"Belki de hayatının en güzel günü"

Özen Yula'nın kısa bir süre sonra Doğan Kitap'tan basılacak olan Her Zerre Kara adlı romanından kısa bir bölümü Tadımlık olarak sunuyoruz...

16 Ocak 2021 17:51

Aybüke İlgin her zaman dışarıdan nasıl göründüğünün farkında. Solgun güzelliği ile halsiz, mesafeli ve dikkatli gö­ründüğünü biliyor. Kendisinden emin bir tavırla az önce, öz­geçmişinde fotoğrafını gördüğü kızın cismine bakıyor o an.

“Hoş geldiniz” diyor, “Demek İlayda sizsiniz!”

“Evet, efendim” diyor İlayda ayağa kalkarak; bir adım uzaklaşıyor koltuğundan.

“Oturun İlayda. İşin gereklerini ben size anlatacağım. Bili­yorsunuz, bir rahatsızlık geçiriyorum.”

“Evet, efendim” diyor İlayda kurulmuş gibi. Kadının ge­çirdiği ciddi hastalığın emarelerini arıyor Aybüke İlgin’in yü­zünde. Gerçekten bitkin, uykusuz ve gergin görünüyor kadın. “Büyük geçmiş olsun. Bir an önce şifanıza kavuşmanızı dile­rim. Sizin için dua ettim, biliyor musunuz?”

İlayda kurulmuş bebek gibi konuşurken gitgide saçmaladı­ğının farkına varıyor. Soğukkanlı haline ne olduğunu soruyor kendisine. Sonra karşısındaki kaçın kurası olduğunu çok net anladığı kadına kendisiyle ilgili daha fazla ipucu vermek istemediğinden hemen susuyor.

Aybüke İlgin, karşısındaki kendisine hayran olduğunu gös­termeye çabalayan, ama aslında yeni iş imkânından başka bir şey düşünmeyen kızın gözlerinin derinine bakıyor. Biliyor ki herhangi bir göz, derinliklerinde bir başkasından saklanamaz. Orada çok kibirli, korkmuş, çocuk ve kadın enerjisinde bir var­lık görüyor. Son derece rahatlıkla yalan söyleyebilen, insanla­rı ne kadar incitebileceğinin farkında olmayan bir kız bu. Zaten incitip incitmemesi de önemli değil onun için. Bir hedefi varsa ona doğru yürüyen cinsten. Çünkü asıl amacı toplum­sal trendleri belirleyen insanlarla tanışıp kaynaşmak, ileride onlardan biri olabilmek. Kızın yüzünden okunuyor bu. Aybü­ke İlgin’in yüzünde onu anladığını belli eden bir gülümseme var. Çünkü bu kız ona çok eski bir kendisini hatırlatıyor. Ama bir farkla: kendisi iyi olmaya çabalar, buna özen gösterir. Oysa bu kız, aklını yitirmediği müddetçe her türlü kötülüğü rahat­ça yapabilir ve herhangi bir insana onun acı çekmesini sağla­yacak durumları reva görebilir.

İkisi de aynı anda aklından, “Kadın, kadının kurdudur” diye geçiriyor. Yüzlerinde aynı anda garip birer tebessüm beliriyor.

 

Ramazan gece vardiyasından çıkınca yeni güne yorgun başlıyor. Ne de olsa Aybüke Hanım aylardır ilk kez eve sa­baha karşı dönüyor. Eskiden olsa bu, Ramazan’ın geceyi tamamıyla uyanık ve tetikte geçirmesi anlamına gelir. Ama şimdi bir anlam teşkil etmiyor. Çünkü Ramazan uyuyacak bir ruh halinde değil. Oysa gün ortasında ikinci işine gitmek için dinlenmiş olması gerekiyor. İstanbul denilen bu ülkede geçinmenin başka yolunun olmadığını düşünüyor Ramazan. Güngören’de iki odalı bir evde yaşıyorlar ailece. Ramazan’ın çocukluğunda dünyadan kopmuş, her yerden ve her şeyden bağımsızmış gibi görünen bu ilçe zamanla şehrin ortaların­daki yerleşim yerlerinden birine dönüşüyor. Bir gün öncesi itibariyle otuz yaşından gün alan Ramazan, haftalık nöbet çizelgesini gözden geçirirken, Elfide’nin çocuklara çoktan kah­valtıyı yaptırmış olduğunu, şimdi anası Hadice’nin vücudu­nu ıslak sabunlu elbezleriyle sildiğini, Hadice’nin sünger yı­ğını gibi üst üste binen yağ katmanlarının birer birer terin­den, arada fazla hareket etmemekten kaynaklanan yaraları­nın ufunetli halinden arındığını, kadının rahat bir nefes al­dığını evdeymişçesine hissediyor. Elfide muhkem kadın. Al­tı yıllık evliler. Ramazan onu annesinin halini bilerek ve ka­bullenerek aldı. Elfide, önce anasına bakar, sonra çocukları­na ve kocasına. Bu yaşam biçimi en baştan böyle kuruluyor ikili arasında. Elfide’nin dört örüklü kumral saçlarına, iri ela gözlerine merhamet eder Ramazan. İyi bir insan bulmak zor olduğu için seçiyor Elfide’yi. Ama “Kara sevda dediğin baş­ka bir şey olmalı” diye düşünüyor bazen. İki aydır da “Ka­ra sevda nedir?” sorusunun cevabını bulmuş vaziyette yaşı­yor. Şimdi bunları düşünmenin sırası değil onun için. Zaten uykusuz geçen geceden sonra daha fena olmak istemiyor. O sabah Aybüke İlgin’in otomobilini içeri aldıktan sonra, erken saatte Emirgân sahilindeki Hamid­i Evvel Camii’nin ezanını duyunca uzun zamandır göz ardı ettiğini hatırlayıp abdesti­ni alıyor, kulübede rükûya varıyor. İçini farklı bir huzur kap­lıyor. Var olduğunu hissetmenin verdiği bir huzur ama için­ de çok derinlerde bir kara sevda huzursuzluğu. Bir an önce bu düşüncelerden sıyrılmak zorunda. Kulübeden çıkıp biraz hava alsa iyi olur. Sabahın erken saatinden beri kendini uya­nık tutmak için demli çay içiyor. Birazdan nöbet teslim saati gelir. Kalender Abisinden alması gerek minibüsü. Sonra dol­muş hattında sıra başına geçip çalışmaya başlar zaten. Fe­rah Abla çay getiriyor içeriden.

“Vallaha midemde çay ağacı çıkacak abla” diyor Ramazan. Gene de kısa bir tereddütten sonra uzanıp çayı alıyor.

“Rahat uyuyamadın gece. Aybüke Hanım çok geç dönünce öyle oluyor işte” diyor Ferah Abla.

“Uzun zamandır ilk defa oluyor bu” diyor Ramazan çaydan ilk yudumu alırken.

“Nereye gitmiş ki Aybüke Hanım?” diyor Ferah Abla me­rakla.

“Bilmiyorum abla, dışarı bir toplantıya, davete filan git­miş herhalde” diyor Ramazan. Ferah Abla’nın bu üsteleme­sinden hiç hoşlanmıyor. Ama Ferah Abla soruyu da üsteler, çayla kek getirmeyi de.

“Şoför bir şey demiyor mu?”

“Abla, Bilal’den haberim yok benim. Bir keresinde otomo­bilin motorundaki arızayı düzelttim diye benden hiç hoşlan­mıyor. Yerine geçmek istediğimi sanıyor. Olur mu öyle şey yav! O benden kıdemli burada. Hem ben ekstradan minibüse çıkıyorum. Şahıs şoförlüğüyle bir işim olmaz ki benim!”

“E, tamam be evladım, beş kuruş verdik konuşturduk, on kuruş verdik susturamadık seni de!” diyor gülerek Ferah Ab­la. Bilmediği havadisleri öğrenememenin getirdiği hayal kı­rıklığını Ramazan’dan çıkarmak istemiyor. Bir solukluk ara verip yeni bir gayretle girişiyor lafa:

“Bu gelen kız kim? Böyle bir karış boyuyla meymenetsiz bir şey.”

“İş görüşmesine gelmiş abla.”

“Maazallah burada işe girerse durum fena. Sıçan gibi bir kız, herkesi fitfitler bu.”

“O ne be abla?”

“Fitne fücur bu, herkesi ispiyonlar; bu anasının gözü, bak görürsün. Ferah Ablam demişti dersin” deyip boş bardağı alarak uzaklaşıyor.

“Ablam sen de çok yorma kendini” diye bağırıyor arkasın­dan Ramazan. Merdivenlere gelmeden duruyor Ferah Abla.

“Yok be, yoracak bir şey yok! Ama bu tozlar felaket. Evi ka­palı da tutsan toz yağıyor. Çözemiyorum ben. Nasıl olur da bu kadar çok toz iner bu dünyaya!”

Ramazan, mesaisini bitirip çıkmak için kulübeye giriyor, toparlanmaya başlıyor. O sırada cebi çalıyor. Geceden beri göz atmamaya çalıştığı telefonun sesini duyunca kalbi hop ediyor aniden, kan şakaklarına kadar çıkıyor. Kafasının için­de bir sağanaktır başlıyor. Önce durup bekliyor, derin bir ne­fes alıyor. Sonra telefona bakıp bakmamak arasında ikilem­de kalıyor. Bir “B” harfli isim görse kalbi yerinden oynayacak biliyor. Ama gene de kalbini dinliyor. Telefon ekranında alış­kın olduğu “Elfide” adını görünce kalbi yardan atılmış bir ka­ya gibi, bulanık suyun en derinine doğru inmeye başlıyor. Se­sine sakin bir ton vererek açıyor cebini.

“Hayırdır Elfide?”

Elfide sakin ve duru bir sesle mahallede oyun oynarlarken küçük oğlanın kafasına taş geldiğini anlatıyor. Arkadaşı al­mış yerdeki taşı, fırlatıvermiş beş yaşındaki çocuğun başına. Dikiş atmışlar, hastaneden yeni dönmüş. Ramazan görün­ce heyheylenmesin diye şimdiden haber ediyor. Ramazan’ın kalbi burkuluyor, artık başı dikişli oğluna mı, kahrını çeken Elfide’nin şefkatine mi, yoksa iki gündür haber alamadığı bi­rini kaderinin başköşesine oturttuğuna mı, orası bilinmez.

“Ben dolmuşa çıkacağım biliyorsun, öncesinde geleyim mi?” diyor.

Karşıdan gelen ses sakinleştiriyor onu:“Sen işinden gücünden kalma hiç. İyiyiz biz, di mi oğlum?” Cılız bir, “İyiyim” işitiliyor karşı taraftan.“İyi bari, gece görürüm oğlumu” diyor Ramazan.

 

Aybüke İlgin bütün dikkatini genç kadına vererek bakıyor. İlayda tedirgin hissediyor kendisini. Kadının deminden beri anlattıkları kendisinin farkında olduğu durumlar zaten. Elin­den geleni yapacağını biliyor. Ama kadın yedi/yirmi dört ken­dine ait birini istiyor. Bu işi hakkıyla yapıp yapamayacağın­dan emin değil İlayda. Kadının saçsız başına bakmamak için kendini zor tutuyor ve özellikle gözlerine bakmaya çalışıyor.

Aybüke İlgin, varoluşunu mahcubiyet ya da alçak gönüllü­lük üzerine temellendirmemesi gerektiğini öğreneli çok olu­yor. Memleketin hamurunun gösteriş üzerine yoğrulduğu­nu ve seyircilerinin bütün gösterişi sevenlerde var olduğunu sandıkları şeylerin aslında yarım yamalak, eksik, hatalı ol­duğunu bilecek yaşta. Gösterişi sevenler ve gösterişli yaşa­mı seçenler, Doğulu bilgeliğin çok uzağında, büyük bir ciddi­yet ve asık suratla kurdukları kerameti kendinden menkul varlıklarını defalarca taklit ederek, yaşadıkları şaşaalı haya­ta özenenleri kendilerine biat ettirmekle meşguller. Bu yük­selen değerin günümüzde en geçerli akçe olduğunu anladı­ğı andan beri de çok rahat Aybüke İlgin. İlayda’nın üzerinde kurduğu baskıdan memnun, dimdik oturduğu josefinin zümrüt yeşili kadifesini elleriyle düzelterek gülümsüyor.

“Şimdi birbirimizi daha iyi anladık mı?” diyor kendin­den en emin haliyle. Bu gibi anlar Aybüke İlgin’in en sevdi­ği zaman dilimleri. Çünkü karşısındaki yapımcının, hizmet­linin, akrabasının ya da arkadaşının üzerinde mutlak bir hâkimiyeti olduğunu hissettiği an, şu yaşına dek geçirdiği yılların hiçbiri boşa gitmemiş oluyor onun için. En acımasız tutumlarla karşılaştığı yılların acısını çıkarıyor bu gibi du­rumlarda.

“Elbette” diyor İlayda. Sesindeki gergin, her an kopacak­mış gibi duran bir telin titreyişine engel olamıyor.

“Yesenize biraz!”

İlayda biraz önce evde çalışan genç bir kızın getirip önüne bıraktığı ıspanaklı­peynirli kiş’e dokunmuyor önce. Çatalı ta­bağın içinde duruyor. İlayda tam çatalı eline aldığında ani­den nereden çıkıp geldiği belli olmayan bir Siyam kedisi kol­tuğunun yanından doğrulup iki patisini ağır ağaç sehpaya dayıyor, minik pembe burnunu kiş’e yaklaştırıp koklamaya başlıyor. İlayda ne yapacağını bilemiyor. Ama Aybüke İlgin yan tarafındaki bir gazeteyi alıp kediye doğru fırlatıyor. Ga­zete kedinin arka ayağına çarpınca hayvan can havliyle ken­dini kanepenin yanına atıyor.

“Çok seviyorum, ama eğitmek mümkün değil!” diyor Ay­büke öfkeli bir sesle. Sonra kişiliğinin aniden ortaya çıkardı­ğı ters yönünü yumuşatmak istermişçesine, dudaklarını bü­züp kediyi çağıran “ssss” diye bir ses çıkarıyor. Kedi oralı de­ğil. “Susammmm” diye tatlı bir mırıltıyla Siyam’ı ikna ediyor Aybüke İlgin. Kedi çıkıp nazlı nazlı salınarak geliyor yanına. Josefinin üzerine tek hamlede sıçrayıp en alışkın haliyle kıv­rılıveriyor köşesine. İlayda kedinin koklamadığı tarafından kiş’i bölüyor ve ufak bir lokmayı ağzına atıyor.

“O halde anlaştık. Sabah yedi otuzda işbaşı yapacaksınız. Gece saat yirmi ikiye kadar uğraşmamız gereken konular, toplantılar vesaire olacak. Pazar günleri serbestsiniz. Ancak gerektiği takdirde pazarları da çalışmak durumunda kalabi­lirsiniz. Sizin bir sorunuz var mı?”

İlayda’nın boğazındaki lokma büyüyor. Aniden tabağı ye­re fırlatıp atmak ve kadının suratına bir tokat vurup çıkmak geliyor içinden. Ama bunu yapmayacak kadar sağduyusu ha­len var. Durumu net olarak anlamış ve kabullenmiş bir eday­la başını hafifçe öne eğip gözlerini kırpıştırıyor.

Genç kadının bu munis tavrının altında yatan isyankâr hali merak ediyor Aybüke İlgin. Karşısındaki genç kadın ona daha önce kendi yaptığı programlardan birine konuk olarak katılan bir kızı hatırlatıyor. Dudakları dünyaya isyanla kıv­rılmış kızın programdaki rahatlığından ve dünyaya müda­na etmeyen tavrından dolayı neredeyse kızı linç edecek kı­vama gelen seyirciler düşüyor aklına. “Ne kadar kolay!” di­ye düşünüyor, “Birini linç etmek bu memlekette ne kadar ko­lay!” Programda, kulisten güç bela çıkmayı kabul eden kız, o günün diğer konuğu olan din adamına bir soru soruyor: “Ha­milelik esnasında göbeğime piercing yaptırsam günah mı?” Ortalık derin bir sessizliğe gark oluyor. Din adamı, “Şaka mı yapıyorsunuz?” gibisinden bakıyor Aybüke İlgin’e. O ise du­rumdan memnun, konuk olan kız tabiatı gereği ortalığı kı­zıştırmak için sağlam bir aday. “Tabii, önce hamile kaldı­ğım için evlenmezsem günah mıdır, onu sormalıyım!” diyor kız ve ortalık bir anda karışıyor. Stüdyonun güvenliği dışarı­dan destek istiyor olayları yatıştırmak için. Aybüke İlgin, kızı psikiyatrik tedavisine destek vermek için o gün çağırdıkları­nı söyleyerek tepkileri göğüslüyor. Reytinglerde program ilk sıraya taşınıyor böylelikle. Sonra da Radyo Televizyon Üst Kurulu’ndan büyük bir para cezası alıyorlar. Gene de Aybüke İlgin’in kariyeri açısından bu riski aldığına değiyor.

“Kolunuzdaki sargının nedeni ne?” diyor Aybüke İlgin, karşısındaki bakışları buğulanan genç kadına.

Lokmasını çiğneyip yutan İlayda bir anda kendisinin de nasıl olduğunu çözemeyeceği bir biçimde konuşmaya başlı­yor:

“Geçen haftaki ürkütücü sağanak sırasında, çalıştığım iş­ yerinde cam tavan çöküyor. Camları kolumdan çıkarırlarken çok canım yanıyor, bağırıyorum. Ama beni asıl şaşırtan şey, hepsinin içinden akıp geçen bir adam var. Çok sıradan, basit, uyuşuk bir adam.”

İlayda zemberekten boşalmışçasına anlatırken gülmeye başlıyor. Aslında kendi başına gelenlere kendisi de inanamı­yor. Özellikle Üçüncü Dünya ülkeleri için hazırlanan kötü ve ucuz bir Netflix dizisinin en berbat bölümünü izliyormuş gi­bi hissediyor kendisini. Çekimler kalitesiz, prodüksiyon yer­lerde ve figürasyon facia. Hele de adamın yavaş yavaş renk­lerinin ve organlarının iç içe geçmesi, akabinde saydamlaş­ması, bütün bunlar yetmiyormuş gibi B sınıfı kıyamet film­lerinin iklim krizi sahnelerini çağrıştıran o korkunç sağanak ve üzerine camların yağması ânındaki garip sarmalın için­de yitme duygusu korkunç! Sonra da kolundaki ani ve kes­kin acı. Hepsi ama hepsi, garip bir kitabın okundukça sili­nen satırları gibi. Ama bu defa olayların sırasını, kendi öznel tarihinin kronolojisini değiştirerek, konunun anlaşılmasına olanak vermeyen bir anakronizmle anlatıyor. Dışarıdan onu dinleyen birinin meselenin gidişatını ve anlatıcının neden bu duruma geldiğini anlaması mümkün değil. Sadece parça par­ça kelimeler çıkıyor. Elbette anlamı var her birinin; ancak her kelimeyi birleştirip bir anlam dizgesi kurmak tamamıy­la karşısındaki kişiye kalıyor. Aybüke İlgin’in de bunca kargaşada asla böyle bir işe zaman ya da emek harcamaya niye­ti yok. İlayda bunları anlatırken bir yandan gülüyor, bir yan­dan da gözlerinden akan yaşlara hâkim olamıyor. Aslında, o an kendini çözemiyor. Hep kendini çözümlemekle, yaşadığına bir ad koymakla geçen genç ömrü için bunun ne büyük bir fa­cia olduğunu İlayda göremezken, Aybüke İlgin ilk bakışta çö­zümlüyor durumu.

Aybüke İlgin anlatılan hikâyeyi hiçbir biçimde anlama­dan bakıyor genç kadının yüzüne. İlayda bir çeşit transa girmiş gibi anlatıyor olan biteni. Aybüke İlgin’in yüzünde herhangi bir ifade yok. Ne zaman tehlikeli bir durumla kar­şı karşıya olduğunu anlarsa yüzündeki bütün anlamlar do­nar. Deprem ânında da, tehlikeli bir mahlukla karşı karşıya kaldığında da durum böyle. O anda, aslında hiç tanımadı­ğı ama sırf iyi bir referansı var diye çağırdığı bir kadını evin bu kadar içine aldığı için pişman. Karşısındaki genç kadını fazla ürkütmeden ya da garip bir şey yapmasına mahal ver­meden gayet serinkanlı bir biçimde evden ve hayatından çı­karmak zorunda. Zaten birazdan makyaj ekibi gelir. O sıra­da gelmelerinin iyi olacağını düşünüyor. En azından onları bahane ederek yanında birileri varken, bu kadını evden ko­layca gönderir.

O an için ne çare ki emektar hizmetçisi Nemika yukarıda, ikinci kat salonunda toz alıyor. Şu anda çağırsa duymaz. Za­ten o kadar yaşlı ki basamakları zar zor inip çıkıyor. Keşke şu an çıkıp gelse diye düşünüyor. Aşağıdaki kızlardan birini ça­ğırmaktan başka çaresi yok. Bu sırada karşısındaki genç ka­dının sadece ağzını açıp kapadığını görüyor. Bir şeyler anlatır­mış gibi davranıyor, gülüyor; ama hiç ses gelmiyor kadından. Aybüke İlgin, kadını neden duyamadığını düşünüyor bir an.

İlayda biraz rahatlamış gibi. Sakinleşmiyor henüz. Ama suya atılan taşın yarattığı halkaların yavaş yavaş azalma­sı, dairesel dalgacıkların dinip suyun eski, rüzgâr bekleyen pürüzsüz yüzeyine kavuşması gibi bir sükûnet haline bürü­nüyor.

Aybüke İlgin, durumu çabuklaştırmak istiyor. “Evet, şim­di elbette başka birtakım görüşmelerimiz de var bu personel konumuyla ilgili” diyor. “Hepsini sonra bir sonuca bağlayıp size döneceğiz.”

İlayda karşısındaki kadının ağzını hareket ettirdiğini gö­rüyor. Bir yandan da bir şeyler anlatıyor gibi, ama hiç ses gelmiyor. Daha önce bunun nerede başına geldiğini hatırlamaya çalışıyor. Bu sırada gülüyor devamlı. Kadının çizgi kaş­larının aşağı doğru aktığını görüyor. Sonra biçimli ve güzel dudakları şekil değiştirerek burnuna doğru kayıyor, gözleri yanaklarının altında duracak bir yer ararmışçasına birbiri­ne çarpıyor. Daha fazla dayanamıyor İlayda, gülerek oturdu­ğu yerden kalkıyor. Aybüke İlgin, kızın neden doğrulduğunu anlamıyor, paniğini belli etmemeye çalışarak ayağa kalkıyor. Ancak, kadın ayağa kalkarken görüntüsü dalgalanıyor, vü­cudunun farklı bölgelerinden gelen cızırtıları işitiyor İlayda. Bütün bu yaşadıkları çok gülünç geliyor ona.

İlayda gülmemesi ve kibar davranması gerektiğini hatır­lıyor bir an için. Susup kadına elinden geldiğince saygıyla bakmaya çalışıyor. Kadının artık saydamlaşmaya başlama­sını görmezden gelmesi gerekiyor. Aybüke İlgin’e baktığında arkasındaki kırlent, desenlerine varıncaya dek seçiliyor vü­cudunun üzerinden. Artık buradan uzaklaşması gerektiğini anlıyor İlayda. Yüzüne en zarif gülümsemesini yerleştirerek “İyi gün...” diyor, “Ben işi... edemem!”

Elini uzatmıyor karşısındaki figüre. Gitgide amorf bir hal almaya başlayan siluetten uzaklaşıyor. Salondan, antreden, sokak kapısından, dünyanın bütün kapılarından aynı anda çıkıyor İlayda. Merdivenden iniyor.

Ferah, kapanan kapının sesini duyup antreye çıkıyor. Çev­resine bakınıyor. Biraz önce gelen kızın gitmiş olabileceği­ni düşünüyor. Bir de bu kıza hizmet edip yiyecekle çay taşıyorlar. Bazen Aybüke Hanım’ı anlamak mümkün değil. Bi­razdan yeni misafirler gelir. Aşağıyı hazırlamak, tabakla­rı almak için salona geçiyor Ferah. Salonda kimseyi görmüyor. Ferah içinden söylenerek tabağı toplarken Siyam kedi­si Susam bir anda Aybüke İlgin’in oturduğu josefine sıçrayıp oturuyor, mırıl mırıl patilerini yalamaya başlıyor. Ferah kim­senin görmeyeceğinden emin olduktan sonra öfkeyle kedinin arkasına bir şaplak atıyor. Hayvan şikâyetçi bir miyavlamay­la fırlıyor yerinden, ama son anda dönüp Ferah’ın eline attığı tırmıkla küçük bir çizik bırakıyor. Ferah miyavlamaya ben­zer bir tonda, “Ayyy!” diyor elini ağzına götürürken, “Gebere­sice! Sıçan kılıklı bok!”

 

Güvenlik kulübesindeki mesaisine başlayan Fevzi, önün­den kendi kendine gülerek geçen kıza bakıyor. Aybüke İlgin’in yanından ilk defa bu kadar mutlu ve eğlenerek çıkan birini gördüğü için şaşkın. Ramazan’ın ilkokul çocuğu yazı­sına benzeyen harflerinden kızın adının “İlayda” olduğunu okuyor. “Vay be, İlayda’ya bak! İlik gibi ama Aybüke Hanım kafayı yedirmiş kıza!”

Emirgân’da aşağı parka inen caddeden yürüyor İlayda. Solgun bir güneş var dışarıda. Keyifli olmak için yeterli bir neden. Eskiden beri böyle hissetmez, ama bu defa bir hafiflik var. “Dünya, ona boş verdiğinde ya da onu seversen güzel bir yer” diye düşünüyor. Ama bunu düzenli bir cümle kuruluşuy­la düşünemiyor. Sadece “boş, sev, güzel” dizgesi geliyor aklı­na. Dünya kelimesi hatırına bir türlü gelmiyor. Gülümsüyor.  

Emirgân’ın aşağı tarafında denizden geçen bir gemiye bakı­yor. Gemi alt hizadaki evlerin çatıları üzerinden geçip gidiyor sanki. Kiremitlerin üzerinden akarak geçen bir demir yığını ve onunla İlayda’nın arasında gemiyi meraklı gözlerden sak­lamak üzere önüne siper olmuş, çatılara tünemiş kumrular, güvercinler, kargalar, martılar ve bir kuzgun. İlayda kafasını karıştırmak istemiyor daha fazla. Bugün belki de hayatının en güzel günü. Eve dönmeyeceğini de biliyor artık.

(s. 203-214)