Toplumsal ethos’umuza bir mercek olarak futbol

"Kitapta sadece futbolun tarihine değil toplumsal ethos’umuza (Türkçesini artık “bir başkadır” diye karşılamak gerekecek herhalde!) dair ipuçları veren daha nice hikâye ve tatlı anekdot var. Bütün hikâyeleri yatay kesen büyük hikâye ise, iktidarın, daha doğrusu iktidarların futbola müdahalesidir."

17 Ocak 2021 20:00

Erken cumhuriyet dönemi futbol lisanı ne sevimlidir. Savunmacılara “müdafi,” orta saha oyuncularına “muavin,” forvetlere “muhacim” derler. Maçın birinci devresi, ikinci devresi yerine “birinci parti, ikinci parti.” Kale “gol,” kale direkleri “gol direkleri” diye tanımlanır.  “Fileleri alt üst eden dehşetli şut” gibi bir tasvire rastlayabilirsiniz. Veya bir muharrir, farkı çok açmış takımın oyuncusunun verilen penaltıyı mahsus gole çevrilmeyişinden, “penaltıyı kaleciye bağışladı” diye bahseder. Dil zevki güdenlere, hediyedir.

Mehmet Yüce’nin Türkiye futbolunun ilk on yılları hakkındaki kitapları, bize o lezzetli anlatımlardan kepçe kepçe ikram etmişti. Mehmet Şenol’un yeni çıkan Gayriresmî Futbol Tarihi  kitabında da bunlardan bolca var.

Futbol mikro-tarihi, Cumhuriyet mikro-tarihi

Kitap dil eğlenceliğinden ibaret değil elbette. Yazarın dediği gibi, bir mikro-tarih çalışması. Memleket futbolunun ilk devirlerinde bir mikro-tarih gezintisi. Futbolla hiç alâkası olmayanlar da zevkle avarelik edebilirler kitapta; geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet İstanbul’unun toplumsal hayatına, popüler kültürüne nazar edebilirler.

Mesela meşhur Papazın Çayırı’nın, İngiltere kapitalizminin tarihindeki “çitleme” hadisesini andıran bir atılımla etrafı çevrilip girişi paralı yapılarak “Union Club Sahası”na dönüşmesi. Mehmet Şenol, isabetle, futbolun endüstriyelleşmesinin memleketteki ilk tecrübesi olduğunu söylüyor. Saha çizgilerinin dibinde bekleyen seyircilerin uzaklaştırılmasıyla, localı, kombineli tribünleriyle, seyyar satıcıların defedilip yerine bir “büfe evceğizi” kondurulmasıyla, ilk “mutenalaştırma” hikâyelerinden biri aynı zamanda.

1913 yılında oynanan gergin bir derbi maçında hakemin kendi ağzından aktarılan karar standardını not etmeden geçemeyeceğim. Hakem, iki kesin penaltı pozisyonunda penaltı kararı vermemeyi tercih etmesini, “böyle önemli bir maçta iki büyük kulübün bu gibi adi fırsatlardan yararlanmalarını uygun görmediğimden,” diye açıklamış! “Penaltının gol olacağı muhakkak gibidir” mülahazasıyla, onun yerine frikik vermeyi tercih etmiş. Penaltıyı şövalyeliğe aykırı sayan bir naiflik mi görürsünüz burada? Memleket hakemlerinin, futbol idarecilerinin, genel olarak bütün yöneticilerin idare-i maslahatçılığına bir örnek mi görürsünüz?

“Saraylar” ve kulüpler

Kitapta, yineleyeyim, sadece futbolun tarihine değil toplumsal ethos’umuza (Türkçesini artık “bir başkadır” diye karşılamak gerekecek herhalde!) dair ipuçları veren daha nice hikâye ve tatlı anekdot var. Bütün hikâyeleri yatay kesen büyük hikâye ise, iktidarın, daha doğrusu iktidarların futbola müdahalesidir. İktidarların kulüpleri kollayıp kayırarak kendine popülarite takviyesi yapması, kulüplerin de arsızca kendini sevdirmeye çalışarak bundan yararlanmasıdır. Önce İttihat ve Terakki, sonra Cumhuriyet’in tek parti devrinin muktedirleri, sonra her devirde hükümet kimse o... Mehmet Şenol, bütün kulüplerin her zaman “saray”la iyi geçinme gereği duyduklarını, kaydediyor. Saray, küçük harfli ve tırnak içinde; belirli bir saray değil, Osmanlı’dan günümüze değişen “mimarîsi” ile, siyasî iktidar kastediliyor.

A…-G…

Erken cumhuriyet döneminde siyasî iktidar sahiplerinin futbol âlemini kurcalamasının zirve örneklerinden olan Ateş-Güneş olayı, kitapta birkaç yerde konu ediliyor. Şöyle böyle kırk yıl süren İnönü-Bayar mücadelesinin ilginç bir faslı, bu. Ateş-Güneş, Celal Bayar, Yusuf Ziya Öniş ve İş Bankası “Grubu”nun kudretli himayesi altında Galatasaray’dan koparılan bir gövde etrafında, İstanbul futbolunda bir “büyük güç” yaratmak üzere inşa edilen bir proje-kulüp. Güçlü bir hamleyle işe koyulduğunu biliyoruz Ateş-Güneş’in ama sözgelimi Başakşehir veya “Yeni” ön adlı zamane kulüpleri kadar dayanıklı olamamış – çünkü henüz “organik” unsurları güçlü olan futbol ortamının bünyesi kabul etmemiş hem hâmileri iktidar mevkilerini kaybetmişler. Bu hikâyede Mehmet Şenol’un geçerken verdiği bir ayrıntının altını çizdim. Ateş-Güneş’in adını bir süre sonra Güneş’e çevirmesinin nedenlerinden birisi, baş harfleri A-G’nin rakip taraftarlarca “ayva-göt” diye kısaltılmasıymış!

Kitapta bir tribün fotoğrafı yer alıyor, fötr şapkalı, kravatlı şık beyler, ellerinde uzun bir sopaya tutturulmuş ayvayı teşhir ediyorlar, hınzır tebessümlerle. Ateş-Güneş’e kanlarıyla canlarıyla gıcık olan Galatasaraylı beyler. “Eski zamanlarda” futbol ortamımızın pek nezih, pek kibar olduğuna dair efsane üretimine, ilk olarak Can Kozanoğlu 1996’da çıkan Bu Maçı Alıcaz’da “hop!” demişti. Bu sopalı ayva imgesi de kulağımıza küpe olsun. Futbol rekabeti kızıştığında nezaheti korumak zor olabilir, yine dönemin tabiriyle “kulüpçülük hislerine” gem vurmak müşküldür.

"Ateş-Güneş ile Galatasaray’ın ilk maçı 1 Aralık 1935’te oynandı. 5.000 seyirci vardı, izleyenler arasında Ekonomi Bakanı Celal Bayar da bulunuyordu. Galatasaray Lisesi öğrencileri, mezunları ve 'kulübün dostları' sol tribünde toplanmışlardı ve önceden hazırlıklıydılar. Herkes yanında 'ayva' getirmişti. Niye mi 'ayva'? Ateş-Güneş’in kısaltması olan AG’ye gönderme yaparak kullandıkları 'ayva göt' deyiminin simgesi olarak! 6-2 Galatasaray’ın galibiyetiyle biten ve sahaya atılan ayvalardan ötürü 'ayvalı maç' olarak bilinen bu maçtan sonra Galatasaray-Güneş maçı o sezon oynanmadı." (Kitaptan, s. 31)

Milliyetçilik ve efsaneler

Devrin iktidarından güç devşirmekten gayrı, bir de “sürdürülebilir” güç kaynağı var: “Atatürk’ün takımı” şânından yararlanmak! Mehmet Şenol, bu şâna en yakın sayılabilecek kulübün, kısa ömürlü Ateş-Güneş olduğunu gösteriyor. Ancak esasen, yıllardır süregiden, Atatürk’ün Galatasaraylı-Fenerli-Beşiktaşlı olduğuna dair iddialaşmanın boş olduğunu söylüyor. Gayet yalın, Mustafa Kemal’in futbolla hiç ilgilenmediğini söylüyor. Bir defasında, nasıl bir oyun olduğunu Gündüz Kılıç’a sormuş, ondan aldığı malûmat üzerine de demiş ki: “Bizim harp oyunları gibi; strateji bilgisi ve kurmay kafası ister…” Futbolun özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasına dek savaş ve askeriye analojisiyle anlaşılmış olmasının açık bir teyidi daha.

Askeriye ve savaştan milliyetçiliğe geçelim. Galatasaray’ın 1921’de çıktığı Avrupa turnesinde Batı basınında feci Oryantalist bir dille yazılmış haberleri, kitabın nadide bulguları arasında sayarım. Memleket topçularını Alâaddin’in lambasından çıkma cinler gibi görmüşler, topu iyi kötü dürtebiliyor olmalarına “maşallah” demişler. Bu, “onların” milliyetçiliği. “Bizdeki” milliyetçilikle ilgili, Mehmet Şenol’un kitapta üzerinde durduğu iki vakayı anacağım. Birincisi, Galatasaray’ın kuruluşunda yer almış üç gayrımüslimin (Boris Nikolof, Milo Bakiç, Pavle Bakiç) resmî tarihten silinmesi… Galatasaraylıların ta 2014’te Karadağ taşrasında Bakiç biraderlerin izini sürmeleri de hoş bir post-vefa hikâyesi. (Böll’ün kitabını taklitle söyleyeyim: Fotoğrafta Candan Erçetin de var!) İkincisi, işgal altındaki İstanbul’da Türk futbol kulüplerinin, –elbette imkân verdiğince– “toplarını oynamaya” devam ettiklerine dikkat çekiliyor; yani “ecnebi” kulüpleriyle, hele İngilizlerle yapılan maçlar hiç de millî mücadele havasında geçmemiş, harp ikamesi gibi yaşanmamış. Mehmet Şenol, bu bahiste en güçlü örnek olarak, Harrington kupası vakasını efsane tahtından indiriyor. Bir İngiliz askeriye takımı ile Fenerbahçe arasında 1923 Haziran’ında, –zaten İstanbul’un kurtuluşunun gerçekleştiği bir zamanda– oynanan maçın, işgalci İngilize haddini bildirme ve millî galeyan şenliği değil, herkesin memnun mesut izlediği bir dostluk müsabakası atmosferinde geçtiğini belgeliyor. Futbol zevkinin ve bir de paranın “bütün milliyetçilikleri aşan gücünü” konu eden bir yazı daha var kitapta.

Galatasaraylıca

Kitabın en zayıf yanı, bana sorarsanız: adı. Gayriresmî Futbol Tarihi, fazla genel, jenerik bir başlık. Bir de şunu eklemeliyim: yazıların merkezinde Galatasaray var; Galatasaray tarihi etrafında dönen bir kitap bu. Yazarın çok tatlı bir tabirle kulübün “bebeklik dönemi” dediği ilk yıllarına eğilen kısımlar, özellikle emsallerince “Prezidan-Kapitan” diye anıldığını öğrendiğimiz Ali Sami Yen’e ilişkin biyografik bulgular, geniş yer tutuyor. Ali Sami Yen’le, kulübün logosunun müellifi Ahmet Ayetullah’la ve tabii Tevfik Fikret’le ilgili anlatımlar, geçen yüzyıl başının aydın profili hakkında da bir resim çiziyor.

Bir adım daha giderek şunu da eklemeliyim ki, yazarın da başta ikrar ettiği gibi, taraftar zaviyesinden yazılmış bir kitap bu. Yazar sadece Galatasaray hakkında değil, Galatasaraylı olarak yazıyor. Beklenebileceği gibi, Fenerbahçe’yle “uğraşıyor.” Şöyle diyeyim: Dizin’de Beşiktaş hakkındaki atıflar 4 satır tutuyor, Fenerbahçe hakkındakiler 16 satır! Tabii, futbolun bebeklik döneminde hem Galatasaray hem Fenerbahçe nezdinde Beşiktaş’la rekabetin o kadar “ezelî” olmamasının da payı var burada, ama asıl önemlisi, ezel-ebed hiçbir rekabetin bu ikisininki kadar “ezelî” olmaması.

Mehmet Şenol, Fenerbahçe’nin serpilmesinde Galatasaray’dan kopanların katkısını anlatıyor, Fenerbahçe’nin tarihinin yazımında Galatasaray’ın belgeliklerinden yararlanmaya mecbur olduklarını anlatıyor, 1910’larda Fenerbahçe’nin bir turnuva şildine el koymasını bir çamura yatma hikâyesi olarak anlatıyor; zikrettiğimiz “Atatürk’ün takımı” ve Harrington kupası efsanelerini çürütürken, aynı zamanda Fenerbahçe’nin mitlerini çürütmenin tadını çıkartıyor. Kitabın, Gassarayfener ezelî rekabetinin “tarihçiler kavgası” (Historikerstreit!) branşında bir hücum hamlesi teşkil etme niteliği de var. Yazarın ezelî rakibine, tarih içinde ara ara tekerrür eden bir “geride kalma” kompleksi atfettiğini de okuyabiliyoruz satır aralarında. Kem söz etmeden, “ezelî rakip” statüsüne hürmetini esirgemeden…

Galatasaray kimliğinin inşasında veya o kimliğin bakımdan geçirilmesinde de elbette bir rolü var kitabın. Bir kuruma (liseye) dayanmasını, o imtiyazlı liseden gelen seçkin karakterini, bu nedenle başka kurumlar ve iktidarlar karşısındaki göreli bağımsızlığını, bebeklik döneminden itibaren Avrupa perspektifine sahip olmasını, Galatasaraylı kimliğinin müesses gurur unsurları olarak, tarihsel malzemeyle bezeyerek işliyor. Hamasete meyletmeden, serin bir şekilde… Kıymetli yanı, hem bu kimliğin zaaflarına hem erken cumhuriyet döneminde o imtiyazlılık gururunun aşınmasının etkilerine de değinmesi. “Genel kitleye tepeden bakma” haline değiniyor mesela. (Attilâ İlhan’dan nakille: “aristokrat bir hava”, “halka mal olamama…”) Yeni iktidar denklemlerinin uzağında kalmanın “çekingenlikle karışık hırçınlığa” yol açtığına değiniyor. Değinilerek geçilen o halet-i ruhiyenin deşilmesi de mikro-tarihçilerini bekliyor! Mehmet Şenol, seçkinciliğin ayak bağına dönüştüğü 1930’lar ve 40’ların havasını melankoliyle tasvir ettikten sonra, Gündüz Kılıç’ın başarılı bir popülerleşme harekâtıyla o fetret devrinin aşıldığını anlatarak Galatasaraylıları felâha çıkartıyor.

Bir derin kazı çalışması bu, çok zengin malzeme sunuyor. Fotoğraf albümü, bilgilendirici alt yazılarıyla, nefis. Zengin kaynakçada iki eksiğe hayıflandım. Birisi, geç Osmanlı’dan erken Cumhuriyet’e Türkiye’de spor ideolojisinin inşasıyla ilgili temel başvuru kaynağı olan Yiğit Akın’ın Gürbüz ve Yavuz Evlatlar’ı (İletişim, 2019 – 4. baskı). Diğeri, İttihatçılar-futbol ilişkisinden bahsedilir, İttihatçıların öz kulüplerinden Altay anılırken, Orhan Berent’in Alsancak’ın Sakini Altay’ı (İletişim, 2014). İkincisi, latifeyle karışık, GassarayFenerBeşktaş milletinin İstanbul dışına dönük kalantorca kayıtsızlığının bir örneği sayılabilir.

Şahsî not

Mehmet Şenol, Mehmet Şenol deyip durduğum adam, ’80’li yıllarda en yakın arkadaşlarımdan biriydi. Kitaptaki künyede de zikrettiği iki gençlik dergisi (Yeni Olgu ve Gençlik ve Toplum) tecrübesinde beraberdik, İletişim Yayınları’nda Yeni Gündem’de birlikte çalıştık. Futbolseverlikte de ortaktık, çok dünya kupası maçı izledik beraber, ben de cahiliye dönemimdeydim, o zamanlar Galatasaraylıydım. Sonra hayatlarımız usulca ayrıştı. O İstanbul’a gitti ve yayıncılığın başka bir sahasına daldı, sonra da Galatasaray’ın resmî yayıncısı oldu. Ben İletişim’de devam ettim; bir de Galatasaray’ı bırakıp Gençlerbirlikli oldum. (Bunu “Nasıl Gençlerli Oldum?” başlıklı yazıda anlattım, Takımdan Ayrı Düz Koşu içinde (derleyen Tanıl Bora), İletişim 2018 (5. baskı) içinde yer alıyor.) Birbirine paralel iki ıraksama geçirdik yani; şehirlerimiz, uğraşlarımız, takımlarımız farklılaştı. Çok seyrek haberleşir olduk ama eski arkadaş, eski arkadaştır. Bu kitap benim için bir eski arkadaş selâmı değeri taşıyor, söylemeden edemem… Ve tabii onun böyle zevkli bir iş çıkarmasıyla gururlanmanın sevinci… Gerçi oligarşik bir takımın taraftarı, ama olsun, eski arkadaştır!

 

GİRİŞ RESMİ:

"Milo Bakiç (ayakta, soldan ikinci), ilk kez İstanbul Ligi’nde şampiyon olan Galatasaray’ın lise müdürü Tevfik Fikret’le birlikte lisenin duvarının önünde, altlarına serilmiş halının üzerinde çektirdikleri hatıra fotoğrafında. (1909 Mayıs) Hemen sağındaki, Ali Sami Bey. Tüm isimleri de soldan sağa sayalım. Ayaktakiler: Adnan İbrahim, Milo Bakiç, Ali Sami, Ahmet Robenson, Asım Tevfik, Emin Bülend, Dr. Hamid Hüsnü, Hasan Fuad. Oturanlar 1.sıra: Celal İbrahim, Sabri Mahir, Tevfik Fikret, Hasan Basri, Bekir Sıtkı. Oturanlar 2.sıra: Horace Armitage, Ali İdris." (Kitaptan, s. 68)