Özen Yula'nın kısa bir süre sonra Doğan Kitap'tan basılacak olan Her Zerre Kara adlı romanından kısa bir bölümü Tadımlık olarak sunuyoruz...
Aybüke İlgin her zaman dışarıdan nasıl göründüğünün farkında. Solgun güzelliği ile halsiz, mesafeli ve dikkatli göründüğünü biliyor. Kendisinden emin bir tavırla az önce, özgeçmişinde fotoğrafını gördüğü kızın cismine bakıyor o an.
“Hoş geldiniz” diyor, “Demek İlayda sizsiniz!”
“Evet, efendim” diyor İlayda ayağa kalkarak; bir adım uzaklaşıyor koltuğundan.
“Oturun İlayda. İşin gereklerini ben size anlatacağım. Biliyorsunuz, bir rahatsızlık geçiriyorum.”
“Evet, efendim” diyor İlayda kurulmuş gibi. Kadının geçirdiği ciddi hastalığın emarelerini arıyor Aybüke İlgin’in yüzünde. Gerçekten bitkin, uykusuz ve gergin görünüyor kadın. “Büyük geçmiş olsun. Bir an önce şifanıza kavuşmanızı dilerim. Sizin için dua ettim, biliyor musunuz?”
İlayda kurulmuş bebek gibi konuşurken gitgide saçmaladığının farkına varıyor. Soğukkanlı haline ne olduğunu soruyor kendisine. Sonra karşısındaki kaçın kurası olduğunu çok net anladığı kadına kendisiyle ilgili daha fazla ipucu vermek istemediğinden hemen susuyor.
Aybüke İlgin, karşısındaki kendisine hayran olduğunu göstermeye çabalayan, ama aslında yeni iş imkânından başka bir şey düşünmeyen kızın gözlerinin derinine bakıyor. Biliyor ki herhangi bir göz, derinliklerinde bir başkasından saklanamaz. Orada çok kibirli, korkmuş, çocuk ve kadın enerjisinde bir varlık görüyor. Son derece rahatlıkla yalan söyleyebilen, insanları ne kadar incitebileceğinin farkında olmayan bir kız bu. Zaten incitip incitmemesi de önemli değil onun için. Bir hedefi varsa ona doğru yürüyen cinsten. Çünkü asıl amacı toplumsal trendleri belirleyen insanlarla tanışıp kaynaşmak, ileride onlardan biri olabilmek. Kızın yüzünden okunuyor bu. Aybüke İlgin’in yüzünde onu anladığını belli eden bir gülümseme var. Çünkü bu kız ona çok eski bir kendisini hatırlatıyor. Ama bir farkla: kendisi iyi olmaya çabalar, buna özen gösterir. Oysa bu kız, aklını yitirmediği müddetçe her türlü kötülüğü rahatça yapabilir ve herhangi bir insana onun acı çekmesini sağlayacak durumları reva görebilir.
İkisi de aynı anda aklından, “Kadın, kadının kurdudur” diye geçiriyor. Yüzlerinde aynı anda garip birer tebessüm beliriyor.
Ramazan gece vardiyasından çıkınca yeni güne yorgun başlıyor. Ne de olsa Aybüke Hanım aylardır ilk kez eve sabaha karşı dönüyor. Eskiden olsa bu, Ramazan’ın geceyi tamamıyla uyanık ve tetikte geçirmesi anlamına gelir. Ama şimdi bir anlam teşkil etmiyor. Çünkü Ramazan uyuyacak bir ruh halinde değil. Oysa gün ortasında ikinci işine gitmek için dinlenmiş olması gerekiyor. İstanbul denilen bu ülkede geçinmenin başka yolunun olmadığını düşünüyor Ramazan. Güngören’de iki odalı bir evde yaşıyorlar ailece. Ramazan’ın çocukluğunda dünyadan kopmuş, her yerden ve her şeyden bağımsızmış gibi görünen bu ilçe zamanla şehrin ortalarındaki yerleşim yerlerinden birine dönüşüyor. Bir gün öncesi itibariyle otuz yaşından gün alan Ramazan, haftalık nöbet çizelgesini gözden geçirirken, Elfide’nin çocuklara çoktan kahvaltıyı yaptırmış olduğunu, şimdi anası Hadice’nin vücudunu ıslak sabunlu elbezleriyle sildiğini, Hadice’nin sünger yığını gibi üst üste binen yağ katmanlarının birer birer terinden, arada fazla hareket etmemekten kaynaklanan yaralarının ufunetli halinden arındığını, kadının rahat bir nefes aldığını evdeymişçesine hissediyor. Elfide muhkem kadın. Altı yıllık evliler. Ramazan onu annesinin halini bilerek ve kabullenerek aldı. Elfide, önce anasına bakar, sonra çocuklarına ve kocasına. Bu yaşam biçimi en baştan böyle kuruluyor ikili arasında. Elfide’nin dört örüklü kumral saçlarına, iri ela gözlerine merhamet eder Ramazan. İyi bir insan bulmak zor olduğu için seçiyor Elfide’yi. Ama “Kara sevda dediğin başka bir şey olmalı” diye düşünüyor bazen. İki aydır da “Kara sevda nedir?” sorusunun cevabını bulmuş vaziyette yaşıyor. Şimdi bunları düşünmenin sırası değil onun için. Zaten uykusuz geçen geceden sonra daha fena olmak istemiyor. O sabah Aybüke İlgin’in otomobilini içeri aldıktan sonra, erken saatte Emirgân sahilindeki Hamidi Evvel Camii’nin ezanını duyunca uzun zamandır göz ardı ettiğini hatırlayıp abdestini alıyor, kulübede rükûya varıyor. İçini farklı bir huzur kaplıyor. Var olduğunu hissetmenin verdiği bir huzur ama için de çok derinlerde bir kara sevda huzursuzluğu. Bir an önce bu düşüncelerden sıyrılmak zorunda. Kulübeden çıkıp biraz hava alsa iyi olur. Sabahın erken saatinden beri kendini uyanık tutmak için demli çay içiyor. Birazdan nöbet teslim saati gelir. Kalender Abisinden alması gerek minibüsü. Sonra dolmuş hattında sıra başına geçip çalışmaya başlar zaten. Ferah Abla çay getiriyor içeriden.
“Vallaha midemde çay ağacı çıkacak abla” diyor Ramazan. Gene de kısa bir tereddütten sonra uzanıp çayı alıyor.
“Rahat uyuyamadın gece. Aybüke Hanım çok geç dönünce öyle oluyor işte” diyor Ferah Abla.
“Uzun zamandır ilk defa oluyor bu” diyor Ramazan çaydan ilk yudumu alırken.
“Nereye gitmiş ki Aybüke Hanım?” diyor Ferah Abla merakla.
“Bilmiyorum abla, dışarı bir toplantıya, davete filan gitmiş herhalde” diyor Ramazan. Ferah Abla’nın bu üstelemesinden hiç hoşlanmıyor. Ama Ferah Abla soruyu da üsteler, çayla kek getirmeyi de.
“Şoför bir şey demiyor mu?”
“Abla, Bilal’den haberim yok benim. Bir keresinde otomobilin motorundaki arızayı düzelttim diye benden hiç hoşlanmıyor. Yerine geçmek istediğimi sanıyor. Olur mu öyle şey yav! O benden kıdemli burada. Hem ben ekstradan minibüse çıkıyorum. Şahıs şoförlüğüyle bir işim olmaz ki benim!”
“E, tamam be evladım, beş kuruş verdik konuşturduk, on kuruş verdik susturamadık seni de!” diyor gülerek Ferah Abla. Bilmediği havadisleri öğrenememenin getirdiği hayal kırıklığını Ramazan’dan çıkarmak istemiyor. Bir solukluk ara verip yeni bir gayretle girişiyor lafa:
“Bu gelen kız kim? Böyle bir karış boyuyla meymenetsiz bir şey.”
“İş görüşmesine gelmiş abla.”
“Maazallah burada işe girerse durum fena. Sıçan gibi bir kız, herkesi fitfitler bu.”
“O ne be abla?”
“Fitne fücur bu, herkesi ispiyonlar; bu anasının gözü, bak görürsün. Ferah Ablam demişti dersin” deyip boş bardağı alarak uzaklaşıyor.
“Ablam sen de çok yorma kendini” diye bağırıyor arkasından Ramazan. Merdivenlere gelmeden duruyor Ferah Abla.
“Yok be, yoracak bir şey yok! Ama bu tozlar felaket. Evi kapalı da tutsan toz yağıyor. Çözemiyorum ben. Nasıl olur da bu kadar çok toz iner bu dünyaya!”
Ramazan, mesaisini bitirip çıkmak için kulübeye giriyor, toparlanmaya başlıyor. O sırada cebi çalıyor. Geceden beri göz atmamaya çalıştığı telefonun sesini duyunca kalbi hop ediyor aniden, kan şakaklarına kadar çıkıyor. Kafasının içinde bir sağanaktır başlıyor. Önce durup bekliyor, derin bir nefes alıyor. Sonra telefona bakıp bakmamak arasında ikilemde kalıyor. Bir “B” harfli isim görse kalbi yerinden oynayacak biliyor. Ama gene de kalbini dinliyor. Telefon ekranında alışkın olduğu “Elfide” adını görünce kalbi yardan atılmış bir kaya gibi, bulanık suyun en derinine doğru inmeye başlıyor. Sesine sakin bir ton vererek açıyor cebini.
“Hayırdır Elfide?”
Elfide sakin ve duru bir sesle mahallede oyun oynarlarken küçük oğlanın kafasına taş geldiğini anlatıyor. Arkadaşı almış yerdeki taşı, fırlatıvermiş beş yaşındaki çocuğun başına. Dikiş atmışlar, hastaneden yeni dönmüş. Ramazan görünce heyheylenmesin diye şimdiden haber ediyor. Ramazan’ın kalbi burkuluyor, artık başı dikişli oğluna mı, kahrını çeken Elfide’nin şefkatine mi, yoksa iki gündür haber alamadığı birini kaderinin başköşesine oturttuğuna mı, orası bilinmez.
“Ben dolmuşa çıkacağım biliyorsun, öncesinde geleyim mi?” diyor.
Karşıdan gelen ses sakinleştiriyor onu:“Sen işinden gücünden kalma hiç. İyiyiz biz, di mi oğlum?” Cılız bir, “İyiyim” işitiliyor karşı taraftan.“İyi bari, gece görürüm oğlumu” diyor Ramazan.
Aybüke İlgin bütün dikkatini genç kadına vererek bakıyor. İlayda tedirgin hissediyor kendisini. Kadının deminden beri anlattıkları kendisinin farkında olduğu durumlar zaten. Elinden geleni yapacağını biliyor. Ama kadın yedi/yirmi dört kendine ait birini istiyor. Bu işi hakkıyla yapıp yapamayacağından emin değil İlayda. Kadının saçsız başına bakmamak için kendini zor tutuyor ve özellikle gözlerine bakmaya çalışıyor.
Aybüke İlgin, varoluşunu mahcubiyet ya da alçak gönüllülük üzerine temellendirmemesi gerektiğini öğreneli çok oluyor. Memleketin hamurunun gösteriş üzerine yoğrulduğunu ve seyircilerinin bütün gösterişi sevenlerde var olduğunu sandıkları şeylerin aslında yarım yamalak, eksik, hatalı olduğunu bilecek yaşta. Gösterişi sevenler ve gösterişli yaşamı seçenler, Doğulu bilgeliğin çok uzağında, büyük bir ciddiyet ve asık suratla kurdukları kerameti kendinden menkul varlıklarını defalarca taklit ederek, yaşadıkları şaşaalı hayata özenenleri kendilerine biat ettirmekle meşguller. Bu yükselen değerin günümüzde en geçerli akçe olduğunu anladığı andan beri de çok rahat Aybüke İlgin. İlayda’nın üzerinde kurduğu baskıdan memnun, dimdik oturduğu josefinin zümrüt yeşili kadifesini elleriyle düzelterek gülümsüyor.
“Şimdi birbirimizi daha iyi anladık mı?” diyor kendinden en emin haliyle. Bu gibi anlar Aybüke İlgin’in en sevdiği zaman dilimleri. Çünkü karşısındaki yapımcının, hizmetlinin, akrabasının ya da arkadaşının üzerinde mutlak bir hâkimiyeti olduğunu hissettiği an, şu yaşına dek geçirdiği yılların hiçbiri boşa gitmemiş oluyor onun için. En acımasız tutumlarla karşılaştığı yılların acısını çıkarıyor bu gibi durumlarda.
“Elbette” diyor İlayda. Sesindeki gergin, her an kopacakmış gibi duran bir telin titreyişine engel olamıyor.
“Yesenize biraz!”
İlayda biraz önce evde çalışan genç bir kızın getirip önüne bıraktığı ıspanaklıpeynirli kiş’e dokunmuyor önce. Çatalı tabağın içinde duruyor. İlayda tam çatalı eline aldığında aniden nereden çıkıp geldiği belli olmayan bir Siyam kedisi koltuğunun yanından doğrulup iki patisini ağır ağaç sehpaya dayıyor, minik pembe burnunu kiş’e yaklaştırıp koklamaya başlıyor. İlayda ne yapacağını bilemiyor. Ama Aybüke İlgin yan tarafındaki bir gazeteyi alıp kediye doğru fırlatıyor. Gazete kedinin arka ayağına çarpınca hayvan can havliyle kendini kanepenin yanına atıyor.
“Çok seviyorum, ama eğitmek mümkün değil!” diyor Aybüke öfkeli bir sesle. Sonra kişiliğinin aniden ortaya çıkardığı ters yönünü yumuşatmak istermişçesine, dudaklarını büzüp kediyi çağıran “ssss” diye bir ses çıkarıyor. Kedi oralı değil. “Susammmm” diye tatlı bir mırıltıyla Siyam’ı ikna ediyor Aybüke İlgin. Kedi çıkıp nazlı nazlı salınarak geliyor yanına. Josefinin üzerine tek hamlede sıçrayıp en alışkın haliyle kıvrılıveriyor köşesine. İlayda kedinin koklamadığı tarafından kiş’i bölüyor ve ufak bir lokmayı ağzına atıyor.
“O halde anlaştık. Sabah yedi otuzda işbaşı yapacaksınız. Gece saat yirmi ikiye kadar uğraşmamız gereken konular, toplantılar vesaire olacak. Pazar günleri serbestsiniz. Ancak gerektiği takdirde pazarları da çalışmak durumunda kalabilirsiniz. Sizin bir sorunuz var mı?”
İlayda’nın boğazındaki lokma büyüyor. Aniden tabağı yere fırlatıp atmak ve kadının suratına bir tokat vurup çıkmak geliyor içinden. Ama bunu yapmayacak kadar sağduyusu halen var. Durumu net olarak anlamış ve kabullenmiş bir edayla başını hafifçe öne eğip gözlerini kırpıştırıyor.
Genç kadının bu munis tavrının altında yatan isyankâr hali merak ediyor Aybüke İlgin. Karşısındaki genç kadın ona daha önce kendi yaptığı programlardan birine konuk olarak katılan bir kızı hatırlatıyor. Dudakları dünyaya isyanla kıvrılmış kızın programdaki rahatlığından ve dünyaya müdana etmeyen tavrından dolayı neredeyse kızı linç edecek kıvama gelen seyirciler düşüyor aklına. “Ne kadar kolay!” diye düşünüyor, “Birini linç etmek bu memlekette ne kadar kolay!” Programda, kulisten güç bela çıkmayı kabul eden kız, o günün diğer konuğu olan din adamına bir soru soruyor: “Hamilelik esnasında göbeğime piercing yaptırsam günah mı?” Ortalık derin bir sessizliğe gark oluyor. Din adamı, “Şaka mı yapıyorsunuz?” gibisinden bakıyor Aybüke İlgin’e. O ise durumdan memnun, konuk olan kız tabiatı gereği ortalığı kızıştırmak için sağlam bir aday. “Tabii, önce hamile kaldığım için evlenmezsem günah mıdır, onu sormalıyım!” diyor kız ve ortalık bir anda karışıyor. Stüdyonun güvenliği dışarıdan destek istiyor olayları yatıştırmak için. Aybüke İlgin, kızı psikiyatrik tedavisine destek vermek için o gün çağırdıklarını söyleyerek tepkileri göğüslüyor. Reytinglerde program ilk sıraya taşınıyor böylelikle. Sonra da Radyo Televizyon Üst Kurulu’ndan büyük bir para cezası alıyorlar. Gene de Aybüke İlgin’in kariyeri açısından bu riski aldığına değiyor.
“Kolunuzdaki sargının nedeni ne?” diyor Aybüke İlgin, karşısındaki bakışları buğulanan genç kadına.
Lokmasını çiğneyip yutan İlayda bir anda kendisinin de nasıl olduğunu çözemeyeceği bir biçimde konuşmaya başlıyor:
“Geçen haftaki ürkütücü sağanak sırasında, çalıştığım iş yerinde cam tavan çöküyor. Camları kolumdan çıkarırlarken çok canım yanıyor, bağırıyorum. Ama beni asıl şaşırtan şey, hepsinin içinden akıp geçen bir adam var. Çok sıradan, basit, uyuşuk bir adam.”
İlayda zemberekten boşalmışçasına anlatırken gülmeye başlıyor. Aslında kendi başına gelenlere kendisi de inanamıyor. Özellikle Üçüncü Dünya ülkeleri için hazırlanan kötü ve ucuz bir Netflix dizisinin en berbat bölümünü izliyormuş gibi hissediyor kendisini. Çekimler kalitesiz, prodüksiyon yerlerde ve figürasyon facia. Hele de adamın yavaş yavaş renklerinin ve organlarının iç içe geçmesi, akabinde saydamlaşması, bütün bunlar yetmiyormuş gibi B sınıfı kıyamet filmlerinin iklim krizi sahnelerini çağrıştıran o korkunç sağanak ve üzerine camların yağması ânındaki garip sarmalın içinde yitme duygusu korkunç! Sonra da kolundaki ani ve keskin acı. Hepsi ama hepsi, garip bir kitabın okundukça silinen satırları gibi. Ama bu defa olayların sırasını, kendi öznel tarihinin kronolojisini değiştirerek, konunun anlaşılmasına olanak vermeyen bir anakronizmle anlatıyor. Dışarıdan onu dinleyen birinin meselenin gidişatını ve anlatıcının neden bu duruma geldiğini anlaması mümkün değil. Sadece parça parça kelimeler çıkıyor. Elbette anlamı var her birinin; ancak her kelimeyi birleştirip bir anlam dizgesi kurmak tamamıyla karşısındaki kişiye kalıyor. Aybüke İlgin’in de bunca kargaşada asla böyle bir işe zaman ya da emek harcamaya niyeti yok. İlayda bunları anlatırken bir yandan gülüyor, bir yandan da gözlerinden akan yaşlara hâkim olamıyor. Aslında, o an kendini çözemiyor. Hep kendini çözümlemekle, yaşadığına bir ad koymakla geçen genç ömrü için bunun ne büyük bir facia olduğunu İlayda göremezken, Aybüke İlgin ilk bakışta çözümlüyor durumu.
Aybüke İlgin anlatılan hikâyeyi hiçbir biçimde anlamadan bakıyor genç kadının yüzüne. İlayda bir çeşit transa girmiş gibi anlatıyor olan biteni. Aybüke İlgin’in yüzünde herhangi bir ifade yok. Ne zaman tehlikeli bir durumla karşı karşıya olduğunu anlarsa yüzündeki bütün anlamlar donar. Deprem ânında da, tehlikeli bir mahlukla karşı karşıya kaldığında da durum böyle. O anda, aslında hiç tanımadığı ama sırf iyi bir referansı var diye çağırdığı bir kadını evin bu kadar içine aldığı için pişman. Karşısındaki genç kadını fazla ürkütmeden ya da garip bir şey yapmasına mahal vermeden gayet serinkanlı bir biçimde evden ve hayatından çıkarmak zorunda. Zaten birazdan makyaj ekibi gelir. O sırada gelmelerinin iyi olacağını düşünüyor. En azından onları bahane ederek yanında birileri varken, bu kadını evden kolayca gönderir.
O an için ne çare ki emektar hizmetçisi Nemika yukarıda, ikinci kat salonunda toz alıyor. Şu anda çağırsa duymaz. Zaten o kadar yaşlı ki basamakları zar zor inip çıkıyor. Keşke şu an çıkıp gelse diye düşünüyor. Aşağıdaki kızlardan birini çağırmaktan başka çaresi yok. Bu sırada karşısındaki genç kadının sadece ağzını açıp kapadığını görüyor. Bir şeyler anlatırmış gibi davranıyor, gülüyor; ama hiç ses gelmiyor kadından. Aybüke İlgin, kadını neden duyamadığını düşünüyor bir an.
İlayda biraz rahatlamış gibi. Sakinleşmiyor henüz. Ama suya atılan taşın yarattığı halkaların yavaş yavaş azalması, dairesel dalgacıkların dinip suyun eski, rüzgâr bekleyen pürüzsüz yüzeyine kavuşması gibi bir sükûnet haline bürünüyor.
Aybüke İlgin, durumu çabuklaştırmak istiyor. “Evet, şimdi elbette başka birtakım görüşmelerimiz de var bu personel konumuyla ilgili” diyor. “Hepsini sonra bir sonuca bağlayıp size döneceğiz.”
İlayda karşısındaki kadının ağzını hareket ettirdiğini görüyor. Bir yandan da bir şeyler anlatıyor gibi, ama hiç ses gelmiyor. Daha önce bunun nerede başına geldiğini hatırlamaya çalışıyor. Bu sırada gülüyor devamlı. Kadının çizgi kaşlarının aşağı doğru aktığını görüyor. Sonra biçimli ve güzel dudakları şekil değiştirerek burnuna doğru kayıyor, gözleri yanaklarının altında duracak bir yer ararmışçasına birbirine çarpıyor. Daha fazla dayanamıyor İlayda, gülerek oturduğu yerden kalkıyor. Aybüke İlgin, kızın neden doğrulduğunu anlamıyor, paniğini belli etmemeye çalışarak ayağa kalkıyor. Ancak, kadın ayağa kalkarken görüntüsü dalgalanıyor, vücudunun farklı bölgelerinden gelen cızırtıları işitiyor İlayda. Bütün bu yaşadıkları çok gülünç geliyor ona.
İlayda gülmemesi ve kibar davranması gerektiğini hatırlıyor bir an için. Susup kadına elinden geldiğince saygıyla bakmaya çalışıyor. Kadının artık saydamlaşmaya başlamasını görmezden gelmesi gerekiyor. Aybüke İlgin’e baktığında arkasındaki kırlent, desenlerine varıncaya dek seçiliyor vücudunun üzerinden. Artık buradan uzaklaşması gerektiğini anlıyor İlayda. Yüzüne en zarif gülümsemesini yerleştirerek “İyi gün...” diyor, “Ben işi... edemem!”
Elini uzatmıyor karşısındaki figüre. Gitgide amorf bir hal almaya başlayan siluetten uzaklaşıyor. Salondan, antreden, sokak kapısından, dünyanın bütün kapılarından aynı anda çıkıyor İlayda. Merdivenden iniyor.
Ferah, kapanan kapının sesini duyup antreye çıkıyor. Çevresine bakınıyor. Biraz önce gelen kızın gitmiş olabileceğini düşünüyor. Bir de bu kıza hizmet edip yiyecekle çay taşıyorlar. Bazen Aybüke Hanım’ı anlamak mümkün değil. Birazdan yeni misafirler gelir. Aşağıyı hazırlamak, tabakları almak için salona geçiyor Ferah. Salonda kimseyi görmüyor. Ferah içinden söylenerek tabağı toplarken Siyam kedisi Susam bir anda Aybüke İlgin’in oturduğu josefine sıçrayıp oturuyor, mırıl mırıl patilerini yalamaya başlıyor. Ferah kimsenin görmeyeceğinden emin olduktan sonra öfkeyle kedinin arkasına bir şaplak atıyor. Hayvan şikâyetçi bir miyavlamayla fırlıyor yerinden, ama son anda dönüp Ferah’ın eline attığı tırmıkla küçük bir çizik bırakıyor. Ferah miyavlamaya benzer bir tonda, “Ayyy!” diyor elini ağzına götürürken, “Geberesice! Sıçan kılıklı bok!”
Güvenlik kulübesindeki mesaisine başlayan Fevzi, önünden kendi kendine gülerek geçen kıza bakıyor. Aybüke İlgin’in yanından ilk defa bu kadar mutlu ve eğlenerek çıkan birini gördüğü için şaşkın. Ramazan’ın ilkokul çocuğu yazısına benzeyen harflerinden kızın adının “İlayda” olduğunu okuyor. “Vay be, İlayda’ya bak! İlik gibi ama Aybüke Hanım kafayı yedirmiş kıza!”
Emirgân’da aşağı parka inen caddeden yürüyor İlayda. Solgun bir güneş var dışarıda. Keyifli olmak için yeterli bir neden. Eskiden beri böyle hissetmez, ama bu defa bir hafiflik var. “Dünya, ona boş verdiğinde ya da onu seversen güzel bir yer” diye düşünüyor. Ama bunu düzenli bir cümle kuruluşuyla düşünemiyor. Sadece “boş, sev, güzel” dizgesi geliyor aklına. Dünya kelimesi hatırına bir türlü gelmiyor. Gülümsüyor.
Emirgân’ın aşağı tarafında denizden geçen bir gemiye bakıyor. Gemi alt hizadaki evlerin çatıları üzerinden geçip gidiyor sanki. Kiremitlerin üzerinden akarak geçen bir demir yığını ve onunla İlayda’nın arasında gemiyi meraklı gözlerden saklamak üzere önüne siper olmuş, çatılara tünemiş kumrular, güvercinler, kargalar, martılar ve bir kuzgun. İlayda kafasını karıştırmak istemiyor daha fazla. Bugün belki de hayatının en güzel günü. Eve dönmeyeceğini de biliyor artık.
(s. 203-214)
•