"Öyleyse sonsuz dönüş, Klossowski’nin çok güzel biçimde söylediği gibi, olaydan ilk ve son kez özelliğini çalan hiledir. 'Tamamlanmış olayı sayısız kez isteyerek onu tamamlanmamış kılmak.' Yani onu geleceğin açıklığına bırakmak, oluşa geri vermektir."
25 Şubat 2021 20:52
[ Yazının ilk bölümü için bkz. Ayhan Geçgin, “Beklemek üzerine”, K24 ]
Peki niçin tekrar? Sanatta, düşte, anımsamada olsun, tekrar ederek neyi bulmayı umuyoruz? Şu hemen söylenebilir: Tekrarla geride olanı yeniden göz önüne getiririm, böylece sanki önümdeymiş gibi yeniden içinden geçebilir, göz gezdirebilir, değerlendirebilirim. Ancak şu gerçeğin değişmeyeceği de açık: Geçmiş geçmiştedir, ileriye getirilemez; benzer biçimde, olan bir kere olur, geri alınamaz, değiştirilemez.
Zaman bu bakımdan binyıllardan beri temel bir haksızlık olarak görülmüştür. Bilinen öyküye göre üç büyük bilge, Konfüçyüs, Buda ve Lao Tzu yaşamı simgeleyen sirkenin tadına bakarlar. Konfüçyüs tadını ekşi bulur, somurtur; Buda acı bulur, yüzünü buruşturur; Lao Tzu ise hoşnutlukla gülümser, ona tatlı gelmiştir. Geçerken bir tek Lao Tzu’nun, Taoculuğun kurucusu kabul edilen bu bilge kişinin –Nietzsche gibi konuşursak– oluşun masumiyetini, hiçbir gerekçelendirmeye gereksinimi olmadığını kabul ettiğini belirtelim.
Zaman elbette adalet olarak da düşünülmüştür. Bozar ama yeniden yerli yerine oturtacak olan da odur. Bir sürü zarar veriyor olsa bile –Eyüp Peygamber’in hikâyesindeki gibi– telafi gücü, kayıpların karşılığında verecek başka şeyleri her zaman vardır.
Bununla birlikte temel duygu haksızlığa uğramışlıktır. Adalet anlayışını belirleyen de böyle bir duygu olmuştur. Buradan günümüze dek geçerliliği sürdürmüş bir yargı imgesi çıkar. Yargı zamanın değiştirilemezliği duygusundan türediğinden, kendisi de türediği duyguya benzeyerek iş görür: Değişmezliğe mahkûm eden hükümdür o. Birini ya da bir şeyi yargıladığımda –şusun ya da busun, dinî, ahlaki ya da hukuki anlamdan gündelik anlamlara– onu o olmaya mahkûm ederim.
Zaman denen yargıya bu mahkûmiyetimden kurtulabilir miyim? Doğu’nun Budacılığından Batı’nın Stoacılığına, türlü türlü birçok çileci pratiğe, bunların günümüzde büründüğü biçimlere kadar çeşitli öneriler ortaya atılmıştır. Nietzsche de bir düşünce öne sürmüştü: Sonsuz dönüş. Bu düşünceyle sanırız o da her şeyden önce zamana ilişkin bu değişmezlik anlayışını hedef almıştı. Açık ki zamanı özgürleştirmeden, zamanı yargının elinden kurtarmadan biz insanlar da özgürleşemeyiz; hınç, haset, nefret vs. hissetmeye mahkûm tepkisel varlıklar olmaktan kurtulamayız.
Fakat daha şimdiden, sonsuz dönüş düşüncesine gelmeden önce, haklı olarak kuşkulanıp “Bir şey gerçekten bir kere mi olur?” diye sorabiliriz. İlkin anımsarız, bu da olan diye düşündüğümüzü bellekte yeniden canlandırır, tekrar ederiz demektir. Ama hemen ilginç bir soru doğar: Sadece bir kez olmuş bir şeyi nasıl anımsayabiliriz ki? Bir kez olan olur, sonra hemen yok olur. Belleğin onu kaydedebilmesi için en az iki kez olanı tekrar eden olarak birleştirmesi, bir kez olmuş haline getirmesi gerekir. Güneşin doğuşunu ilk kez gördüğümüzü varsayalım. Güneşin bugün de güneş olarak doğması için geriye doğru dönüp dünkünü de güneş olarak adlandırmam, bir aynılık ilişkisi kurmam gerek. Yani ilk kez demek için en az iki kez görmem, bu iki kezi birleştirmem gerekir. Bu anlamda ilk kez görme diye bir şey olanaklı olamaz. Buradan başka sorular da doğar ama uzatmadan sonsuz dönüş düşüncesine dönelim.
Acaba Nietzsche sonsuz dönüşle her şeyin aynı biçimde sonsuzca geri döneceğini, aynısıyla tekrar edeceğini mi söylemişti? Bunu kastetmiş olsaydı eski kozmolojilerden farklı bir şey söylememiş olurdu. Ayrıca bütün değerlerin yeniden değerlendirilmesi gerekliliğinden, dönüşümden bahseden bir filozofun bunu söylediğini düşünmek tuhaf olurdu. Burada moderne özgü bir düşünüş, modern âna özgü bir zorluk var. Zorluk sonsuzlukla gelip geçeni birleştirme, kalıcılığı geçiciliğin içine yerleştirme zorluğudur; varlığı oluşla bir kılma, varlığın oluşun dışında başka hiçbir varlığa sahip olmadığını gösterme zorluğudur.
Düşünce gerçekten de birçok açıdan bilmecemsidir. Nietzsche bu düşünceyi yaşamın olumlanmasının en yüksek formülü, düşüncelerin düşüncesi, bir kehanet diye nitelemiş, düşüncenin kendisine tıpkı bir vahiy gibi geldiğini söylemişti. Gelgelelim, ondan her ne kadar coşkunlukla söz etmiş olsa bile tam ne olduğunu hiçbir zaman söylememiş, açıklamamıştı. Bilindiği gibi düşünce sadece Zerdüşt’te (1883-85) önemli bir yer tutar. Orada bile asıl olarak ya cücenin ya da hayvanların bakış açısından dile getirilir. Sonsuz dönüşü aynın dönüşü olarak yorumlayanlar zaten bu ikisidir. (Düşüncenin ilk dile getirilişi Şen Bilim’deki [1882] o meşhur aforizmadır [341 no’lu], orada da bir cinin dile getirildiği farz edilir.) Cüce bir bakıma cücece bir bakıştan, çarpıkça, aşağıdan göründüğü biçimiyle yorumlar. Hep aynısı tekrar edeceğine göre ha o, ha bu, ne fark eder der cüce, nasılsa her şey boşuna, nafiledir, hatta Zerdüşt’ün sonsuz dönüşü (yeniden) bildirmesi bile –daha önce sayısız kez bildirmiş olması gerektiğine göre– anlamsızdır. Hayvanlara gelince, onlar aynının tekrarından rahatsızlık duymazlar, zira hayvanların ya da doğanın özel olarak insana bir ilgisi yoktur. Oysa Zerdüşt’ü asıl hasta eden, insanın da bu küçük, sefil, aşağılık haliyle durmaksızın geri geleceği düşüncesidir. Tiksinti, tiksinti! … Ve bana gelince böylece insan suçlayan mı olmak istiyorum?
Burada bu belirsizlik üstünde daha fazla durmayacağız. Bilindiği gibi yirminci yüzyılda başta Heidegger’inki olmak üzere çok güçlü yorumlar, bir bakıma yeniden inşalar yapıldı. Biz sadece Deleuze’ün, kısmen de Klossowski’nin yorumuna bağlı kalarak konumuzla ilgili olduğunu düşündüğümüz bir iki noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Bu yoruma göre söz konusu olan hiçbir zaman aynının tekrarı değildir, aksine tekrar farklılaşmayı sağlayan öğedir.
“Bak şu yola ey cüce! diye sürdürdüm konuşmamı: O yolun iki yüzü var. İki yol burada birleşmekte: Bugüne kadar kimse bu yolların sonuna kadar gitmedi… Bu yolun adı yukarıda yazılı: An… Sen, ey cüce, bu yolların sonsuzluğa kadar birbirleriyle çeliştiklerini mi sanıyorsun?”
Zerdüşt’te ‘Çehre ve Bilmece’ başlıklı parçada kapı imgesiyle verilen an bir eşiktir, bir bakıma döngünün hep gerçekleştiği yerdir. Her an, her şimdi, geçmiş ile geleceği durmaksızın hem birleştirir hem ayırır, hem böler hem de bölerken bir arada tutar. Geçer, geçiş yeridir, ama bu geçişi aynı zamanda kendinde saklayıp tutmasaydı geçemezdi; o zaman ne geçmiş olanaklı olurdu ne gelecek. Öyleyse hep geçer, geçmek zorundadır ama durur da, hareket etmez; zira bu geçişi kendinde saklamak, aynı anda hem geçmiş hem şimdi hem de gelecek olmak zorundadır. Sonu gelmez, dur durak bilmez, aynı zamanda durmak bilmeyişi içinde sanki donmuştur, kımıltısızdır.
Bu durumda anda geleceğin içinde bir geçmişi, geçmişinse içinde bir geleceği barındırması gerek. Her an bütün geçmişi kendisinde buraya, âna getirir, böylece onu yeniden geleceğe açar. Bu bir döngü olduğuna, kapının hemen altında, eşikte birleştiklerine göre, her anda gelecek geçmiş haline gelirken, geçmiş de kendine dönen gelecek olur. Dahası, her an sonsuzca geri döndüğüne göre, tek bir anda potansiyel olarak bütün anların var olduğunu, her ânın bütün anları –bütün zamanı– içerdiğini söyleyebiliriz. Döngü yalnızca olayların sıralanmasını değil, bir derinliği de işin içine sokar; geçmişimiz ya da insanlığın tarihi dışında gelecek olayları da şimdiden içermesi gerekir döngünün. Bu derinlikte her bir olay potansiyel olarak tüm olayları içinde barındırır, her bir olay diğer olaylarla bu derinliğin içinde uzaktan uzağa iletişir, birbirine seslenir, yankılar.
Farklılaşma ilkin olaylar düzeyindedir. Nedir olay? Her bir olay, sürekli geri dönen, asla tamamlanmayacak Olay’ın küçük bir parçasıdır. Burada şimdi olan yalnızca bir parçadır, geçmişteki ya da gelecekteki tüm parçalarla ilişkilidir, bu ilişki de hiçbir zaman kesin biçimde belirlenmiş değildir; parça olarak olay anlamını değiştirecek, farklılaştıracak ya da yenileyecek olaylara, karşılaşmalara, rastlantılara hep açıktır. Geleceğin kırık dökük parçaları olarak dolanmaktayım insanların arasında: gördüğüm geleceğin parçaları olarak. / Ve benim bütün şiirselleştirmem ve çabam, parça, bilmece ve ürkütücü bir rastlantı olan ne varsa, hepsini toplayıp bir bütünde birleştirmekten ibarettir.
Ama bütün de aynı zamanda geleceğe açıklığıyla hâlâ bir parçadır. Nietzsche’nin bir yerde kullandığı bir benzetmeyi anıştırıp söylersek, sanki uçsuz bucaksız bir okyanusun hep hareket halindeki dalgaları dünya olayları denen bu küçük parçaları durmaksızın alıp derinliklerinde kararak hep yeniden yeryüzüne, yüzeye seriyormuş gibidir. Yalnızca dünya tarihi değil, hayatımızın olayları için de geçerlidir bu. Bu bakımdan her bir olay, olup biten her şey her zaman bir “çoktan oldu” ile “henüz gerçekleşmedi” arasında meydan gelir.
Öyleyse sonsuz dönüş, Klossowski’nin çok güzel biçimde söylediği gibi, olaydan ilk ve son kez özelliğini çalan hiledir. “Tamamlanmış olayı sayısız kez isteyerek onu tamamlanmamış kılmak.” Yani onu geleceğin açıklığına bırakmak, oluşa geri vermektir. Başka bir deyişle, son sözü her zaman geleceğin söylediğini kabul etmektir, geçmiş ya da bugünün değil. İşin güzel kısmı zaten budur, çünkü son sözü geleceğin eline vermek, son sözü söylemeyi olanaksız kılmanın yolu olur, son sözün asla söylenemeyeceğini, sözün hep yeniden, farklı biçimlerde söylenebileceğini söylemek olur. Son sözün öldürücülüğünü, yargılayıcı gücünü engellemenin tek yolu budur.
Tek bir olaya, tek bir âna bile tam, gerçek bir evet demek, tüm olaylar derinliğin içinde birbiriyle ilişkili olduğundan, geçmiş ile gelecekteki her âna, her bir olaya evet demek olur. Yazgısını üstlenen, yazgısına evet diyen bütün zamana, hiçbirini ayırmadan en sefilinden en yücesine, dehşet, vahşet ya da acı dolu olandan en sevinçlisine bütün olaylara evet der. Ama ancak geleceğe inanan bir varoluş tarzı geçmişteki, gelecekteki tüm olaylara, ayırmaksızın zamanın bütününe, yani bu dünyaya evet diyebilir. Amor fati bu bakımdan öncelikle geleceğe duyulan inançtır, bu gelecekse hep başkadır; başka olarak gelen gelecek, başkalığın hep geri gelişi olarak gelecektir.
İkinci farklılaşma olayı yaşayanla ilgilidir. Bu durumda bireye ne olur? Düşüncenin en uç noktasında ben başkası olurum. Ya da: Yüzüm bir maske olur. Ama maskenin ardında asıl ya da hakiki bir yüz yoktur, potansiyel olarak sonsuz sayıda başka başka maskeler vardır. Tarihin bütün adları benim! Sonsuz döngü ya da tekrar, beni yeniden bütün bu maskelere büründürüp şimdi-burada, bu yüz olan maskeye kadar getirir, getirir getirmez olmuş ya da olacak bütün maskelere yeniden açar. Demek ki böyle bir istence tam olarak yerleşebilseydim özdeşliğim çözülür, ben dediğim yok olurdu.
Öyleyse aynı şeyleri yaşadığımızı varsaysak bile tekrar olayları yaşayanı değiştirmekte, özdeşliğini, benliğini çözüp tüm sonsuzluğa, her bir âna dağıtıp Dionysos gibi parçalamaktadır. Bu durumda her bir an şimdi-buradaki bu ben, bu parça, bu maskeyim ama aynı zamanda potansiyel olarak geçmiş ile geleceğe dağılmış bütün parçalar, bütün maskelerim. Öyleyse an bir yandan zamanın sıralı düzeni içinde beni bu maskeye mahkûm eder ama aynı zamanda derinliği içinde bana bu maskeye mahkûm olmadığımı söyler; başka bir maskeyi, başka bir beni kendimden çekip çıkarabilme olanağım hep vardır. Demek ki olayların derinlik boyutunu içeren eşikte ya da an dediğimiz aralıkta bir özgürlük olanağı vardır. Ne tek yüzlüyüz ne ikiyüzlü, çok yüzlüyüz. Doğrusu beni ya hakiki yüze ya da ikiyüzlülüğe mahkûm eden, bana sadece bu iki seçeneği sunan aynı dünya, bu aynı dünyanın mantığıdır. Oysa ben sayısız başkalarının içinden geçerken sayısız başkaları da benim içimden geçer.
Maskeler yaratmak, maskelerin ortaya çıkışlarını, birbirlerinin kılığına bürünüşlerini, dönüşümlerini ortaya koymak – sanatın yaptığı zaten bu değil midir? Bu biçimde, Nietzsche’ce kavranan sanat böylece çok daha geniş bir anlam kazanır; doğanın kendisi sanat, doğadaki her bir yaratık sanatçı olur. Bir bakıma insan sanatının, belki tarih öncemiz diye niteleyebileceğimiz yabanıl yaşam dönemi dışında bu yaratıcı gücü –kılık yaratma, kılığa bürünme, kılık değiştirme, kendine mal etme, dönüştürme, dönüşme vs. – olumlamada epey geciktiği söylenebilir. Doğrusu zamanında din adamı bile hakikati vaaz ettiğini söylediğinde bu sanatı icra ediyordu. Ama bir hakikati, yani bir “yalanı” icat ettiğini kendinden bile gizlemek zorundaydı. Yalanın ya da sahtenin tümüyle üstlenilmesi, olumlanması, en yüksek gücüne kavuşturulması sanatçıyla filozofun elinde olur, sanat temel anlamına böylece yeniden kavuşur: Yaşamın yeni koşullarını araştırmak, dürtülerin yaratıcı güçlerini canlandırmak.
Hakiki yaşam-sahte yaşam çifti, öz-görünüş ayrımına fazlasıyla benziyor. Nietzsche Platonculuğu ilkin özü iptal ederek ters çevirmişti. Geriye ne kalır? Yalnızca görünüşler. Maskenin arkasında bir başka maske daha vardır, onun da altında başka bir maske, sonra bir başka maske daha. Şimdi her şey bir görünüş ya da bize daha yakın bir sözcükle imge, imaj oldu. Hakiki dünya bitti: Hangi dünya kaldı? Belki hayali olan... Ama hayır, hakiki dünyayla birlikte hayali olandan da kurtulduk.
İşte ancak bu noktadan sonra hakikat sözcüğünü istersek yeniden kullanabiliriz. Zira değerlendirme (Güç İstenci) bir değerler hiyerarşisini yeniden işin içine sokar. Ne hakiki yaşam vardır ne sahte yaşam, yalnızca yaşamlar vardır. Bu doğrudur ama her yaşam aynı değerdedir demek de değildir. İyi’nin ve Kötü’nün ötesidir bu ama (ahlak ölçülerine vurulmaktan kurtulmuş anlamında) iyi ve kötü yoktur demek değildir. Yaşama biçimleri, var olma tarzları birbirine eşit değildir. Güçleri, kavrayışları, görüleri, genişlikleri ya da zenginlikleriyle birlerinden farklılaşırlar. Değerlerini güçlerine göre kazanırlar –zayıf-güçlü, yüksek-alçak, kölece-soyluca, vs–; aynı zamanda her biri dünyayı kendi güçlerine ya da bakış açılarına göre değerlendirir. Hakikate ilişkin soru böylece nasıl yaşayacağım, yani hangi varoluş düzeyini seçip yerleşeceğim gibi bir soruya dönüşür.
Can alıcı nokta, karar ânı, kesin dönüşüm ânı öyleyse nerededir? Bir yandan bu an da döngü boyunca bir önceye ya da bir sonraya durmaksızın kaymakta, geriye ya da öteye doğru atılmaktadır. Döngü her tür merkezi ortadan kaldırdı, karar ânı diyebileceğimiz yeri bile. Öte yandan böylelikle her bir ânı can alıcı noktaya, karar ânına dönüştürür ya da karar ânını her bir âna ya da noktaya dağıtır. Bu durumda her bir noktada, farkında olalım olmayalım, bir karar veriyor, seçiyoruz demektir.
Bu noktada filmimize son kez geri dönelim. Yönetmenimiz Ahmet gündelik hayatını sürdüren bir insan olarak hayır demekte, değerden yoksun yaşamı edilgin bir tarzda reddetmektedir. Seçtiği yol kayıtsızlıktır, reddi çoğunlukla “fark etmez” biçimindedir. Ancak Suç ve Ceza yerine başına gelenleri filme almaya karar verdiğinde ne olur? Şimdi olduğu kişi haline gelmek için bir kez daha bütün zamanı katetmek, bunu yaparken zorunlu olarak diğer kişileri de katetmek zorundadır; terke zorladığı sevgilisinin, asistan kızın, kızın sevgilisinin, hırsızın, hatta kısa bir an gördüğümüz hırsızın annesinin, tüm o ötekilerin bakış açılarını da kat etmek zorundadır. Dolayısıyla her bir bakış açısından geçmeksizin kendi bakış açısını olumlayamaz. Bu aynı zamanda şu anlama gelir: Her bir bakış açısından geçerken her bir bakış açısı da onun içinden geçer. Dahası, içimden geçen başka bakış açıları olmasaydı, bir bakış açım olamazdı bile. Başka bir deyişle, yönetmenimiz film yoluyla tekrar edeceği bütün bu dizi içinde dizideki her bir kişi haline gelmeden, kişilerin kapladığı konumun içinden geçmeden yeniden kendisi haline gelemez.
Belki de filmimizin sonundaki geriye doğru yönelen o gizemli bakışı şimdi daha iyi anlayabilecek durumdayız. Çift kılınmış bir bakıştır bu; ne ilk defa ne son defa bakar, ikisini, iki defayı tek bir defada çakıştırarak iki boyuta birden aynı anda bakar. Gerçekliğin sıralı boyutu ile maskelerle imgelerin oluşturduğu, daha az gerçek olmayan, aslında gerçeklik dediğimizi de içeren derinlik boyutu. Bu açıdan her bir an bir yandan diğerine bağlanıp bir sıra oluştururken aynı zamanda çatallanma noktalarını, yeni başlangıçların çekip alınabileceği aralıkları içerir – sanki her anda, an olan bu aralıkta fazladan küçük bir parça, nedenlerle sonuçların sıralı mantığına tam yerleşemeyen bir fazlalık geri gelip duruyormuş, gelip inatçı bir soruyu ısrarla, tekrar tekrar bize yöneltiyormuş gibi.
Olay bir kez olur diye başladık. Şimdi soru –öyle umuyoruz– sanki şuna dönüştü: Neden olayı bir kez olmuş gibi düşünürüz? Engelin kendisi bu düşünce, bu düşünceye takıntımızın ta kendisi olmasın? Öyleyse aynı anda –eşzamanlı olarak– beklediğimiz çoktan başımıza gelmiş, şu anda başımıza zaten geliyor, gelecekte yine olacak, başımıza gelecektir. Buna bağlı olarak zaten değişmişizdir, şu anda değişiyoruz, kuşkusuz bir kez daha değişeceğiz.
•
GİRİŞ RESMİ:
Kolaj: M. C. Escher, İki Kuş (1938), Friedrich Nietzsche.