen, yoksul genç adamlara dair öyküler; ikinci gruptakiler yaklaşmakta olan İkinci Dünya Savaşı’nın hissi ve çocukluğundan hatırladığı ilk savaşın etkisiyle yazıldığını düşünebileceğimiz, savaş karşıtı diye anılabilecek öyküler;[5] son gruptaysa Amerika’daki göçmenlere dair öyküler var; sadece Ermeni değil, Süryani, Polonyalı, İtalyan… Ailesinin tarihini kendisine mal etmiş, ailesinin kaçmak zorunda kaldığı eski memleketi Anadolu’yu onlar gibi özleyen Ermeni delikanlıları tabii ki biraz daha çok öbürlerinden.

Bu ayrımın “kabaca” olduğunu belirtmem lazım, bazı öyküleri farklı gruplara katmak mümkün çünkü. “Savaş yazmama müsaade etmeyecek. Her düşüncemi gölgeliyor ve geleceğe dair her umudu boşa çıkarıyor” der mesela “Kendi Savaşınızı Kendiniz Savaşın”ın anlatıcısı. Askere alınmış ama gitmemiştir, nedeni sorulduğunda “Bir öykü yazmam gerekiyordu” diye cevap vermiştir. Aklından geçen tek şey ise şudur: “Kendi savaşınızı neden kendiniz savaşmıyorsunuz, orospu çocukları, geçen savaşta milyonlarca insanı yok eden siz eski kafalılar, niye kendi şu lanet olası savaşlarınızda kendiniz savaşmıyorsunuz?” [Vurgu metinde var.]

“Yetmiş Bin Süryani”nin anlatıcısı da bir öykü yazarıdır, anlattıklarının arasına girip bir öykü yazmakta olduğunu söyler, bir yandan da yazmak üzerine düşüncelerini aktarır. Tipik Saroyan cümleleri de eksik değildir hiç kuşkusuz: “Irklara inanmam. Hükümetlere inanmam. Hayatı, dünyadaki milyonların aynı anda yaşadığı tek bir hayat olarak görürüm.” Karşısına çıkan, Anadolu’dan gelmiş, genç bir Süryani berberin, “Ulusumuz silindi, bittik, her şey bitti, dili okumayı neden öğreneyim ki” şeklindeki sözleri çok acı gelir öykünün anlatıcısına. Aylarca Süryani ülkesini, genç berberi, “sesindeki hüznü, tavrındaki umutsuzluğu” düşünür. Bunlara kafa yorarken, kendisine, “Neden […] filme çekilebilecek güzel aşk hikâyeleri yazm[adığını]” sorar. Bir başka yazarın yazdıklarıyla öykülerini kıyaslar. Öbürü halkı memnun eden bir yazar olmasına rağmen “yazdığı insanlar yaşamıyorlar[dır].” Kendisiyse o Süryani berber gibi “ruhen ölü” bile olsalar, “insanın ölümsüz hamurundan yapılmış” olanları anlatmayı yeğliyordur. Beri yandan Süryani berberin umutsuzluğu ona kendi halkının başına gelenleri de hatırlatmıştır.

“Bu sözler bana bir Ermeni olarak çok acı geldi. Halkımın yok edilişi beni daima üzmüştür. […] Bütün insanlara sevgim olduğunu düşünüyorum, hatta Ermenistan’ın düşmanlarına bile – ki kibarlık ediyor ve burada adlarını söylemiyorum. Kim olduklarını herkes biliyor. Hiçbirine karşı zorum yok, çünkü hepsini kendi hayatlarını yaşayan insanlar olarak görüyorum. Biliyorum, hatta eminim ki tek bir insan, kalabalıkların yaptığı canavarlıkları yapmaz. Benim tek itirazım başıboş saldırgan kalabalıklara.” (s. 33)

Bu öyküyü sözünü ettiğim üç gruba katmak da mümkün. Bu üç gruba ayrılma bahsi bir yana, bunların Genç Saroyan’ın zihnini meşgul ve kendisini var eden temel meseleler olduğunu düşünebiliriz. “Otuz Yıl Sonra”da bu meseleler birbirinin içine geçmiş halde karşımıza çıkıyor. Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam’daki öyküleri yazmaya nasıl başladığını anlatırken yazmakta olduğu önsözdeki metinlere değinmeden duramaz – “belge” diye anar bu yazdıklarını başlarda, “bu belge her neyse”. Şöyle devam eder:

“Varsayımım şu ki, mesela yazı yazmanın tekniği, hiç kimsenin ilgisini çekmez, çünkü bunun heyecan verici bir tarafı yoktur. Bir yazar oturur ve yazar. Bunun nesi ilginçtir? Öte yandan, mesela generallerin general oldukları zamanları yazmaları bir gelenek olagelmiştir. […] Bu belge de bu işte – ortada ölen asker de yok, en sonunda doğru yorumlanarak anlaşılan, başta yanlış yorumlanmış ve yanlış anlaşılmış bir tarih de yok, […] kiralık yazarlar da yok, koca yalanlar hakkında boru boru konuşmak da yok, yurtseverlik de yok, fantezi de yok, sırf önce 1934’te ve sonra 1964’te otuz bir gün boyunca her gün yazmak üzerine yazılan sade, sıradan, günlük bir yazı var. Bu tip bir yazının nesi ilginç olabilir?” (s. 297)

Askerlere, savaşa geçerken değinmeden, laf atmadan duramadığı, öfkesini gizlemediği çok açık, üzerinde daha fazla durmaya gerek yok, ama “bu tip yazının nesi ilginç” sorusundan devam edilebilir.

Saroyan’ın metinlerine aşina olanlar, “Bu tip bir yazının nesi ilginç olabilir?” derken bir yandan da “nasıl da ilginç ama” dediğini bilirler. Bu yazıların tonu bile kendisini ele verir aslında. Her gün bunları yazmak, sadece bu bile büyük bir yazma iştahının göstergesi değil mi? Girişte değindiğim yazımda Saroyan’ın çocuk öykü kahramanlarının “yaşama iştahları” olduğunu ileri sürmüştüm, Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam’da hikâyeleri anlatılan kişilerin “yazma iştahları”nın da yoğun olduğu söylenebilir pekâlâ; keza elli beş yaşında, dönüp de yirmi beş yaşında yazdığı öyküler üzerine yazan orta yaşlı adam için de geçerlidir bu tabir. Bu “belge”ler öncelikle satırların hemen tamamında sezdiğimiz yazma iştahı nedeniyle ilginç. Beri yandan kendi adıma söyleyeyim, aynı zamanda bunlar ziyadesiyle iştah açıcı. Şu an yazmakta olduğum yazının yanı sıra beni başka şeyler yazmaya da kışkırttığını itiraf etmeliyim. On beş yaşında Saroyan’ın öykülerini okuduğumda neler hissettiğimi –yazarak– hatırlamaya çalışabilirim mesela, ya da otuz değilse de, yirmi dokuz yıl önce yayımlanan ilk kitabımdaki öyküleri ve onları yazdığım zamanlardaki kendimi Saroyan’ın yaptığı gibi didikleyebilirim.

Bu gibi kişisel meseleleri geçersek, nesi ilginç bu “belge”lerin? Bir kişinin, “yazmak kendim demek” diyen bir kişinin yazıyla ilişkisine yakından bakma imkânı veriyorlar, az şey mi! Üstelik başka örneğine rastlayamayacağımız şekilde aynı kişinin otuz yıl arayla benzer ya da yakın bir odağın çevresinde dolanan soruları nasıl yanıtladığını görüyoruz. Dolayısıyla otuz yıl önce yazarak hayatımı kazanabilir miyim sorusunun peşinden giden genç adamla otuz yıl boyunca hayatını yazarak kazanmış adamın zihninde, yazısında ve hayatında nelerin değişip nelerin değişmediğini görebiliyoruz. Belki de bir anlamda Saroyan’ın kendi yöntemini ona uygulama imkânı sunuyor bize bu kitap. Yazmak, azim, meydan okuma, kişinin kendisiyle müsabakası vb. mevzular bizi tekil bir örnek üzerinden insan olmak hakkında bir yerlere götürebilir – ya da Saroyan’ın deyişiyle “insan ırkıyla” ilgili. Şöyle diyor “Otuz Yıl Sonra”da:

“İnsan ırkı sadece tek tek her bir insanda gerçektir. Birkaç şeyin detayı hakikaten gözlemlenirse ve tek bir insanın gerçeği hakikaten ve önemsiz olarak belgelenirse, ortaya sanat olan şey çıkar, bu da genelde tarihten daha doğru, ve daima olan bitenden ve istatistikten çok daha tatmin edicidir. Bu aynı zamanda bir atletizm müsabakasıdır, uzun mesafe koşusuna benzer biraz.” (s. 298)

Bütün bunların yanı sıra, aslında bunların hepsinden önce bu önsözdeki parçalar bize Saroyan’ı yakından tanıma imkânı veriyor. Onun kendine özgü yazma üslubunun çok hoş örnekleri olmaları bir yana, bu “belge”lerden onun nasıl bir kişiliği olduğunu, nasıl yazdığını, günlük rutinlerini, parayla ilişkisini, kumar tutkusunu, vergi dairelerini hiç sevmediğini, hatta giderek daha mahrem yanlarını (mesela “fazlasıyla bir erkek enerjisine sahip” olduğunu ve bunun başına açtığı işleri) öğreniyoruz. Elbette bütün bunların onun yazısını nasıl etkilediğini de… Beri yandan bu parçalar aradan geçen otuz yıl içerisinde tanıdığı kimi yazarlarla aralarında geçenleri, bazılarının yapıtları hakkında Saroyan’ın neler düşündüğünü öğrenme imkânı da sunuyor.

Burada bir parantez açarak “Otuz Yıl Sonra”nın başlarında “bu tip yazı” ya da “belge” diye adlandırdığı parçalar için ilerledikçe Saroyan’ın “öykü” ya da “kısa yazılı eser” dediğini belirtmeliyim. Bence bunların arasındaki doğru tercih “öykü”. Her birini Saroyanesk birer öykü olarak okumak pekâlâ mümkün. Saroyan’ın dili, üslubu anıyla, denemeyle öykü arasındaki sınırları bertaraf eder. Nasıl ki bazı öykülerini okurken hatıralarını okuyormuş gibi hissediyorsak (üstelik bu öykü kişisi sözgelimi Polonyalı bir genç adam olduğu halde), bu parçalar da öykü etkisinde ve gücünde metinler. Saroyan bir başka yerde gençliğinde kendisine gelen mektuplara verdiği yanıtların “birer mektuptan ziyade birer öykü ya da sanat yapıtı” olduğunu belirtir.[6]

Yukarıda saydıklarımın yanı sıra yazma heveslileri için “Otuz Yıl Sonra” başlığı altında yer alan “öykü”ler yazı atölyesi ders notları, hatta ders kitabı gibi de okunabilir. Biraz dağınık dersler ama ana hat yine canlılık üzerine. Başlardaki şu vurgu çok önemli bence:

“İnsanı daha çok şevke getirip çalıştıran, ya da her şey boşmuş duygusuna daha az kapılmasını sağlayan hangisiyse, daha iyisi odur, ve tahminimce belli bir dönemde daha iyisi hangisiyse, o gerçekten de daha iyisidir.” (s. 240)

Saroyan bu cümleyi edebiyat bağlamında değil, kahve içtiği ve içmediği zamanları anlatırken sarf ediyor; beri yandan bu belli ki onun yazıyla ilişkisinde de önemli bir ölçüt. Cümlenin ikinci kısmı ilk anda totolojik gelebilir ama bana kalırsa orada da bir tutuma kapılıp kalmamayı, mutlaklaştırmamayı salık veriyor. “Kurallar koymayın,” diyor, “koysanız bile bunun geçici olduğunu bilin, gözünüz, gönlünüz açık olsun, ne yapmak sizi şevke getiriyorsa iyisi odur.” Bu tavsiyeyi yazmakla ilgili bir “kural” olarak da kabul edebiliriz. Hoş, Saroyan 1934’te kitabın ilk baskısına yazdığı önsözden itibaren kurallara karşı olmuştur. İlk baskının önsözü de çok hoştur. “Öykü yazmanın belli bazı kuralları olduğunu öğrendim” dedikten bir cümle sonra, “sonunda bu kuralların yanlış olduğunu keşfettim” deyiverir.

“Sorun şuydu ki, bu kurallar beni saf dışı bırakmaktaydı ve bana kalırsa, bu olaydaki en önemli unsur bendim, dolayısıyla bazı kurallar koydum.” (s. 9)

İlk kuralı şudur: “Başkalarının koyduğu kuralları asla kale alma […] Bu kuralları kendilerini korumak için koyuyorlar.” İkincisiyse şöyle: “İçinden geldiği türde öyküler yaz. Şimdiye kadar yazmış olan kim var kim yok boş ver.” Yirmi beş yaşındaki Saroyan’dan iki alıntı daha yapacağım. Onun ironisinin, dünyaya ve kendisine bakış açısını, canlı olmaya düşkünlüğünü ve yaşama iştahının daha yazmaya yeni başlamış sayılacağı bir dönemde ne denli net ve kendine özgü olduğunu gösterdiğini düşünüyorum bu cümlelerin.

“Bütün başarılı yazarlar, bir kelimenin kendi başına yeterince bir anlamı olmadığını, dolayısıyla bir kelimenin anlamını başka bir kelimenin yardımıyla vurgulamanın en iyi yöntem olduğunu düşünürler. Kimi yazarlar masum bir kelimeye dört, hatta beş başka kelimeyle yardım edecek kadar ileri gider ve bu yardımseverlik yüzünden bazen masum bir kelimeyi öldürürler ve hiç sıfat bilmeyen cahil bir yazarın iyi kalplilik yüzünden öldürülmüş bu kelimeyi canlandırması yıllar sürer.” (s. 10)

“Bir yazar olsa olsa şu iki üsluptan birine sahiptir: Ya ölümün kaçınılmaz olduğunu ima eden bir tarzda yazabilir, ya da ölümün kaçınılmaz olmadığını ima eden bir tarzda yazabilir. […] Herkesin eninde sonunda öleceğine inanır gibi yazarsanız, gayet samimi bir üslupla yazma şansınız yüksektir. […] Öte yandan, budala durumuna düşmemek için, ölümün kaçınılmaz olduğu kadar yaşamın da kaçınılmaz olduğuna inanmanız gerekir.” (s. 11)

Saroyan Bitlis'te. 1964.

Her gün bir öykü yazmaya azmettiği, otuz yıl önceki çalışma programını ve bu çalışmadan öğrendiklerini anlattığı bölümler yazmaya gönül vermişler için hayli esin verici ve öğretici. (Saroyan bu cümlemi okuyacak olsa, öğreticiliğe vurgu yaptığım için bir hayli söylenirdi, tahmin ediyorum.)

“Aklımda bir öykü için belli bir fikir, hatta bir karakter bile olmayabilirdi. Ama sırf bir an önce oturup yazmak gelirdi içimden […] Yazdıklarım bazen bir, taş çatlasa bir buçuk saatimi almazdı, ama ara sıra beş saatimi aldığı da olurdu, gerçi ben çalışırken yaşayan şey zaman mefhumu değildi. Yaşayan başka bir şeydi. Her şeyden önce bendenizdi. Bir sorumluluktu. İnançtı. Aynı zamanda haklarında pek bilgim olmayan birtakım şeylerdi. [...] Bunlardan biri kesinlikle adına sağlık diyeceğim şey, ama bu, yazarın ille de bedenen sağlıklı olduğu anlamına gelmez. Mesela hastayken, ateşim varken bile bu yazar sağlığı dediğim şeyin tadına varmışımdır. […] Bunun, Tanrı’nın bir insanın içindeki sağlığı olduğunu söylemeye çekiniyorum, ama fazlaca yanlış anlaşılmamayı umarak, bu riski göze alacağım. İnsanın içindeki her türlü canlılığın sağlığıdır ve kanımca, içindeki zamanın da sağlığıdır.” (s. 248) [Vurgular eklenmiştir.]

“Zamanın sağlığı”; kendisini hemen ele veren bir tamlama değil bu ama üzerinde durmaya değer. Zamanın geçişindeki dirilik kastediliyor olabilir, zamanın dolu dolu geçmesi – “her şey boşmuş duygusuna daha az kapılmak” demişti daha önce. Sağlıkla akan zaman bunu da işaret ediyor olmalı. Belki de zamanın geçeceğini bilip kabul etmek, ona direnmemek, beraber akmaktır vurgulamak istediği. Ya da hepsi birden. “Yazar sağlığı”nı da tartışmasız biçimde tanımlamış değil Saroyan, ama bir şeyler seziyoruz yazdıklarından. Gene dirilik ve canlılığa bir vurgu olsa gerek. Kalemin kâğıdın üzerinde tıpkı zaman gibi, sağlıkla, dipdiri akışı; sadece kalemin değil ama, yüreğin de!

Yazarın ve zamanın sağlığından söz ettiği yukarıdaki alıntının devamında canlılığın karşısına koyduğu boşluk duygusundan kendisini nasıl koruduğuna dair ipuçları verir Saroyan.

“Bu aynı zamanda, birlik, hatta birliktelik adını vereceğim bir durumdu. Eski yazarlarla, masalcılarla birlikte, hatta şarkı söyleyen ve söyledikçe kelimeler ve müzik uyduran ozanlarla birlikteydim. Ayrıca, daha pek çok şeyle de birlikteydim, hatta muhtemelen deniz, denizin gelgitleri ve denizin ayla ilişkisi dahil. […] Sanki bir dostmuş gibi, ya da daha doğrusu belki bir babaymış gibi sevdiğim güneşle birlikteydim. Birdim. […] Ben, daha küçük yaştan, bilerek birdim ve bir olmadığım zamanlar bunun farkındaydım ve bu hiç hoşuma gitmezdi. Bir olmamak yanlıştı. Hatta yanlış olmaktan da öte, tehlikeliydi. İnsanı kendi gerçeğinden çıkartıp hemen hemen boşluğa atıyor, insanı neredeyse hiçe çeviriyordu.” (s. 248-249) [Vurgu metinde.]

Yazıdan bahsederken sözü gene hayata, hatta varoluşa getirdiği gözlerden kaçmamıştır. Boşuna “Yazmak kendim demek” demiyor Saroyan. Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam’daki öyküler ve yüz elli sayfalık “Otuz Yıl Sonra” başlıklı önsöz için “yazı atölyesi” dedim, ama bu aynı zamanda “hayat atölyesi”. Saroyan’ın övüngen bir yanı var, ilk kitabının önsözünden yaptığım alıntılar hatırlanabilir. Kendinden hoşnut, ama dikkat çekmek isterim, kendine hayran değil. İçe dönük bakışı da hayli keskin. 30 yıl sonra, “1934’te sahip olduğu haince hislere hâlâ sahip” olup olmadığını gönül rahatlığıyla soruyor mesela. Bunları sıralayıveriyor: “Kıskançlık, kibir, cehalet, küstahlık ve buna benzer diğer hisler.” O yıllardan ve otuz yıl sonrasından örnekler veriyor bu hislerle ilgili olarak, akıl yürütüyor. Şunu da söylemeden geçmiyor ama:

“Bir insanın hayatı boyunca her şey hakkında, ama en çok kendi hakkında yanılması ne kadar kolay yahu!”

Pek çoğumuzun katılacağı, altına imzamızı atacağımız bir önerme, ama Saroyan farkı diye bir şey var. Bu saptamanın ardından gelen cümlelerde parıldıyor bu fark.

“Yıllar yılı bir budala gibi hareket etmesi ne kadar kaçınılmaz! Hayatının her etabında incinmeye ne kadar meyilli! Ne kadar gülünç, ne kadar gülünesi, ne kadar acınası! Ama aynı zamanda ne kadar olağandışı, ne kadar özel, ne kadar eşsiz, ne kadar nadide, ne kadar muhteşem ve kelimenin en doğru anlamıyla ne kadar kahramansı!” (s. 256)

“Saroyancı tinsellik”ten girmiştim söze, “Saroyancı diyalektik”ten de mi söz etmeli, bilmiyorum! Beri yandan şunu iyi biliyorum: Saroyan’ın “yazı ve hayat atölyesi el kitabı”ndan alıntılar yapmayı sürdürürsem bu yazı bitmeyecek. Yazıyla hayat arasındaki bağa ve dolayımlara dair şu cümlelerini aktarmadan duramayacağım yine de.

“Öyküyü yaratansa yaşanacak bir hayatın olmasıdır. Öykü bunun içindir, bununla beraber, buna doğru, bunun içinden ve bundan uzaklaşarak hareket eder.

Ama bu ne bir öykü savunması ne de romana karşı bir saldırı. Öykünün savunulmaya ihtiyacı yoktur, romana da saldırılamaz. Her biri, en iyi halleriyle, insanoğlunun canlı oluşunun içinde yaşar.” (s. 343)

Bu kitabı bir yazı atölyesi gibi anarken tedirgin olduğumu da itiraf etmeliyim. Saroyan’ın övüngenliği ya da başka yazarları okumamakla ilgili sözleri, halihazırda okumayı pek sevmeyen, yazdıklarına yazar yazmaz hayran olanlar için oldukça “kullanışlı”. Gene de “hayatın ve zamanın sağlığı”na, sağlıkla akacağı hakikatine güvenmek lazım. Saroyancı bakış zannediyorum bu konuda şöyle diyecektir: “Okumayan dibine kadar okumasın. Övünen en son noktaya kadar övsün kendisini. Canları cehenneme! Ne olacaksa olsun, bırakın aksın.” Beri yandan Saroyan’ın övüngenliği ya da büyüklenmesi pek o kadar kullanışlı olmayabilir de çünkü başta değindim, onun için başka yazarlar pek söz konusu değil. Onun “müsabaka”sı kendisiyle, başka yazarlar bu yüzden büyük bir önem taşımıyor, bir başka yazarın kitabı hakkında daha çok yazı yazılması ya da kitabının onunkinden birkaç baskı daha çok yahut az yapılması Saroyan için bütünüyle konu dışı. Saroyan’ın ekiplerle, takımlarla, karşılıklı övgülerle falan da pek işi yok.

Saroyan’ın muhakemesi olanları ve olasılıkları hep birlikte görmek ve değerlendirmek şeklinde işliyor. Bir şeyin aynı anda çok şey olabileceğini ve hiçbir şey olamayabileceğini hesaba katarak… Şu alıntıda önermelerin birbirini takip edişi nasıl hareketli, canlı ve diri:

“Ben büyüğüm. Yazınım da büyük. Bununla birlikte, bunu peşin peşin belirtip, hatta buna gülmüş olmakla birlikte, inanın bunun hiçbir öneminin olmadığını söylemem lazım, hakikaten buna ihtiyaç yok, inanın benim de büyük olmama gerek yok, yazınımın da büyük olmasına gerek yok, hiç önemli değil, kimse boşuna heyecanlanmasın, çünkü en büyük büyüklüğümüz bile büyük değil aslında, ama ziyanı yok, kimse büyük olmadığı için, küçük olduğu için sinirlenmesin, çünkü istediğimiz işte bu, elde etmeye çalıştığımız bu, sanatımız işte bunun için, yani kaçınılmaz devasalığımızı ve kaçınılmaz önemsizliğimizi kabullenmek için var, çünkü bu kabullenmeden, devam etmemizi sağlayan o özgürlük hali doğar.” (s. 271-272) [Vurgu eklenmiştir.]

Çarpıcı bir sanat tanımı, ya da sanata biçilen eşsiz bir işlev. Sanat sanat için midir, toplum için midir münazarasında patlama yaratacak bir önerme: “Kaçınılmaz devasalığımızı ve kaçınılmaz önemsizliğimizi kabullenmek için.” “Patlama” kelimesini rastgele seçmedim. O da bir başka Saroyan cümlesinden mülhem:

“İnsan deneyimi bir şekil değil. Bir patlama. Her gün vuku bulan küçük küçük patlamalardan oluşan büyük bir patlama. Sağ olan her insanın içinde her gün yer alan ve birbirleriyle mütemadiyen zincirleme reaksiyonlar yaratan binlerce patlamadan oluşan, büyük, zamansız, uzaysız, yayılan koca bir patlama.” (s. 258)

 

NOTLAR: 


[1] Behçet Çelik, “Gözün geniş baktığı” - K24 (t24.com.tr)

[2] Bu cümle “Ömür Denen An” başlıklı öyküden, Türkçede Yetmiş Bin Süryani’nin içinde yayımlandı. Aras Yayıncılık, çev. Ohannes Kılıçdağı ve Aziz Gökdemir, 2004. Bu öykü Kasım 1933’te Hairenik Daily’de yayımlanmış. Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam’daki öykülerle çok yakın zamanlarda, muhtemelen birkaç ay önce yazılmış olduğunu düşünebiliriz.

[3] William Saroyan, Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam ve Diğer Öyküler, çev. İrma Dolanoğlu Çimen, Aras Yayıncılık, 2021, 382 s.

[4] Kitapta yer alan “editörü notu”nda, Saroyan’ın kitabın her baskısı için ayrı bir önsöz yazdığı belirtiliyor. “Bunlar arasında en ilgi çekici ve hacimli olanı, kitabın 1964’teki 30. Yıl baskısı için kaleme aldığıdır.”

[5] Yetmiş Bin Süryani’ye yazdığı “Sunuş”ta Aziz Gökdemir de o derlemedeki öyküleri üç gruba ayırır. Türkiye’de tanınıp sevilmesine rağmen Türkiyeli okurlara ulaşamayan öykülerdir bu derlemede yer alanlar. Bir bölümü arşivlerde kalmış, erken zamanlarda yazılmış, tipik Saroyan öyküleridir; ikinci gruptakiler ona şöhretini kazandıran, “ağzına koyacak lokma bulamayacak kadar fakir bir yazarın yaşamından” kesitler sunuyordur (bu öykülerin bazıları Uçan Trapezdeki Cesur Genç Adam’dandır); son gruptakileri “1915’in göçmenlerin gündelik yaşamına etkisini betimleyen” “politik öyküler” şeklinde adlandırmanın mümkün olduğunu belirtir Gökdemir. Kabaca yaptığım tasnifteki “savaş karşıtı” dediğim öykülerden “Savaş”ı da, tam da Gökdemir’in tanımına uygun “politik öyküler”den sayabiliriz; nitekim bu öykü de daha önce Yetmiş Bin Süryani’de yayımlanmıştır.

[6] Saroyan Memoirs, editör: Brian Darwent, Minerva Press, 1994, s: 99. Yaptığım alıntı Saroyan Memoirs’taki “Henry Miller” başlıklı bölümden. (Belirteyim, Henry Miller’dan “Otuz Yıl Sonra”da da söz eder.) Miller’ın Paris’ten gönderdiği bir mektupta Amerika’nın yaşayan tek gerçek yazarı olduğunu belirtmesi üzerine, “Aman Tanrım, ben Amerika’nın tek gerçek yazarı değilim, ama en iyisiyim” demek yerine Miller’ın bu saçma teorisini bir anlamda kabul edip yüzlerce belki de binlerce kelimeden oluşan yanıt yazdığını belirtir. O yıllarda her birinin birer öykü ya da sanat yapıtı olduğunu düşündüğü bu mektupların karbon kâğıdı vasıtasıyla kopyasını almıyordur; bunu yapmaya on yıl sonra, “şükür olsun ki, asla edebiyatçıların değil avukatların tavsiyesiyle” başlamıştır.

 

GİRİŞ RESMİ:

William Saroyan, Ararat'ın (Ağrı) önünde. 1978.