Uzun Yürüyüş insanın şehirle, toplumla, doğayla, başka insanlarla kurduğu ilişkilerin tüm imkânlarını sorgulayan felsefi bir roman olarak üzerine daha çok düşünülmeyi hak ediyor
30 Temmuz 2015 14:00
Uzun bir yürüyüşe çıkmaya karar veren kahramanımız şehrin adsız insanlarından biridir; annesi ile duvarları kâğıt gibi ince iki oda bir salon apartman dairesinde yaşayan, en son bir markette balık reyonunda çalışan, adını hiçbir zaman öğrenemeyeceğimiz (gerçekte merak eder miyiz?) genç bir adamdır. Sırt çantasını hazırlar, gidecektir. Bir karar vermiştir, bu hayatın dışına çıkacaktır. Çünkü yıllarını geçirdiği bu evde hapsedilmiş olduğunu düşünmektedir. Gerçi kendisine sorduğunda onu kimin ya da kimlerin hapsettiğine verecek bir cevabı yoktur. Her ne kadar Fatih Özgüven “Dünyanın Kabuğuna Basa Basa Yürümek” adlı yazısında Oğuz Atay karakterleri ile bir akrabalığı olmadığını iddia etse de, giriş bölümündeki ruh durumu son derece Atayvari’dir. Belki onun dünyası Atay’ın romanlarındaki gibi taşkın bir entelektüel neşe ile arabesk bir melodram arasında salınan atmosferinden uzaktır ancak Atay’ın öykülerinde karşımıza çıkan Kafkaesk yanı ağır basan karanlık tona daha yakındır. Uzun Yürüyüş’ün kahramanının bu sorulara (kim beni hapsetti, kimlerin yüzünden bu haldeyim?) verecek bir yanıtı yoktur ama Oğuz Atay okurları bu soruları pekâlâ içlerinden “onlar” diye yanıtlayacaklardır. Onlar, siz canım insanlar... Ayhan Geçgin’in romanı yirmi birinci yüzyılın acımasız gerçekliği içinde yazıldığı için artık “canım insanlar” yoktur. İnsanların sesleri bile adsız kahramanımıza acı vermektedir.
Romanın tarihi ile birey fikrinin inşası arasında paralellik kuranları, hatta Batı romanının tanımını “hareket halindeki karakter” şeklinde yapanları hatırlayarak düşünürsek, 1605’de Cervantes tarafından yazılan ilk romanın kahramanı Don Kişot da Ayhan Geçgin’in roman kişisi ile aynı motivasyonla yollara düşer: Kendi hikâyesini bulmak. Bu iki tema “kendi yaşamından çıkıp gitmek” ile “kendi hikâyesini bulmak” aslında kendi hikâyesini kuran modern bireyin ifadeleri olarak okunabilir. Roman kahramanları kendi iradeleriyle kararlar alabilen, bu sayede de olayların akışına yön verebilen varlıklardır. Birey olmanın bir tanımı da budur zaten. Zaman zaman bu tanımın dışına çıkıyormuş gibi görünen roman kişileri de karşımıza çıkar. Gonçarov’un 1859’da yaratmış olduğu Oblomov bunlardan biridir. Olağanüstü hareketsizliği, hiçbir şey yapmaması, hayatını yaşamaması müthiş bir tembellik olarak da yorumlanabilir; toplumsal dizgenin içine girmeyi reddediş olarak da... Ama toplumsal olana hayır diyebilen en unutulmaz karakter hiç kuşkusuz Melville’in 1853’de yayımladığı Katip Bartleby’sidir. Moby Dick gibi uzun bir deniz yolculuğu romanından sonra yazdığı bu öyküde Melville kendisinden beklenen işleri “yapmamayı tercih ederim” cümlesi ile reddeden ve hiçbir şey yapmayan bir katibi ele alır. Bartleby sadece işleri yapmamakla kalmaz, ofisi de terk etmez. Sonu elbette akıl hastanesidir. Aslında birey mitine son derece kökten bir eleştiri barındırır bu öykü. “Birey irade sahibi, seçme hakkına sahip olan bir kişidir, modern toplum bu bireylerin gönüllü birlikteliğinden oluşur” gibi bir düşünceyi çürüten bir örnektir Bartleby. Birey her şeyi tercih edebilir ama yapmamayı tercih edemez! Toplumsal uzlaşmanın dışı aklın da dışıdır, bu nedenle Bartleby kendini akıl hastanesinde bulur. Bir insan neden toplumsal olanın dışına çıkmak istesin ki? Sibel Oral da Cumhuriyet’e yazdığı yazısında Ayhan Geçgin’in romanını incelerken insan “kendi içinden doğan güçle yaşayabilir mi? Ya da bir insanın, hele ki bu çağda derdi neden bu olsun? Tamamıyla saf bir tek başınalık… Mümkün mü, gerekli mi?” diye soruyor.
Tek başınalık başlı başına bir mittir. Tek başına özgür kişi modern insanın, (eğer şanslılarsa) bordrolu kölelerin hayallerini süsleyen bir mit. Bireyin yüceltilmesi özellikle 19. yy’da kapitalist modern toplumun ideolojik yanılsamasına hizmet eder. Elbette öncüllerini hemen hatırlayacağız: Daniel Defoe’nun 1719’da yayımlanan Robinson Crusoe adlı romanı bunun en güzel örneğidir. Bir deniz kazası sonucunda ıssız bir adaya düşen Robinson’un doğayla tek başına giriştiği mücadele bir süre sonra sömürgeci Batılının temsiline dönüşür. Robinson doğaya karşı (ve oranın yerlisine karşı) kültürel bir egemenlik kurar. Marx’a göre prekapitalistin temsilidir. James Joyce’a göre “Robinson Crusoe İngiliz sömürgecisinin gerçek bir prototipidir... Bütün Anglo-Sakson ruhu Crusoe’dadır: insanın bağımsızlığı, bilinçsiz zalimlik, sebatkârlık, yavaş ama etkili bir zeka, cinsel duygusuzluk, hesapçı bir ketumluk.” Elbette, Batılı “uygar” insanın vahşi doğaya gittiği zaman uygarlığı oraya taşıyacağı düşüncesi çok etkili şekilde eleştirilmiştir. Yirminci yüzyılın ortalarında yazılan Sineklerin Tanrısı bir grup çocuğun ıssız adaya düştüklerinde nasıl da kolayca vahşileşebildiklerini anlatırken meselenin çok daha derin olduğunu gösterir. Ama “doğanın içinde yalnız insan” meselesi sonlanmaz. Çünkü doğa hem kucak açan, hayat veren anaç bir imge sunar hem de hayatta kalabilmek için mücadele edilecek nihai güçtür. İlginç bir tesadüf: Michel Tournier, Cuma adlı romanında Robinson’un hikâyesini yeniden kurarken orijinal romanda es geçilen cinsellik meselesinin üzerine gider ve kahramanın toprakla cinsel ilişkiye girdiği bir sahne yazar; benzer bir sahneyi Uzun Yürüyüş’te de görürüz.
Orta sınıf şehirli evinden, annesinin yanından çıkıp giden adsız yolcu şehrin parklarında yatıp kalkan bir evsize dönüşür hızla. Romanın ilerleyen sayfalarında Gezi başkaldırısı sırasında feci şekilde darp edildiğine hükmedilir hastanedeki doktor tarafından. Oysa roman bize bunun ipuçlarını vermez. Gerçekten polisler de dövmüş olabilir ya da parklarda yatıp kalkan başka evsizler de... Roman soğukkanlı bir şekilde, hiç taraf tutmaksızın, tek başına bir insanın şehir denilen yerde yaşamasının imkânsızlığını anlatır. Yaşamak istiyorsa çalışmak durumundadır. Gerçi her seviyede karşısında çözümler çıkacaktır. Yardımsever bir çöp toplayıcısının peşinden gittiği yerde karnı doyurulur, barınmasına izin verilir ama bu hayata devam edebilmek için onun da diğerleri gibi “çalışması” gereklidir. Adsız yolcu için çözüm şehirde değildir. Eğer birileri size “bakmaya” gönüllü değilse şehirde tek başına yaşamanın imkânı yoktur. Tek başına, yani hiçbir toplumsal anlaşma yapmadan... Sadece çöpleri karıştırarak karnını doyurabilir.
Uzun yürüyüşe çıkan yolcunun hayalinde belli belirsiz bir doğa imgesi vardır. Uzağa, dağlara, ovalara gitmek arzusu ile şehrin dışına çıkar gerçekten de... Örneğine edebiyatımızda zor rastlanan bir izlektir bu: Doğaya karşı insan ya da doğada yalnız insan. Açlık ve susuzlukla mücadele bir süre sonra yolcunun insanlıktan çıkmasına neden olur, ya da şöyle söyleyelim: İnsanlıktan çıkmasını sağlar. Bir süre sonra zihinsel yetileri de zayıflamaya başlayan yolcu bir tür inziva yaşar ya da çile çekerek başka bir boyuta geçer. Bu metafizik bir yolculuk değildir ancak romanın daha en başından “hicret” sözcüğü ile ima edilen dini erginlenmeyi işaret eden durum bu noktada gerçekleşir. Dünyevi olandan, özellikle de insanların yarattığı kültürün nimetlerinden uzaklaşıp onlardan arındıktan sonra tüm o ermişler ile Tanrı dile gelip konuşur. Doğada inzivaya çekilmek hakikate ulaşmakta yeni bir imkân sunar. Birçok ermişin ya da peygamberin hayat hikâyesinin bir yerinde bu türden bir doğaya çekilme motifine rastlanır. Bu sadece Semavi dinlere ait bir motif sayılmaz, benzerlerine Murakami’nin romanlarında bile rastladığımız çok evrensel bir arketiptir.
Uzun Yürüyüş’te, insanlığından arınarak daha üst bir insana, bir kurtarıcıya dönüşen yolcunun birini kurtarması gerekir. Bu noktada karşısına çıkan ölmek üzere olan Kürt kız çocuğu kurtarıcı işlevini yerine getirmesine hizmet eder. Yaşadığımız coğrafyada ve içinde bulunduğumuz çağda kurtarılması gereken insanlığın temsilinin Kürt-kız-çocuğu olması da son derece anlaşılır bir durumdur. Romanın bu bölümü son derece ilginç bir karşılaşmayı resmeder. Bir benzerine Coetzee’nin Yaban’ında rastlayacağımız bir öteki ile temas olarak da okunabilir. Geleceği olmayan, Gezi’de ölümüne dayak yemiş, haksızlığa uğramış, sistemin nimetlerinden yüz çevirmiş Türk erkeği ile ölmek üzere olan, savunmasız Kürt kız çocuğunun dayanışması bir kurtuluş habercisidir. Tüm karanlık gerçekçiliğine rağmen romanı umutlu bir hale getiren de bu karşılaşmadır. Birbirinin dilini bilmeyen bu ikilinin karşılaşması romanın zirvesini oluşturur: Bu noktada, tüm kültürel kodları, etnik, milli, coğrafi özellikleri arkada bırakarak, şu kıraç dünya yüzeyinde iki insan olarak yeniden başlamanın mümkün olduğunu müjdeler.
Ancak romanın ilerleyen sayfalarında Kürt gerillalar kahramanlarımızla karşılaşırlar ve bu ütopik durum yerle bir olur. Daha sonra ortaya çıkan bu Kürt gerillaların kahramanımızın varoluş mücadelesine getirdikleri eleştirinin üzerinde de epeyce durulması gerekir. Roman boyunca kahramanın içinden geçtiği tüm deneyimleri elinin tersiyle iten Kürt gerilla zaten bildiğimiz, hatta bu romanı okumaya başlamadan önce de bildiğimiz o basit gerçeği yüzüne söyler: “Çünkü tek başına özgürlük olmaz meçhul adam, ondan. Tek başına kurtuluş olmaz, ondan.” Bu ana kadar yaşanan tüm deneyim dolayısıyla tüm roman bir hamlede değersizleşmiş olur. O ana kadar her şeyin içinden geçip gitmiş olan “meçhul adam” bu sefer karşısına çıkan bu eleştirinin üstesinden gelecek imkâna sahip değildir, çünkü roman birkaç sayfa sonra bitecektir. Bu noktada romanın ortaya koyduğu hakikat yara almıştır. Evet gerillanın söylediği doğrudur, insan tek başına bir hiçtir. Ama öte yandan romanın yaratmaya çalıştığı ve o noktaya kadar son derece başarıyla kurduğu dünya yıkıma uğramıştır. Kürt gerillalar, onu yakalayıp akıl hastanesine koymak isteyen sistemden farklı olarak sadece ona seçenek sunmuşlardır: Ya bize katıl ya da burada tek başına öl. Bu sonuç olarak çıplak gerçekliktir ama bu şekilde final yapılarak romanın ortaya koyduğu tüm farklı deneyim kazanımlarının altı oyulmuş olur. Gerilla kahramanımızın deneyiminden bir şey öğrenmeye yanaşmaz, öğrenilebilecek bir deneyim olduğunu bile algılamaz, kendi hakikati ile o ana kadar okuduğumuz kahramanın dünyasını ezer, paramparça eder ve kendi dünyasının içinde eritir.
Uzun Yürüyüş’ün adsız kahramanı hepimizin hayatımızın bir noktasında hissettiğimiz o “buralardan çekip gitme, bir dağın başına çıkıp kimse olmadan, hiçbir şey olmadan yaşama” arzusunu gerçekleştirmeye çalışır. Gezi direnişi sırasında oluşan yeni anlam ağında kendini bulan doktorun bu durum sona erdikten sonra yaşadığı umutsuzluğun ve şaşkınlığın çok ötesine geçme cesaretini göstermiştir kahramanımız. Sıradan hayatın, uygarlığın dışına kaçmış, insanlığın dışına düşmeyi başarmıştır. Sonu elbette ölüm olacaktır. Bu noktada gerçek bir hikâyeden yola çıkarak yazılmış olan Yabana Doğru adlı romanı anmakta yarar var. Kendisi de bir dağcı olan Jon Krauker’in kaleme aldığı hikâye, McCandless adlı bir gencin tüm parasını bir hayır kurumuna bağışladıktan sonra tek başına doğaya doğru yaptığı yolcuğu anlatır. Sean Penn’in sinemaya uyarladığı romanda kişinin doğada tek başına olma özleminin imkânsızlığı işlenir. Gerçi bu sefer kahramanımız her şeyi geride bırakmaz, yanına sevdiği romanları alır: Jack London, Dostoyevski, Tolstoy gibi yazarların kitaplarını okur bir yandan. Son derece hazırlıklı da çıkmıştır bu yolculuğa, avlayacak tüfeği, bıçağı, gerekli giysileri tamamdır. Uzun Yürüyüş’ün kahramanı gibi otları ve salyangozları yemek zorunda kalmaz. Ama yine de donarak ölür. Uzun Yürüyüş ile en çok benzedikleri nokta insan uygarlığının dışına çıkmanın artık (“bu çağda”) pek de mümkün olmadığını gösteren sahnelerdir. Her ikisinde de otobanlar, gökyüzünde uçup duran uçaklar durmadan ötekileri hatırlatır. Ayhan Geçgin’in romanında uçanlar savaş uçaklarıdır. Dağlar ise Alaska’nın el değmemiş özgür doğasını temsil etmez. Çorak, esir düşmüş dağlardır. Kürt gerillaların dolaştığı bu mekân artık doğa değildir, kahramanımızın terk ettiği şehrin bir şekilde tersidir, ona bağlıdır, uzantısıdır. Dolayısıyla oraya kaçmak da artık mümkün değildir. Romanın en başarılı olduğu noktalardan biri bu gerçekliği canlandırması,. “dağ” kavramının içini çağdaşlarından çok farklı bir şekilde doldurarak, gelecek zamanlara günümüzün çapraşık sosyal çelişkilerini anlamakta şifreli bir mesaj bırakmasıdır.
Uzun Yürüyüş insanın şehirle, toplumla, doğayla, başka insanlarla kurduğu ilişkilerin tüm imkânlarını sorgulayan felsefi bir roman olarak üzerine daha çok konuşulmayı ve düşünülmeyi hak ediyor.