"Klaus Barbie’nin Fransız direnişini imha girişimi de bir soykırım girişimi değildi. Nitekim Barbie sonra soykırım değil, siyasi kıyım suçundan hüküm giydi. O halde Hitler’in altı milyon Yahudiyi öldürmesi ‘soykırım’ addedilirken, Stalin’in on milyon köylüyü katletmesi niçin ‘soykırım’ sayılmaz?"
17 Haziran 2021 17:00
1915 Ermeni olaylarının bir ‘soykırım’ olarak nitelenmesine karşı çıkanların başlıca argümanı bu olayların acımasız ve kör savaş koşullarından kaynaklandığıdır. Bu argüman genellikle gider, sonunda şu sloganda ifadesini bulur: “Soykırım değil, vatan savunması!”
Argümanın nesir hali ise şudur: Birinci Dünya Savaşı modern çağın en kanlı ve kitlesel kıyımlarına neden oldu. Osmanlı devleti bu savaşta ölüm-kalım mücadelesi verdi. Sarıkamış hezimetinden sonra özellikle Doğu cephesi büyük zafiyete düşmüştü. Doğu eyaletlerindeki Ermeni nüfusun bir kısmı bağımsızlık kazanma hülyasıyla on yıllardır bir hareketlenme içindeydi. Bu nüfusun öncü kesimleri ülke içine ilerleyen Rus ordusu ile işbirliğine girmekten geri durmadı. Bu ‘arkadan vurulma’ tehlikesine karşı Osmanlı hükümeti, Ermeni nüfusun tamamını cepheden uzak güney eyaletlerine –Suriye’ye– ‘kaydırma’ya karar verdi. ‘Tehcir’ bu askerî önlemin adıdır ve askerî bir önlemden de başka bir şey değildir. Ancak ‘tehcir’in lojistiği yetersizdi: Göç yolunda pek çok insan açlıktan susuzluktan telef oldu, başıbozuk çeteler –çoğu Kürt!– tarafından saldırıya uğradı, öldürüldü. Sonuç, yüz binlerce ölüme mal olan büyük bir insanlık dramıdır, bir trajedidir. Ancak öncesindeki ve sonrasındaki yılları da içeren, daha geniş bir perspektife oturtulduğunda, 1915 olaylarının simgelediği süreç karşılıklı bir katliamlar dizisidir, esasen bir ‘mukatele’ olgusudur. Bu olgunun bir parçası olduğu ‘Büyük Savaş’ta (Birinci Dünya Savaşı) Türk kayıpların sayısı Ermeni kayıplarından az değildir.
Kabaca ‘Türk Tezi’ diye bilinen anlatıdır bu. Bu anlatıyı kökünden yadsıyan yaklaşıma göre 1915 olayları ‘soykırım’dan başka bir kavramla açıklanamaz. ‘İnsanlık dramı’, ‘trajedi’, ‘mukatele’ gibi sözcükler ancak bu kavramla anlaşılabilecek bir gerçeği gizlemekten öteye gitmez.
‘Soykırım’ kavramı, 1948’deki Roma Konvansiyonu ile birlikte hukuk lügatına da girmiştir. Bu konvansiyonun ilgili maddesi uyarınca soykırım ulusal, etnik yahut dinî bir topluluğun tamamını veya bir kısmını yok etmeye dönük eylemleri kapsar. Bu eylemlerin başlıcaları şunlardır: Söz konusu topluluğun üyelerini öldürmek. Topluluk üyeleri üzerinde fiziksel yahut zihinsel hasara yol açmak. Hayat şartlarını topluluğun bir kısmının veya tamamının yok olmasına neden olacak şekilde kısıtlamak. Topluluk içindeki doğumları engellemeye dönük girişimlerde bulunmak. Topluluğa ait çocuklara zorla el koyup başka bir topluluğun tasarrufuna bırakmak, vs.
1915 olaylarında bütün bu eylemlerin fazlasıyla gerçekleştiğini savunanların yaklaşımını doğrudan ‘soykırımcı yaklaşım’ olarak nitelemek mümkün. ‘Ermeni Tezi’nin başlıca dayanağı olan bu yaklaşıma göre tehcir kararı Ermeni halkın isyanı veya ‘ihaneti’ üzerine alınmış bir önlem değildir. Sık sık dile getirildiğinin aksine, Van direnişi gibi örnekler tehciri takip eden ve büyük ölçüde tehcire tepki olarak gelişmiş olaylardır. 1915’in arifesinde Ermeni erkek nüfus zaten askere alınmış veya kamplara toplanmış olduğundan, bölge halkı içinde istese de düşmanla işbirliği yapacak kayda değer bir unsur da yoktur. Rus ordusunda rastlanan bir kısım Ermeni bölge halkından devşirilmiş veya katılmış savaşçılar değil, Rusya Ermenistanı’dan gelmiş askerlerdir. Karşılıklı kayıplara gelince, Büyük Savaş’ın Ermeniler kadar Türklere de muazzam yıkım getirdiği kesindir, fakat Türklerin imparatorluğun değişik cephelerinde maruz kaldığı kayıplardan Ermenilerle yaşanan sınırlı ve marjinal çatışmaları sorumlu tutmak akla ve mantığa uymaz.
Ancak bu ‘soykırımcı’ yaklaşım için asıl önemli olan şudur: ‘Türk Tezi’nce savunulanın aksine, tehcirin güzergâhı üzerinde merkezî otoritenin hiç denetimi olmadığı doğru değildir; görünürdeki genel asayişsizlik kısmen kendiliğinden ve gerçek olmakla birlikte, önemli ölçüde merkezî ve mahalli otorite tarafından planlanmış, hatta teşvik edilmiştir. Kısacası, tehcir boyutundaki bir ‘göçtürme’ hareketi savaş koşullarının dayattığı askerî gerekçelerle açıklanamaz; düpedüz Ermeni nüfusun Anadolu sathından silinmesinin bir kılıfıdır. Amacın bu olduğu, tehcirin savaş süresiyle sınırlı, geçici bir tedbir olarak düşünülmemesinden de bellidir: Tehcirin akabinde çıkarılan ve Ermeni halkın bir daha asla geri dönmeyeceğini öngören ‘emval-i metruke’ kanunları bu niyetin açık kanıtıdır.
Bir diğer kanıt da savaş cepheleriyle hiç ilgisi olmayan bölgelerde yaşayan bir kısım Ermeni halkın da irili ufaklı göçlere tabi tutulmasıdır. 24 Nisan 1915’te tüm Ermeni cemaatinin önderi ve ‘beyni’ sayılabilecek yüzlerce aydının ve seçkinin İstanbul’daki evlerinden toplanarak Çankırı’ya sürülmesi ve birkaç istisna dışında tamamının öldürülmesi bu göçlerin ilki ve tabiatıyla şahikasıdır. Ne var ki, İstanbul’da ve bazı Batı vilayetlerinde belirli Ermeni nüfus adacıklarına dokunulmamışsa, bunun bir nedeni, tehcirle amaçlananı Batı kamuoyundan –hatta bizzat müttefik Almanya’nın kamuoyundan da– gizleme kaygısıydı, çünkü bu bölgeler Batı merkezlerinin daha bir gözü önünde bulunan mevkilerdeydi. Tabii bir diğer neden de bu bölgelerdeki bakiye Ermeni nüfusun zaman içinde kolaylıkla ‘eritilebileceği’ inancıydı ki, günümüzden geriye bakıldığında gayet doğru çıkmıştır.
‘Soykırımcı yaklaşım’ın başlıca argümanları özetle budur. Bu yaklaşım üzerine kurulu hatırı sayılır miktarda bir literatür zaten mevcuttu, fakat 1915’in 100. yılı vesilesiyle, 2015’te bu doğrultudaki yayınların sayısında epey bir artış oldu. Avustralyalı hukukçu Geoffrey Robertson’un o yıl raflara çıkan An Inconvenient Genocide (Uygunsuz bir Soykırım) adlı kitabı da bu yayınlardan biridir.
1915’le ilgili tartışmalarda tarihî incelemelere, belgelere, tanıklıklara vs. atıfta bulunmaksızın ilerlemek elbette mümkün değildir. Fakat tartışmalarda anlamlı bir noktaya varmak için, ileri sürülen argümanların mantığına ve dayandıkları varsayımlara bakmak da eşit derecede önemlidir.
Robertson’un kitabı işin bu yanına odaklandığı için emsalleri arasında dikkat çeken bir çalışma. İçinde tarihsel malzemeye dayalı gözlem ve tespitler de hiç eksik olmamakla beraber, temel tez ve argümanlara yönelik analitik yaklaşımı bu çalışmaya ayrı bir değer katıyor.
‘Soykırım’ nitelemesini reddeden resmî Türk Tezi karşısında Robertson’un yaptığı aslında basit. T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın resmî web sitesinde soykırım reddi için verilmiş gerekçeleri alıp tek tek yanıtlıyor. Gerekçeler standart, yanıtlar da büyük ölçüde standart ve o ölçüde de ikna edici.
Lakin Robertson’un hedef aldığı sadece T.C. sitesi değil. Bir de kaçamaklı konuşan, esas konuyu gizlercesine sulandıran, etrafında dolaşan, Robertson’un ‘equivocator’ dediği, ‘idare-i maslahatçı’ bir kesim var. Bu kesim, ‘soykırım’ kavramıyla ifade edilen olgunun gerçekliğine inansın inanmasın, –ama çoğu kez inansa da– Türkiye’yi kızdırmamak ve ortak menfaatlerini korumak için bu kavramı kullanmaktan kaçınan ülkelerden –yahut ülke temsilcilerinden– oluşuyor.
Bu ülkeler yeryüzünde halen çoğunluk olmakla birlikte, İsveç’ten Polonya’ya, Fransa’dan Kanada’ya, Rusya’dan Hollanda’ya, Arjantin’den Şili’ye ve Venezuela’ya dek uluslararası kamuoyunda iyi kötü sesi duyulan çoğu ülke bu ‘idare-i maslahatçı’ tavrı terk edenlere katılmakta. Son olarak ABD başkanı Biden’in ‘soykırım’ı telaffuz etmesiyle çember iyice daralmış, bir bakıma iş bitmiş, ‘esas kale’ düşmüş durumda.
Robertson kitabını kaleme aldığında bu ‘kale’ henüz düşmemişti, fakat onun zaten öncelikle hedefine oturttuğu, ikamet ettiği İngiltere’deki hükümetler ki, bugüne dek hemen hepsinin soykırım konusunda Türkiye’nin yanında durduğu söylenebilir.
Kitapta İngiltere’nin bu konudaki tavrına ayrı bir bölüm ayrılmış. O bölümde anlatılanlardan, İngiliz hükümetlerinin veya meclislerinin ‘Türk Tezi’nin gerekçelerinin çoğunu benimser göründüğü anlaşılıyor. Ancak bu benimsemenin ne kadar gerçek, ne kadar görüntü olduğu belirsiz. Robertson hükümet ve diplomasi yazışmalarından örnekler vererek çoğu durumda İngiliz yetkililerin Türk tezlerini inanmadan dile getirdiklerini ve ‘yüksek siyaset’ uğruna çelişik ve sıkıntılı hallere düştüklerini belirtiyor. ‘Soykırım’ın onlar için ‘uygunsuz’ olmasının nedeni de bu, Robertson’a göre.
Justin McCarthy, Heath Lowry ve Bernard Lewis gibi, ‘Türk Tezi’nin birtakım gerekçelerinin olgunlaştırılmasında ve uluslararası planda sunulmasında rolü olan yazarlara dönük polemik değerlendirmelere de rastlanıyor aynı bölümde. Bu bağlamda Robertson’un bazı tahlillerine bakmakta fayda var.
Bunlardan biri ‘soykırım’ kavramının püf noktası olan ‘niyet’in (‘intent’) varlığı meselesiyle ilgili. Bilindiği gibi, Ermeni Tezi Osmanlı devletinin Ermeni nüfusunu ortadan kaldırma iradesini gösteren yeterli miktarda tanıklık ve belgenin (Talat Paşa yazışmaları vb.) bulunduğunu savunur. Buna karşılık Türk Tezi, Ermenilerin ortadan kaldırılmasını açıkça emreden bir belge ortaya konmadıkça böyle bir iradenin varlığını reddeder. Bu noktada Robertson’un itirazı bellidir: Gözü dönmüş en cani bir yönetim bile öldürme veya imha emrini belgelemekten kaçınacak akla sahiptir, zaten işini görmek için buna ihtiyacı da yoktur. Nitekim çok daha şeffaf şartları haiz Yahudi soykırımında da bu türden, belgelenmiş emirlere rastlanmaz.
Robertson’a göre burada gerekli olan, belirli bir tümdengelimsel ‘çıkarsama’ (deduction) yönteminin izlenebilmesidir: Bir liderin –veya yönetimin– aldığı kararlar ile oluşan vahşet arasında bir mantık zinciri kurulabildiği ölçüde, o liderin niyeti hakkında bir hükme varmak mümkündür; sadece şahsi bir akıl yürütmede değil, pekâlâ hukuk planında da mümkündür bu. Nitekim Robertson, Radovan Karadiç’in yargılanmasında, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (ICTY: The International Criminal Tribunal for the Former Yugoslavia) tam da bu yöntemi izleyerek karar verdiğine işaret ediyor. Keza, gerek Sudan diktatörü Ömer Beşir’in yargılanmasında gerek Ruanda davalarında ilgili mahkemelerin aynı yöntemlerle benzer kararlar aldığını öğreniyoruz Robertson’dan.
Uluslararası davaları izleyen bir hukukçu olduğu için Robertson’un hemen her argüman için türlü davalardan bir örnek vermesi zor değil. Bunlardan biri de ‘askerî gereklilik’ gerekçesiyle ilgili. Verdiği örnek gene Yugoslavya’dan: Mladiç ve generalleri mahkeme önünde Müslüman Bosnalılara yaptıkları kıyımları Bosnalılar başkaldırdığı için gerçekleştirdiklerini savunmaya kalkınca mahkeme savunmalarını reddeder ve mahkûmiyet kararı verir. Gerekçe: İsyana karşı alınacak polisiye veya askerî her tedbir isyanın çapı ile orantılı olmak durumundadır; Srebrenika kıyımlarında ise bu orantının esamesi okunmaz. Her halükârda, çoluk çocuk demeden yapılan hiçbir kıyım askerî bir gerekliliğin gerekçesi olamaz. Hiçbir soykırım ‘vatan savunması’ değildir; hiçbir ‘vatan savunması’ soykırımı haklı çıkaramaz.
Bu noktada her kitlesel kıyımın soykırım sayılamayacağını da vurgulamak gerekir. Siyasi motiflerden kaynaklanan pek çok kitlesel kıyım vardır ki, bazen ‘soykırım’ diye nitelenseler de, o terimle tanımlanmaları teknik anlamda doğru değildir. Sözgelimi Stalin’in, Mao’nun ya da Pol Pot’un muhalif kesimlere veya zümrelere uyguladıkları katliamların can kaybı veya vahşet açısından Ermeni hatta Yahudi soykırımlarından aşağı kalır yanı yoktur; fakat bunlar ırkçı değil, siyasal motiflere dayalı felaketlerdir. Robertson’un belirttiği gibi, “siyasal veya toplumsal grupların imhası soykırım sayılmaz. General Pinochet binlerce solcuyu öldürünce ‘soykırım’ yapmış olmadı; keza, Taliban ülkedeki tüm eşcinselleri yok etseydi de soykırım suçlusu olmazdı. Klaus Barbie’nin Fransız direnişini imha girişimi de bir soykırım girişimi değildi. Nitekim Barbie sonra soykırım değil, siyasi kıyım suçundan hüküm giydi. O halde Hitler’in altı milyon Yahudiyi öldürmesi ‘soykırım’ addedilirken, Stalin’in on milyon köylüyü katletmesi niçin ‘soykırım’ sayılmaz?” (s. 92)
Robertson’un bu soruya yanıtı biri siyasi, öteki etnik/dinî iki ayrı tür (‘politicide’ ve ‘genocide’) kırım arasında yaptığı ayrıma dayanıyor. Bu ayrımın anahtarı da ‘motif’ kavramı (motive) ile ‘niyet’ kavramı (intent) arasında güttüğü ayrım.
Ona göre katliamları gerçekleştirenler siyasal motiflerle hareket etseler de düpedüz ırkçı niyetlere sahip olabilirler. Yani siyasal motiflerle gerçekleşmiş görünse bile, gerçekleşme imkânını ırkçı bir niyette bulmuşsa, o katliam soykırımdır. Robertson’un daha yakın zamanlardan verdiği bir örnekte Ruanda yargılamalarıyla ilgili mahkemenin aldığı bir karar da bu ayrım üzerine kuruludur: Tutsileri katletmiş bir Hutu suçunun soykırım olarak nitelenemeyeceğini, çünkü öldürdüklerine ırklarından nefret ettiği için değil, iş rakibi oldukları için kıydığını savunur. Ama mahkeme adamın niyetinin Tutsileri bir grup olarak ortadan kaldırmak olduğuna, motifinin ise konuyla alakası bulunmadığına hükmeder. (s. 107)
1915 olaylarıyla ilgili değerlendirmelerde de ‘motif’ ile ‘niyet’ arasındaki bu ayrımın gözden kaçırılmaması önemlidir: Sözgelimi, ‘Türk Tezi’ne göre Ermenilerin göç ve kıyımlara maruz kalmasının nedeni ırkları değil, izledikleri siyasettir. Devlete başkaldırmışlardır, düşmanla işbirliği yapmışlardır vs. Bu demektir ki, Türkler Ermenileri öldürdüyse, nedeni esasen siyasidir (ya da kimi Türk için katliamcı Hutu’nun durumunda olduğu gibi neden düpedüz ‘adi’ de olabilir – Ermenilerin mallarına mülklerine, hatta kadınlarına, çocuklarına göz koymak gibi örneğin). Bu anlamda 1915 olaylarına istinaden bir ‘kırım’dan bahsedilecekse, bu olsa olsa siyasi bir kırımdır, bir ‘soykırım’ değil. O halde ‘Ermeni kırımı’nı Yahudi soykırımından ziyade Stalin’in, Mao’nun ya da Pol Pot’un kırımlarıyla aynı kategoride düşünmek gerekir.
‘Türk Tezi’nin vardığı yahut varacağı sonuç budur. Oysa Robertson’a göre bu çıkarım yanlıştır: Osmanlı devleti (ve taşeronları) Ermenileri şu veya bu siyasi yahut askerî endişeyle değil, Ermeni oldukları için öldürmüş/öldürtmüştür. ‘Motifleri’ siyasi (hatta bir ölçüde ‘adi’) olabilir, ancak ‘niyeti’ bir etnik topluluğun tamamına dönüktür; bu topluluğun haritadan bir topluluk olarak silinmesiyle ilgilidir. Şu halde siyasi bir kırım değil, düpedüz bir soy kırımıdır burada söz konusu olan (Yani bir ‘politicide’ değil, bir ‘genocide’).
Peki bu vaziyet Ermeni ve Yahudi soykırımlarının aynı kefeye konmasını mümkün kılar mı? Robertson’un da teslim ettiği gibi, Yahudi soykırımının başka hiçbir kırımla kıyaslanamayacak, benzersiz yönleri vardır kuşkusuz. Her şey bir yana, yalnız Almanya’da değil, tüm Batı’da Yahudi düşmanlığının köklü ve uzun bir mazisi olduğu malum. Türkiye coğrafyasında ise Ermenilere dönük böyle keskin bir düşmanlığın olmadığı düşünülür. Bu genellikle doğrudur, ancak bu coğrafyaya hâkim Türk/Müslüman kültürün esas gücünü Ermeniler de dahil tüm Hıristiyan ve gayrımüslim tebası üzerinde kurduğu üstünlükten aldığı, bu üstünlüğün de kaçınılmaz bir ayrımcılığı öngördüğü unutulmamalı. Menfaatlerin çatıştığı en basit hallerde bile bu ayrımcılığın kolaylıkla nasıl kin ve nefret dalgalarına yol açabileceği tarihteki bol örnekleriyle sabit.
Diğer taraftan Yahudi düşmanlığının gökten zembille inmediği, karşılığı olan veya olmayan türlü korkulardan türediği yahut beslendiği de unutulmamalı. Bir yönüyle Türkleri Ermenileri yok etmeye sevk eden, Balkan bozgunlarının ardından Anadolu’ya sıkışıp kalacakları, bir de Anadolu’yu kaybederlerse yurtsuz/vatansız, ortada kalakalacakları korkusuydu. 20. yüzyıl bağlamında, Almanları Yahudileri yok etmeye sevk eden ise böyle bir yurtsuz/topraksız kalma korkusu değildi şüphesiz. Onları soykırım fikrine hazırlayan neden, kendi ırklarının –Aryan ırkının– üstünlüğüne olan inançlarıydı. Fakat asıl cürüme götüren neden, bu kör inancın da ötesinde, içine düştükleri korku çukuruydu. Robertson’un da belirtttiği gibi, Naziler Yahudilerin dünyayı en azından ahlaken, iktisaden ve kültürel olarak ele geçireceği ve bir şekilde rehin veya esir alacağı vehmine kapılmıştı. (s. 94) Tabiatıyla, Yahudilerin zengin kesimine duydukları haseti ve bu kesimin uhdesindeki servete el koyma hırsını da hem kamçılayan hem gizleyen bir korkuydu onlarınki. Bu açıdan bakıldığında gerek İttihat ve Terakki mensuplarının gerek Nazilerin tehdit algılarının birbirine hiç benzemez korkulardan kaynaklandığını ileri sürmek zor.
Robertson ister soy/ırk ister siyaset temelli olsun, sonuçta tüm kırımların birer insanlık suçu olduğunu, ancak ırk temelli kırımın –yani soykırımın– diğer kitlesel suçlardan ayrı tutulması gerektiğini savunuyor. Nedeni açık: Siyasetin tartışılabilir ve insan iradesine dayalı bir yönü vardır; oysa insanın soyu, sopu, dini üzerinde bir denetim imkânı yoktur; bunlar insanın doğumundan itibaren iradesi dışında kalan verilerdir. Siyasi katliamlar etnik katliamlar kadar kanlı olabilir, fakat etnik katliamlar siyasi katliamlardan daha kördür. Başka bir deyişle, etnik katliamlar fitili tutuşturulması daha kolay, kontrol altına alınması da daha zor hadiselerdir. Onun içindir ki, etnik kutuplaşmaya karşı düşünülen ve alınan önlemler, siyasal kutuplaşma için öngörülen tedbirlerden daha sıkı tutulmuştur. Nitekim ilgili yasalara, sözleşmelere ve hukuki teamüllere de yansımış bir durumdur bu: Siyasal tartışmalarda nefret söylemi şiddete dökülmediği sürece hoş görülürken, etnik tartışmalarda nefret söylemi şiddete dökülmeden dahi sınırlandırılır ve cezalandırılır; etnik konularda çoğu kez ifade özgürlüğü ilkesinden feragat edilmesinin nedeni de budur. (s. 210)
Şu halde, eğer kitlesel kırımlarda ‘beterin beteri’ diye bir şey varsa, en beteri etnik temelli kırımdır, yani soykırımdır. Ancak eğer soykırım en büyük suçsa, etnik temelli diğer suçlarla karıştırılmaması da önemlidir. Robertson çoğu kere ‘etnik temizlik’ kavramının ‘soykırım’ yerine, ‘tehcir’ (yahut ‘nüfus kaydırması’; ‘relocation’) kavramının da etnik temizlik yerine kullanıldığına işaret ediyor. Ona göre bu kavramların hepsi ‘insanlık suçu’ kapsamına girse de, içerdikleri ‘niyet’ öğesinin derecesine göre farklı gerçeklikleri ifade eder; dolayısıyla da birbiri yerine kullanılmaları yanıltıcıdır, hatta aldatmacadır.
Diğer taraftan, ‘tehcir’ veya ‘etnik temizlik’ gibi kavramlardan farklı olarak, ‘soykırım’ın hukuki bir terim olduğu unutulmamalı. Bilindiği gibi, bu durum ‘Türk Tezi’nin ısrarla üzerinde durduğu bir husustur: ‘Soykırım’ terimi 1948’de Birleşmiş Milletler kararıyla tedavüle girmiş, bu tarihten sonra gerçekleşebilecek soykırımlara karşı caydırıcı bir etken olarak, Türkiye’nin de onayladığı şekilde uluslararası hukukta yerini almıştır; ancak hukukun geriye işletilemeyeceği ilkesi uyarınca, 1948’den önceki olaylara dönük hüküm kurmanın aracı olamaz. Böylece 1915 olaylarının soykırım yasasıyla yargıya taşınması mümkün değildir.
Ermeni Tezi’ni savunanların bu argümana karşı değişik yollar izlediği biliniyor. Bir kısmı soykırım konusunda hukukun pekâlâ geriye işletilebileceğini ileri sürmüştür. Bir kısmı ise 1948 öncesinde varolan uluslararası örfi hukuktan jenerik bir soykırım yasası türetmeyi denemiştir. Robertson’un bu girişimlere mesafeli yaklaştığı ve fazla itibar etmediği anlaşılıyor. Ona göre soykırım kavramı hukuki bir araç olarak 1915’e uygulanamaz; kaldı ki uygulanabilse bile, bu kavramla suçlanabilecek kimse kalmamıştır artık hayatta. (s. 174) Üstelik, devlet olarak da Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın ne anlamda ve ne kadar mirasçısı olduğu tartışmalıdır. (Robertson pekâlâ mirasçısı olduğu tezine yakın duruyor; şimdilerde bizzat Türklerden Osmanlı’ya bu kadar sahip çıkan varken çok da haksız sayılmaz!)
Ne var ki, ‘soykırım’ yalnızca hukuki bir kavram değildir; dolayısıyla da etik ve tarihsel planda 1915’e uygulanmaması için hiçbir neden yoktur. Haliyle Robertson bu kavramın 1915’teki tabloya tam tamına oturduğu, soykırım kavramı olmaksızın 1915 olaylarının tatminkâr şekilde açıklanamayacağı kanısındadır.
Robertson’un tahlillerinin Ermeni Tezi’nin bazı standart argümanlarından ayrıldığı düşünülebilir. Örneğin Ermeni Tezi tazminat konuları gibi maddi sorunların çözümü için ‘soykırım’ın dünya kamuoyunca tanınmasına büyük önem atfeder; oysa Robertson’a göre tanınma öncelikle tarafların etik duruşları ve psikolojik ihtiyaçları bakımından önemlidir; tazminatlar ve sair maddi taleplerin çözümü ise ‘soykırım’ kadar kapsamlı olmayan, ancak ondan daha eski ve köklü ‘insanlık suçu’ sözleşmeleri ve yasalarında aranmalıdır; dahası, bizzat medeni hukuk ve mülkiyet haklarıyla ilgili yasaların çözüme dönük potansiyeli de daha iyi araştırılmalıdır.
Kabul etmek gerekir ki, Robertson’un bazı analiz ve önerileri uluslararası sözleşmelere ilişkin uzmanlık ve hukuk formasyonu gerektiren girift argümanlara dayanıyor. ‘Türk Tezi’ 1915 olaylarının değerlendirilmesinde son sözün tarihçilere bırakılması gerektiğini söyler durur; halbuki son sözü söyleyecek birileri varsa, onlar hukukçulardır – tabii güç ilişkilerinin baskı ve dayatmalarından ‘söz’e fırsat kalırsa, ya da kaldığı kadarıyla. Soykırım gerçeğiyle yüzleşmek ‘Türk Tezi’ni savunanlara zor veya imkânsız gelebilir, fakat en azından hukuk katında Robertson’un argümanlarıyla yüzleşmeyi deneyebilirler. Bunu yapabildikleri ölçüde kendi konumlarını gözden geçirmeleri ve bazı ezber ve çelişkilerinden arınmaları da belki mümkündür, kim bilir…
Robertson’un kitabı ‘soykırım tezi’ni güçlü şekilde savunmakla birlikte, Ermenilerin her söylediğini, her yaptığını onaylayan bir yapıt değil. İçinde birtakım uyarılar ve eleştiriler de var.
Bunlardan biri, bazı Ermenilerin kendi davalarına uluslararası arenada destek bulmak uğruna sağcı ve faşist nitelikli unsurlara yanaşmasıyla ilgili. Özellikle ABD’deki Yahudi lobisinin izlediği stratejiyi hatırlatan bir davranış bu. Bilindiği gibi, bu strateji Hıristiyanlıkla Yahudiliği Müslümanlığa karşı ortak bir zeminde buluşturmayı, aralarında bir tür ‘simbiyoz’ oluşturmayı amaçlamakta. Aslında anti-semitizmin en güçlü damarı pekâlâ Hıristiyanlıkta bulunmasına rağmen, başta Evanjelistler olmak üzere belirli Hıristiyan cemaatlerinden gördüğü yoğun desteğe bakılırsa bu stratejinin hayli başarılı olduğu açık. Bazı Ermeni gruplarının da benzer bir yola saptığı, “Hıristiyan Ermenilere Müslüman Soykırımı!” nidalarıyla 1915’i Batı’da kabaran İslamofobi dalgasının önüne kattığı gözlemlenmekte. Robertson bu tür fırsatçı ve ilkesiz girişimlerden duyduğu rahatsızlığı belirtmeden geçmiyor. (s. 155)
Robertson’un bir eleştirisi de soykırım inkârcılığının nasıl bir muameleye tabi tutulacağı hakkında. Ona göre ‘soykırım’ kavramını reddetmenin suç sayılması ve para, hatta hapis cezasına çarptırılması yönündeki ısrarlı Ermeni talebinin, derin bir psikolojik ihtiyaca cevap vermekle birlikte, ister istemez ifade özgürlüğü ilkesiyle bir noktada çeliştiği kesin: “Bir fikir ne kadar sarsıcı veya iğrenç olursa olsun, şiddete ve ırkçı çatışmaya açık bir çağrı niteliği taşımadığı sürece, demokratik bir düzende o fikri savunanların soruşturma veya tutuklama gibi uygulamalara maruz kalmaması esastır.” (s. 195) Ayrıca, konu hele ‘soykırım’sa, aykırı fikir yahut kuramlara dönük sınırlamaların ilgili tarih incelemelerine gölge düşürmesi de kaçınılmazdır. Robertson 2007’de İspanya Anayasa Mahkemesi’nin tam da bu gerekçelerle soykırım inkârcılığını yasaklama talebini reddettiğine işaret ediyor ve bunun doğru bir karar olduğunu vurgulayıp Hrant Dink’in de bu kararı destekler bir pozisyonda bulunduğunu hatırlatıyor. (s. 209)
Robertson’a göre soykırım inkârcılığını yasaklatmakta israr etmenin Ermenilere pratikte bir faydası yok; aksine, zararı var. Bir kere bu yaklaşım onları Türkiye’de soykırım sözcüğüne yasak koyanlarla aynı duruma düşürüyor. Dahası, böyle bir yaklaşım soykırım inkârcılarına bedavadan bir mağduriyet bahşediyor; Avrupa seferine çıkan Doğu Perinçek örneğinde olduğu gibi, onlara ifade özgürlüğünün bayraktarı veya gazisi gibi boy gösterme fırsatı veriyor. Hoş, ifade özgürlüğünden pek nasibi olmayan Türkiye’nin sırası geldiğinde birden ifade özgürlükçüsü kesilmesindeki ironi kimsenin gözünden kaçacak gibi değil; ama bu Türkiye’yi temsilen ortaya atılanların hemen her platformda söz almalarına ve hukuk katında beraat kararlarıyla taçlanmalarına bir engel oluşturmuyor.
Ermenilerin –özellikle diaspora Ermenilerinin– Robertson’un bu ve benzeri uyarılarına pek kulak astığı söylenemez. Daha geçenlerde Fransa’nın Marsilya kentinden birkaç milletvekili Ermeni asıllı seçmenlerini tatmin etmek üzere soykırım inkârcılığını cezalandıran bir yasa tasarısını yine parlamentoya sundu. Bu tür tasarıların ardı arkası kesilmiyor. Son 24 Nisan anması vesilesiyle yakınlarda yayınlanan 12 maddelik bir bildiride de aynı talep yer alıyor. Fakat bu bildiride Ermenistan dahil hiçbir ülkenin parlamentosuna sunulması mümkün olmayan talepler de var. Bu noktada durup bu taleplerden birine kısaca bakmak faydalı olabilir.
‘Ağ Devleti’ adlı sivil bir girişimce kaleme alınmış ve Türkçeye de çevrilmiş bu bildirinin altında Erivan’da ikamet eden Vahram Ayvazyan adlı genç bir araştırmacının imzası var (‘Ağ Devleti’ ile ilgili Ayvazyan’ın detaylı bir yazısı için bkz. “Network State: The New Armenian Vision”, The Armenian Mirror-Spectator, 24 Şubat 2021). Bildirinin Ermenistan hükümetine mesafeli olduğu (6. madde) ve ‘Dünya Ermenileri’ derken esasen diyasporaya hitap etmeyi hedeflediği anlaşılıyor.
Bildirinin bir kısım maddesi, soykırımın Türkiye de dahil tüm ülkelerce tanınması, soykırım gerçeğinin okullarda okutulması, maddi ve manevi tazminatlar gibi, tüm Ermeni dünyasının ortak istekleriyle ilgili (7., 8. ve 12. maddeler). Fakat bildiride bir talep var ki, gönlünden geçse bile aklı başında hiçbir Ermeninin altına imza koymayacağı bir hadiseler dizisini öngörüyor.
Bu talep Moskova (16 Mart 1921) ve Kars (13 Ekim 1921) anlaşmalarının, “uluslararası hukukun tanınmayan tarafları arasında imzalanmış olmaları” nedeniyle geçersiz sayılması ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıldır Ermeni devleti topraklarını tüm siyasi ve hukuki sonuçlarıyla birlikte işgal ettiği”nin kabul edilmesidir (8. ve 9. maddeler). Türkiye’nin ‘işgalci’ konumu ise 5. Madde’deki şu tespite dayanır görünmektedir: “Ermeni soykırımı sonucunda Ermeni milleti kendi medeniyet beşiği olan topraklarından mahrum bırakılmıştır.”
Bu topraklardan kastedilen, minimalist bir tarifle Türkiye’nin Doğu vilayetlerinin tamamını, Güneydoğu vilayetlerinin ise büyük bölümünü kapsayan büyük coğrafyadır. Bu tespite diyecek yok: Doğrudur, bu coğrafya Ermenilerin “medeniyet beşiği”nin merkezidir; bu anlamda Ermenilerin öz yurdudur.
Türkiye bugün bu gerçeği görse ve ona göre davransa, topraklarındaki Ermeni geçmişini yok etmek yahut gizlemek yerine bu geçmişi anmanın ve canlandırmanın yollarını arasa, göstermelik ve ‘turistik’ jestlerle de yetinmeyip bu doğrultuda ciddi bir irade gösterse en doğrusunu yapmış olur kuşkusuz. Ne var ki, bu işi mükemmelen gerçekleştirdiğini bir an için düşündürtebilecek ideal bir durumda dahi Türkiye’nin bu bildirideki talebi karşılayacağı şüphelidir.
Bildirideki üç madde (5. Madde ile birlikte 8. ve 9. maddeler) alt alta konunca, asıl talebin işgal altındaki Ermeni yurdunun ‘Ermeni milleti’ne (Ermeni milletini temsilen de Ermenistan Cumhuriyeti’ne) iadesi olduğu sonucuna varmak zor değil. En azından, bildiride karşı bir hüküm bulunmadığına göre bu sonuca varmak mümkün. Eğer bu çıkarım doğruysa, bunun Türkçesi Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanmasıdır; Türkiye’deki yerleşik tabiriyle ‘Sevr’in diriltilmesi’dir.
Şurası açık ki böyle bir talep her şeyden önce bildirideki diğer taleplerle çelişir, çünkü tarafların birbirini dinlemesine ve ortak bir noktada buluşmasına imkân verebilecek bir zemini başından ve peşinen ortadan kaldıran bir taleptir. Oysa diğerleri pekâlâ bu zeminde tartışılabilecek taleplerdir.
Doğrudan harita değişikliğini öngören bu siyasi talep elbette yeni değildir ve her vesileyle tekrarlanıp durur. Yalnız bu sefer bildirideki yalın ve sert satırların arasında daha bir rövanşist, intikamcı duygu yoğunluğu seziliyor. Türkiye’nin son Ermenistan-Azerbaycan savaşında aldığı aktif role duyulan, anlaşılır öfkenin bunda bir payı olsa gerek.
Yalnız Türkler değil, Ermeniler arasında da bu bildiriyi fantezi bir metin olarak niteleyenler çıkacaktır. Doğrudur, ilhamını fanteziden alan bir metindir. Ama fantezi olması ciddiye alınmaması gerektiği anlamına gelmez. Herkesin fanteziye ihtiyacı var; ufak ve kuytu coğrafyalara sıkıştırılmış toplulukların daha da var.
Buralara kadar geldik, bari bu fantezi üzerinden biraz daha ilerleyelim. Üşenmeyelim, önce şu sorulardan başlayalım: Bir toprak parçasına ilk yerleşmiş, en azından orada bugün hâlâ izleri görülebilen, hatırı sayılır medeniyetler kurmuş bir kavim o toprağın her daim sahibi midir? Eğer o toprak yüzyıllar boyunca her türlü işgalden korunabilmiş ve hem nüfus hem kültür terkibi bakımından hiçbir değişikliğe uğramamışsa, kuşkusuz ki evet. Fakat bunun tarihte bir örneği yok. Hemen hiçbir toprak parçası ‘ilk’ sahibine kalmış değildir; yönetenler ve hâkimiyet kuranlar da daima sonradan gelenler olmuştur. Söz konusu toprakta kendi uzun ve zengin tarihinden kaynaklanan ‘ilk sahibin’ bir hakkı vardır; öte yandan, o toprağı işleyen ve yöneten ‘son sahibin’ de bir hakkı vardır. O halde sorun bu karşıt hakların birbiriyle nasıl bağdaşabildiğidir. Hakların dengelenmesinde tarih mi belirleyicidir, yoksa coğrafya mı; ya da daha özgül planda, demografi mi?
Bu sorunun cevabı hiç basit değildir; fakat mantık ve sağduyu, söz konusu toprakta doğmuş, büyümüş ve halen ikamet etmekte olanlar her kimse, o toprağın denetim ve tasarrufunda önceliğin de onlara ait olduğunu söyler. Ancak bu önceliğin onlara belirli sorumluluklar yüklediği de açıktır. ‘Yeni sahipler’, ‘eski sahipler’in tarihini ve kimliğini tanımakla, hak ve hukukunu korumakla yükümlüdür. Hele paylaşılan topraktan bir zaman önce sürülmüş, kovulmuş bir kadim halk çıkıp da hak talebinde bulunuyorsa, bu yükümlülüğünü yerine getirmek boynunun borcudur ‘yeni sahipler’in.
Ne var ki, bir noktada her şey karşılıklı anlayışa bakar. Ortak vatanın eski sahipleri yeni sahiplerinin kapısını çalıp “bu ev benim, çık buradan” dediği vakit, ikna, tartışma, ödün, onay gibi kavramlara dayalı tüm değerlerin yerini yalın güç ilişkilerine bırakması ve ardından sonsuz bir şiddet ve savaş sarmalında kaybolması kaçınılmazdır. Vahram Ayvazyan gibi bazı radikallerin bildirileri bunu açıkça göze aldıklarını düşündürtüyor bazen. O nedenle her Ermeni talebinden tüy kapan bazı Türklerin de bu tür bildirileri savaş tamtamları gibi duyup tepki vermeleri boşuna değil.
Diyelim ki Vahram Ayvazyan ve yoldaşları dünya Ermenilerini arkasına topladı ve bir yolunu bulup Türkiye’nin Doğu vilayetlerini ele geçirdi, ya da uluslararötesi bir (‘emperyal’) güç bu vilayetleri işgal edip Ermenilere (yahut Ermenistan’a) hediye etti. İyi de, Ermeniler kadim Ermenistan ülkesini orada nasıl kuracak? Hangi nüfusla, kime karşı? Hadi Türkleri bir tarafa koyalım, o bölgede yaşayan Kürtleri ne yapacak, onlarla nasıl baş edecek? “Allah selamet versin, Tanrı yardımcıları olsun!” demekten başka ne söylenebilir? İşlerinin hiç de kolay olmayacağı açık. Çok sıkıştıklarında Türk komşularından bile yardım istemeyecekleri ne malum?
Ermenilerin ‘Büyük Ermenistan’ı (yahut ‘Batı Ermenistanı’nı) nasıl kuracaklarını tasavvur etmek için daha fazla fanteziye gerek yok aslında. Neler olabileceğini görmek için uzağa bakmaya da gerek yok; İsrail örneği tüm açılımları ve trajedisiyle gözümüzün önünde duruyor. Kuşkusuz, birçok yönüyle emsalsiz bir örnektir bu. 20. yüzyılın başında Museviler Filistin nüfusunun ufak bir yüzdesini oluşturuyordu. Fakat İkinci Dünya Savaşı ertesinde uluslararası destek, sermaye, siyasi örgütlenme, bilgi ve teknoloji gibi etkenlerin olağandışı şekilde bir araya gelmesiyle bu küçük Musevi nüfusu hızla artarak Filistin’in hâkimi olmayı başardı.
20. yüzyıl başında Doğu Anadolu Ermenileri de bölge nüfusu içinde azınlıktaydılar, fakat Filistin Musevilerine oranla daha önemli bir kitleyi teşkil ediyorlardı. Ancak Doğu Anadolu’da hâkimiyet kurmaları mümkün değildi, çünkü Ermeni halkında bu yönde güçlü bir irade henüz oluşmamıştı. Ayrıca uluslararası konjonktür çok farklıydı: Musevilere İkinci Dünya Savaşı ertesinde açılan kapı, cihan harbinin sıcak günlerinde Ermenilere kapalıydı.
Günümüzde de bu kapı sımsıkı kapalıdır; daha doğrusu böyle bir kapının mevcudiyetinden bahsetmek bile bizi aynı fantezi dünyasına götürür. Fakat bir an için bu dünyada kalıp Ermenilerin Doğu Anadolu’da egemenlik kurmaya çalıştığını, bu çabasında da bol para, siyasi destek ve biyonik asker gibi her türlü imkândan hiç mahrum kalmadığını, böylece bölge halkını dize getirdiğini varsayalım. Sonuç ne olur?
Sonucun İsrail’de giderek belirginleşen apartheid benzeri bir düzen olmaması için fazla bir neden yok. Tersine, araya bir de ‘intikam’ faktörü gireceği için bu düzenin İsrail’dekinden dahi vahim olabileceği düşünülebilir, zira İsraillilerin soykırım için Filistinlilerden soracağı bir hesap yokken, Ermenilerin Türklerle ve Kürtlerle göreceği hesaplar vardır.
Kısacası, bir an için gerçekleştiği tahayyül edildiğinde, ‘Büyük Ermenistan’ hülyasının bölgenin yerleşik halklarını iyice zora sokacağını ve kabarık göç dalgalarına yol açacağını kestirmek zor değil. Gerçekleştiği takdirde bu hülyanın bizzat Ermeniler için de ne kadar hayırlı olacağı şüphelidir tabii. İsrail örneği öncelikle burada önemlidir: Benzer bir hülya uğruna mutlak muktedir olup da sürekli tetikte ve teyakkuz durumunda yaşamanın ne menem bir şey olduğunu anlatan, katıksız bir örnektir bu.
Robertson’un, Ermenilerin bazı talep ve yorumlarına nasıl itibar etmiyorsa, bu hayallerine de pek ortak olmadığı görülüyor. Ancak Türklerin Ermenilerle nihai bir anlaşma ve barış olanaklarından bahsederken, Türkiye’nin bir ‘jest’ yaparak Ağrı Dağı’nı Ermenistan’a vermesini öneriyor. Şüphesiz, Ermenileri yürekten fethedecek bir öneri bu, zira Ağrı Dağı’nın Ermeni dünyasındaki yeri apayrıdır. Ağrı Dağı yalnız Ermeni zihninin üzerinde değil, bizzat başkent Erivan’ın da üzerinde Tanrı’nın gölgesi gibi durur.
‘Kan parası’ niyetine Ağrı Dağı! Robertson’un aklındaki buna benzer bir fikir midir, bilinmez. Ancak bu fikri geçerken dahi olsa telaffuz etmesi, onun da her zaman hayal âleminin dışında kalmadığına bir işaret. Kan parası fikri pek hoş değil, ama Robertson’un kastettiği belki gönül almak için verilen bir hediyedir.
Keşke gönül almak için koca dağları hediye etmenin mümkün olduğu bir dünya olsa gezegenimiz! Eski çağlarda krallar, prensler bunu yapmaya muktedirdi; bir sevda, bir evlilik için bile devasa vilayetler el değiştirir, kıta büyüklüğünde toprak parçaları değiş tokuş edilir, alınır, satılırdı. Kim bilir, toprak üzerindeki mülkiyet ve hâkimiyetin anlamını yitirdiği, devletlerin salt kamu işlerini yürüten, belediye benzeri organlara dönüştüğü, insanların vizesiz ve pasaportsuz seyahat edebildiği gelecekteki bir çağda bu tür alışverişler belki gene mümkün olur – üstelik bu sefer kralların, prenslerin keyfine ve iradesine bağlı kalmadan. Ama ülkeler ve kıtalar arasındaki sınırların sımsıkı korunduğu, hatta yüksek duvarlarla tahkim edildiği günümüzde ulusal sınırları ‘jest olarak’ bir santim dahi oynatacak ne bir hükümet ne de lider mevcuttur. Bunu yalnız Türkiye’deki gibi faşizan ve otoriter rejimlerden değil, en ileri demokrasilerden bile beklemek abestir.
İsrail örneğinin de gösterdiği gibi, en büyük mağdurlar acımasız zalimlere dönüşebiliyor. Gücü bulan taraf zayıf düşen tarafın ensesine biniyor. Bunu yaparken, eğer geçmişinde derin bir mağduriyet yaşamışsa, bunu yeni kurduğu hâkimiyetin aracı, hatta tecavüz ve sömürüsünün en etkin silahı gibi kullanmaktan geri durmuyor. Sahip/köle diyalektiğini hatırlatan bir durum – ve herhalde onun kadar trajik.
Ancak insan davranışları arasında güç ve hükmetme kadar dayanışma ve yardımlaşma gibi hasletler de var. İnsan varoluşunun sürdürülmesi için vazgeçilmez özellikler bunlar. Etik ve ahlak sistemleri de bu hasletlerin gereği olarak ortaya çıkıyor ve gelişiyor. Hükmetme derinleştikçe dayanışmanın da boyutu değişiyor, çıtası yükseliyor. Çok değil, yarım yüzyıl önce bile hayvanlara dönük eziyet ve sömürü dikkate alınmaz, hatta hemen hiç fark edilmez bir olgu iken, günümüzde hayvanları korumak üzere yeni suçlar tanımlanıyor ve ardı ardına ceza yasaları çıkarılıyor. Yüz yıl önce İstanbul’da şehremini sokak köpeklerini toplayıp toplayıp ıssız bir adaya attığında, birbirlerini yiyen köpeklerin ulumalarına çok az insan tepki gösterir, pek çoğu ise onaylardı. Günümüzde ise malum, kıyametler kopar: Böyle bir işe kalkışmak hangi belediyenin haddine!
Benzetmek gibi olmasın ama soykırım olgusu için de durum pek farklı değildir. Tarihte soykırım benzeri hadiseler elbette hiç eksik olmadı. Genellikle de bu hadiseler çoğunluk tarafından onaylanmış, hiç değilse boş gözlerle seyredilegelmiştir. Robertson’un da dediği gibi, “erken medeniyetlerde, soykırım askerî ve stratejik başarının pekâlâ bir işareti” sayılabiliyordu. (s. 224) Ama genelgeçer değerlerin ve normların evrimi karşısında en duyarsız kesimler arasında dahi ‘soykırım’ kavramıyla ifade edilen vahşet türlerine kayıtsız kalmak giderek zorlaşmakta.
Ne var ki, söz konusu evrimi “insanlığın barbarlıktan uygarlığa doğru şaşmaz yürüyüşü” gibi düşünmek doğru olmaz, çünkü yönünü sık sık şaşıran bir yürüyüştür bu. Fakat asıl önemlisi, barbarlıkla uygarlık arasındaki ikircikli ilişkidir. Zygmunt Bauman, Modernite ve Holokost adlı eserinde işbölümü, bürokrasi, hiyerarşi, denetim ve regülasyon gibi olgulardaki artışı modern dünyanın belirleyici unsurları olarak tanımlar. Ona göre genellikle pozitif gelişmeler olarak değerlendirilen bu unsurlar çağdaş yaşamın bazı temel eğilimleriyle bir araya gelince ortaya hiç de masum olmayan, hafife alınmayacak sonuçlar çıkar. Özellikle yabancı, sağlıksız ve tehlikeli görünen her şeyden kaçma ve arınma, mutlak bir güvenlik (ve hijyen) arayışına kapılma gibi eğilimler, başta Yahudi soykırımı olmak üzere, çağımızda tanık olduğumuz kitlesel cürümlerin hazırlayıcısı sayılabilecek etkenlerdir. Kısacası, Bauman’a göre ‘Holokost’ Yahudi tarihi yahut Batı veya daha özgül olarak Alman uygarlığı vs. ile açıklanacak bir hadise değildir; bu anlamda modernitenin başına gelmiş bir ‘yol kazası’ değil, bir yönüyle bizzat modernitenin ürettiği bir olaydır.
Bauman’ın Holokost analizi büyük ölçüde Theodor Adorno’nun aydınlanma ve modernite eleştirisine dayanır; dolayısıyla Adorno’ya yöneltilebilecek itirazlar o ölçüde Bauman için de geçerlidir. Ancak gerek Adorno’nun gerek Bauman’ın tahlillerinde fazla itiraz görmeyecek bir temel önkabul vardır ki, o da insan türünün yukarıda değindiğimiz ‘plastik’ niteliğiyle ilgili vaziyettir: Tamamen şartlara bağlı olarak insan iyi de olabilir, kötü de. Zorda kalanın kafasını ezebilir de, ona yardım elini uzatabilir de. Komşusunu, dostunu öldürebilir de, koruyabilir de. Dünün mazlumunun bugünün zalimi, bugünün zaliminin yarının mazlumu oluvermesinde de bu ‘plastik’ özelliğin bir rolü bulunsa gerek.
Ermeniler Türkleri atalarının yaptığı soykırım için, ama daha da vahimi, bu soykırımı hâlâ inatla reddettikleri için suçluyorlar ve suçlamaya da devam edecekler. Ama bunu modernitenin arkasına saklanma ve onun arkasından konuşma konforuna ve konformizmine düşmeden, Türkleri Türk oldukları için değil, insan oldukları için suçladıklarını unutmamalarında fayda var. Türk olarak değil, insan olarak suçlandıklarını bilmenin ise, Türklerin soykırım gerçeğiyle yüzleşmelerini kolaylaştıracağı açık.
•