Uzaktasın, yurdundan uzakta...

"Sürgünde geçen yıllarında diliyle ve ülkesiyle bağı hiçbir zaman kopmamıştı. Denebilir ki yaşadığı o 'sürgün ada'da yeniden kendine özgü bir yaratı dünyası var etti. Bu anlamda Demir Özlü’nün yazınsal birikimini iki ayrı dönemde ele alıp değerlendirmek gerekir."

24 Şubat 2021 20:16

Aklımda her bir şey.

Stockholm’de buluştuğumuz kafedeki bekleyişi… Yanına vardığımda, okuduğu gazetenin içinde kaybolmuştu adeta!

“Ah! Feridun, demek sensin; gelip buralarda beni buldun sonunda,”demesiyle iki elimizi kenetleyerek bir süre öyle durmamız.

İki ülkenin kavuşması gibiydi o kenetlenme hali.

Öyle ya artık sürgünde yalnız, yurtsuzdu.

“Yazıyı yurt edinmeyi sanki burada öğrendim,” diyecekti konuşmamız ilerlediğinde.

Dil öyle değil midir bir yazar için, dünyanın neresinde olursa olsun yazdığı dili yurt bilmek…

“Dünyanın Bir Yerinde” öyküsünü severdim. Dokunurdu bana hatırlayışları, hatırlattıkları. O yollardan geçerek varmıştım Kuzey kentine. Diyordu ya:

“Kuzeydi burası. Bu eski limandan İngiltere’ye, Anvers’e gemiler kalkıyordu. O kış günü kendini limanın büyüsüne kaptırıp o gemilerden biriyle İngiltere’ye gitmeyi düşledin. Eskiydi, eskiydi liman, kendine özgü denizi, içkiyi seven, orospuları arayan insanlarıyla yüzyıllardır öylece yaşıyordu. Gemilere atlayıp yitip gitmek… hiç bilmediğin limanlara ulaşmak ya da burada, bu limanın üzerinde, merdivenlerle çıkılan sette, küçücük bir evde oturup, durmadan bu limanın büyüsü, vinçler, insanlar, sis, gemi düdükleri ve hiçbir zaman gizini çözemeyeceğin o gemi takımları, liman lokantalarını süsleyen dümenler, ağlar, o tunç akşam üzerine küçük hikâyeler yazıp durmak uzun kış günlerini, güneşin haftalarca görünmediği ıslak havaları yaşamak orda. Siste gemilerin çan seslerini dinlemek. İşte buydu hayal ettiğin.”[1]

Giderek Yazmak

Düşlere kapılıp gitmeyi, oradan dönerek yazmayı severdi. Ama bilirdin ki, yazmak için gidenlerdendi. Hatırlıyorsun şimdi, Paris Güncesi’ni tuttuğu ipince bir defteri vermişti sana. Dolmakalemle yazdığı güncenin her sayfasında o gidilen/yaşanan yerin nabzını hissettiren sözcüklerine kapılmıştı bir süre.

Mektuplarında da öyleydi, incecik yazısı sana ilkten ruh yalnızlığını hissettirirdi. İçdenizlerinde yaşayan birinin ruh sessizliği gibi algılar, öyle de okurdun.

İlk kitabı Bulantı (1958) masanda şimdi. İlk okuduğunda, şu notu düşmüşsün: “Resmeder gibi yazmak…” Sonra, Soluma’yı (1963) bulmuştun bir sahaftan. 1970’lerin alacakaranlık günleriydi. Gene de edebiyatta iz sürmeye başladığın günlerdi, iyi anlatıcılara doğruydu ibren.

Özlü’yle ilk Tarık Dursun K.’nın Koza Yayınları’nda karşılaşmıştın. Bir Uzun Sonbahar  yeni yayımlanmıştı.

Neredeyse her hafta uğrak yerin olan Sait Maden’in Ankara Han’daki çalışma ofisinde Özlü’nün yeni romanı Bir Küçükburjuvanın Gençlik Yılları çıkacaktı karşına. Maden kitabın kapağında yer alacak resmi çiziyordu. Başını masasından kaldırıp kalın çerçeveli gözlüklerini burnunun ucuna indirip bakarak; “Keratayı severim, Türkçesi güzeldir, ara ara da uğrar bana,” demesini unutamam. Yirmili yaşlardaki edebiyat heveslisinin okuluydu Sait Maden, dersem abartı sayılmamalı. Necati Tosuner Almanya’dan yeni dönmüş, Derinlik Yayınları’nı kurmuştu. Demir Özlü, Güven Turan, Hulki Aktunç, Enis Batur, Yüksel Pazarkaya, Habip Bektaş, Tezer Özlü, Hüseyin Yurttaş… başlıca yazarları arasında yer almışlardı.

Demir Özlü’nün bu romanı ardı ardına baskılar yapmıştı. Okurken, bana, zamanın bütün katmanları hatırlatan bir romandı. Özlü’nün yaşamsal tanıklığını getirir. 1960’ların Türkiyesi…Bir bakıma kuşağının da öyküsüdür. Bir Uzun Sonbahar ve Bir Yas Mevsimi Romansı ile tümleşen bir üçlemedir aslında. Kuşağının sürükleniş öyküsü… 

Konuştuğunuz Zamanda

İçimde sakladığım bir anıydı. Dahası onun anlatısını keşfettiğim günün bendeki izlerini taşır dururdum. Kendisine bunu anlattım sözümüzün bir yerinde.

Yeni yetme bir çocuktum. Muş’a teyzemi ziyarete gitmiştim bir yaz tatilinde. ”Cibranlı Halit Bey’in Öyküsü”nü orada okumuştum. Teyzemin eşi Süleyman dayım, soru dolu bakışlarla sormuştu: “Demek başkaları da yazacak kadar biliyor onun hikâyesini!”

Bir kent, bir hayat ve bir öyküyle yazarı o gün bugün belleğimde derince yer etmişti.

Ötesi, onun anlatılarına yaklaştıkça takımadalar çıkmıştı karşıma. Öyle bir kuşaktı “1950 Kuşağı”. Her biri bir ada yaratmıştı. Bir aradalık ötesindeydi duruşları, yazışları, geliştirdikleri tarz, yarattıkları evren… İnsan/yer/mekân…

Entelektüel arka planı olan bir kuşaktı. Ülkenin gerçeğine bakıp olup biteni yorumlarken, dünyanın seyrine de ilgi duyan, merak eden, yazarak alan açan bir kuşak…

Öte yandan kent gerçeği, kentte yaşamak onların birey olma durumlarını etkileyen, insana dair her bir şeyi öne çıkararak bu konuda düşünmelerine neden olan bir bakışla donatmışlardı kendilerini.

1950’ler Türkiye’nin toplumsal olarak dönüşüm yıllarıdır. Kentlileşme, göç olgusu savaş sonrasının bu kuşağını derinden etkilemiştir. Siyaset de buna göre el değiştirmiştir. Köylülük çözülmenin eşiğine gelmiştir. Çünkü ülkenin henüz oluşturamadığı toprak reformu/tarım politikaları onları üretimsiz, işsiz/mesleksiz kılmaktadır.

Aslında Marshall Yardımı/NATO, ülkenin toplumsal dokusuna müdahale adımıdır. Kırsal kalkınmanın önünü kesmek için atılan birçok adımdan biri Köy Enstitülerinin kapatılmasıdır. Çünkü buralarda yalnızca “köy öğretmeni” yetişmiyor; adeta ülkenin köylülüğünü uyandırma, üreteme katma, eğitme politikaları da amaçlanmaktadır. Evet, bir temel eğitim hamlesidir.

Bunun yerine getirilen “imam hatip”ler, gene yoksul/alt kesim çocuklarının dinsel eğitime odaklandırılarak muhafazakâr bir doku yaratma amaçlandırılmıştır. Ki, bu doku bugüne değin sürgün vermiştir. Cemaatleşme, radikal İslam bunun içinden çıkmıştır.

Ülkenin sosyolojik yapısındaki bu yönlendirici değişim siyasetin inşasıyla da biçimlendirilmiştir. İlk hamle, çok partili sistem 1960 Askeri müdahalesiyle  biçimlendirilir. “12 Mart 1971” askeri darbesi “fazla özgürlükler”e müdahaledir. “12 Eylül 1980” darbesi ise yarım kalanı tamamlayarak ülkenin, Batı ve ABD’nin Ortadoğu politikaları/hayalleri için adeta tanzim edilmesidir. Türkiye bir tür “taşeron”/ yarı sömürü-bağımlı  bir ülke durumuna getirilmiştir.

İşte bu perspektiften baktığımızda “1950 kuşağı” edebiyatçılarının oluşumunu ve sürdürülen yazınsal birikimini daha iyi değerlendirebiliriz diye düşünürüm. Bu süreçleri bilmemiz, anlamamız gerekir. Çünkü “1940 kuşağı”ndan daha çok “1950 Kuşağı” modern edebiyatımızın kuruluşunu/yönelimlerini etkilemiştir.

Unutmayalım ki Sait Faik başlı başına bu kuşağın öncüsü, etkileyici kaynağı, kurucu yazarıdır.  

Kuşağı içinde Demir Özlü’nün edebiyatı bu süreçlerde filiz vermiştir. Yaşamı/yapıtı ekseninde kendi yazınsal var oluşu döngüsünü yaratmıştır.

Bizi Yakın Kılan Bakış

Okuruyken dostu, sonra yayıncısı oldum. Yazıştık uzunca. Her geldiğinde buluşup konuştuk. Son yıllarda İstanbul’a küskündü. Bu halini görmeye dayanamadığını söylüyordu.

Şubat 2019’da İzmir buluşmamızda birlikte İstanbul’a dönelim dediğimde, gene aynı duygularını dile getirmişti. Doğduğu kentin tutkunu bir yazarın bu küskünlüğünü azcık anlayabiliyordum.

Bir Sürgün Ada

Anlatı coğrafyasında gezindiğinizde karşınıza çıkan kayıp zaman imgelerinin yaşanan günün seyrindeki gerçekliklerle nasıl biçim aldığını gözlersiniz. Özlü’nün anlatısının en temel özelliğidir bu. Mekân duygusunu yansıtmadaki yerdeş öğeler onun zihinsel süreçlerini de gösterir. Öyle ki; yeni roman akımının taşıdığı izler, bilinç akışının renklendirdiği insan zihninin anlatıcılıktaki renkleri onun anlatısında yeniden biçim alır. İşte özgülük dediğim de budur. Taşıdığı bilinçle düşünsel birikimi yazısının nirengi noktasında (ne) söylediğini anlamlandırır.

Özlü, düşünsel derinliği olan bir anlatıcıdır. Bunun bir ucu felsefeye, diğer ucu siyasal (hukuksal) birikime uzanır.

12 Eylül 1980 askeri darbe döneminde yurtdışındayken yazdığı siyasal yazılara göz attığımızda Özlü’nün çağdaşlaşma düşüncesinin nasıl bir savunucusu olduğunu gözleriz.

Özgürlükleri ve insan haklarını savunan, eşit yurttaş kavramını düşünsel bakışının tözü kabul eden bir kuşağın birikimini bize taşıyandı.

Birey/yurttaş olma hakkını var edebilecek eğitim/meslek edinme/adaletli bir toplum oluşturma düşüncesinin savunucusu kimliği hep ön plandaydı.

12 Eylül askeri rejiminin ülkeye yaşattığı karanlık dönem onun vatandaşlık hakkını elinden alsa da, ülkesinin özgürleşmeden yana mücadelesini yazdığı yazılarıyla hep destekledi. Bu anlamda onun Siyasi Yazılar’ı (1993) işte o dönemsel tanıklığının belgesidir.

Sürgünde geçen yıllarında diliyle ve ülkesiyle bağı hiçbir zaman kopmamıştı. Denebilir ki yaşadığı o “sürgün ada”da yeniden kendine özgü bir yaratı dünyası var etti. Bu anlamda Demir Özlü’nün yazınsal birikimini iki ayrı dönemde ele alıp değerlendirmek gerekir.

Edebiyatımızda modernitenin kurucu kuşağının bu özgün yazarının “giderek yazmak” düşüncesini bize en çok yansıtan anlatılarının yanı sıra günceleridir de.

Zamana Düşen İmge 

Paris Güncesi’ni[2] okurken, daha ilk sayfalardaki şu satırları (“Polis kontrollerini aşıp da gemiye girdikten sonra, ne pahasına olursa olsun, hiçbir çağrıya boyun eğmemeye kararlıyım,”) beni Yahya Kemal’in 1903’te “Paris’e firar”ını anlattığı hatıralarına döndürdü.

O da, Özlü gibi, gönüllü Paris yolcusudur. Kendi deyimiyle; “alafranga neslin birçok çocukları (gibi) bir Paris sevdasına tutulmuş” biridir. Onda bu duyguyu yaratan, biraz da, yaşadığı ortamdır:

“Memleketi zindan, Avrupa’yı nurlu bir âlem gibi görüyordum. İstanbul’un hafiyelik havasından ürkmüştüm, bilhassa Asya ahlakından müteneffirdim; gençlere vapurda, sokakta, tramvayda, köprü’de her yer de, bıçkın takımından sözde sözde güzide zümreye kadar eski Şark’ın göreneklerini kollayan binlerce insan tarafından dikilen bakışları beni isyan ettiriyordu; kendi milli muhitimin cenderesinden kurtulmak, Tevfik Fikret’in şiirinde ve Halit Ziya’nın nesrinde ve bu iki müteceddidin peşine takılmış gençlerin eserlerinde, Fransızcadan tercüme edilmiş romanlarda gördüğüm aleme atılmak istiyordum. Bilhassa Paris hayalimin fevkınde bir yıldız gibi parlıyordu.”[3]

1903 Temmuzunda, bu muradına ereceği ilk adımını atar:

“Merdiven başındaki muayeneden kurtulduktan sonra titreyen bacaklarımla o yüksek merdiveni bir sair-i fil’menam gibi çıkıverdim. Biraz sonra güvertenin üzerindeydim. Kendi deruni itikaadımla da Sultan Hamid’in zabıtasının pençesinden kurtulmuştum. Artık hür Fransa bayrağının gölgesindeydim, hür bir insandım. Bizim polis istese bile alamazdı. Kafam bu büyük heyecanın humması içindeydi.” (s. 77)

Demir Özlü, bundan 58 yıl sonra, 26 Ekim 1961’de düşlerinin şehrine yolculuğa çıkar. 27 Mayıs 1960’ın getirdiği özgürlük ortamı ona bu yolu açmıştır. Kendini bir “jöntürk” gibi mi hisseder? Sanmıyorum! Ama, yine de tedirgindir. O, aydınımızın bu serüveniyle; yani sürgünlüğüyle 1980 sonrasında tanışacaktır, asıl. Bu yolculuğu, biraz da, içsürgünlüğünün sonucudur.[4]

Sürüklendiği ‘Paris düşü’nün güncesine yansıyanlarda bunu görürüz.

“Sadece onu görmeden önce değil, asıl oradan döndükten sonra hep düşlerime giren bir şehir”, dediği Paris; bir bakıma da, onun kuşağının idolü Sartre’ın, Camus’nün yaşadığı kenttir.     

“Paris! Paris! Bütün ilkgençlik yıllarımızı dolduran rüya!”      

Sonunda bu gerçekleşir; 3 Kasım’da Marsilya’dadır, ertesi gün Paris...:

“Nasıl bir dünyaya geldim? Bu otel odasında çok büyük bir yatak var. Neredeyse bütün odayı kaplıyor. Şimdilik orada kalacakmışım. Hemen, genel bir sosyoloji kitabı alıp okumaya başlamam gerekli. Fransızcamı ilerletmem gerekli. Ama önce Paris’i görmeliyim.” (s. 25)

Dünyanın başkentinde yalnızlığını hisseder. Yanındaki arkadaşından ayrılır:

“Ona filmi, ısrarla öğütledim. Oysa yalnız kalmak istememden oluyordu bu. Kafamda uğuldayan Paris’i yalnız görmeliydim Yalnızlık ne kadar sıkıntı verecek olursa olsun. Nereye savrulursam savrulayım, kendi yalnızlığım gerekli bana. Buna kendi yalnızlığım da diyemem. Her yanım açık, sadece Paris’te gördüklerimi yükleniyorum.” (s. 25)

Özlü’nün Paris Güncesi, bir anlamda, kuşağı aydınının yaşama bakışının, iç dünyasının serüvenini yansıtır. Onun bu tanıklığında, “o yıllardan ışık veren çizgileri” buluruz. O çizgilerde hem bir yazarın/aydının Paris düşünün izlerini, hem de  biçimlenmeye başlayan düşün dünyasının buradaki karşılıklarını görüyoruz. “Duygusal zenginleşme” arayışı, “kendini yeniden bulma hazzı”, “nihilizme” bakışı, intihar düşüncesi gelip bulur onu.

Güne dökülen sözlerinde, bu dünyanın sanrılı ânlarını yansıtır:

Tutkum bir sinir parçası gibidir benim. Kendi varlığımla dış dünya arasında, maddeyle öznellik, etle ruh arasında uzanan, bütün o gelgitleri sağlayan, bunları birbirine bağlayan, ince, beyaz, gergin, bazen pörsüyen bir sinir parçası. Ansal coşkunluklarımın imgelerini yazabileceğimi umuyorum. Beni sarsan düşü iyice açıklayamadım daha. Onu açıklayabilmek için zaman gerek, aklın iyice başa gelmesi, dinlenmiş olmak, gündelik heyecanları unutmak. Belki bir gün mümkün olabilir bu.” (s. 37)

Yazmak düşüncesi ise hep yanı başındadır. Bu sürüklenişinin anlamı biraz da budur. Ama hem uzağındadır onun, hem de yakınında! “Yazmak, ölüme yakın bir konumda yer almaktır. Oysa, yazan kişi mi, yazmayan bir kişi mi ölüme daha yakındır? Bunu bilemiyorum.” (s.38) Bu bilinmezlik sarmalında akıp giden günlerinin güncesini tutar, Özlü.

Paris’i her adımlayışta hissettiği yalnızlık duygusunu bastırmayı da ister. İşte o ânlardan günceye yansıyanlar:

“Geniş kahve. Seine Nehri aşağıda, çukurda. Karşı kıyı aşağıdaki Seine kıyısından yükseliyor. Gökyüzü açık. Karşı kıyıda yükselen kara parçası gökyüzünün derin boşluğunu daha bir çekici kılıyor. Bu da insanın içine bir ferahlık veriyor sanki. Ey, düşlerin Paris’i. Senin içinde olmak, yalnız olmak ne güzel. İnsanı dört bir yanından kavrıyorsun. Defalarca düşlerime girmiş şehir. Bu kahvedeki sessizliği, gizemsel durgunluğu, duruk, tatlı boşluğu, sonsuzluğu, burada olmadık halde, çalışmaya gitmiş insanlar da yaratıyor. Ağaçlar, nehir, yapıların mimarisi değil sadece, eski, birikmiş, görünmeyen kültür de değil, çalışan insanlar... Onların mutluluğu boşalmış mahallelere vuruyor. Burada insan yazabilmelidir. Zaten kahvelerde okuyan insanlara rastladığım gibi, yazan insanlara da rastlıyorum.” (s. 38)

1958’de Bunaltı adlı ilk öykü kitabını yayınlanmış, kendisini iyiden iyiye bir yazar (adayı) olarak gören Özlü, yazmak düşüncesinin savruntusuyla uzanmıştır buraya. Aldığı burs, yapacağı doktora çalışması… bu düşünün bir parçasıdır. Kuşakdaşları Ferit Edgü, Onat Kutlar, Güner Sümer de buradadırlar.

Bağlandığı yazarlar, tutkuları, aşkları, savrulmuşluklarıyla bir döneme kapı aralıyor; Özlü. Onun yazarlığının en belirgin yanlarından olan, bireyin dünyasına dönük irdeleyici bakışının ilk izlerini, güncesinin ‘kahramanı’ genç yazar adayının dünyasına yansıyanların anlatımında buluruz. 

Özlü, Paris Güncesi ile, kişisel tarihine düştüğü notlarla kuşağının yazın ve düşün dünyasını aydınlatmaya devam ediyor. İçtenliğini elden bırakmadan yapıyor bunu da. Onun dünyasına bakarken, bir kuşağın serüveninin tanıklığını da görüyoruz.

Özlü’nün her bir anlatısında öne çıkan o zamansal imge, bu kez bir yerin dış ve iç mekânsal anlatımıyla anlatıcının yaratısal tarihine kayıt düşer.

 NOTLAR


[1] Demir Özlü, Stockholm Öyküleri, 1988, Ada Yay.,  96 s.

[2] Demir Özlü, Paris Güncesi (1961-62), 1999, P Kitaplığı, 80 s.

[3] Yahya Kemal, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım, s. 74-75, 1986, İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., 252 s.

[4]  Demir Özlü, Borges’in Kaplanları, s.14, 1997, Yapı Kredi Yay.

 

GİRİŞ RESMİ

Demir Özlü, Feridun Andaç, Orhan Duru