"Bir filmin kötü olduğu nasıl anlaşılır? Eğer filmin ilk sahnesinden son sahnesine kadar fonda hiç durmadan müzik çalıyorsa o film şüphesiz ki kötü bir filmdir. Çekilmiş bitmiş, kurgusu vesairesi yapılmıştır ancak ön izlemeleri yapan herkesi bir sessizlik almıştır çünkü ‘akmıyordur’ film. Bu aşamada filmi geri çekme şansı da kalmadığı için tabana boydan boya müzik döşenir. Yavan bir yemeği krema, tereyağı ve tuzla gazlayıp yenir yutulur hale getirmek gibi…"
09 Temmuz 2020 19:30
Dude, Dudeness, El Duderino ya da His Dudeness… Onu tanımayan var mı? 1998 yılında Coen Kardeşler’in Big Lebowski filmi sayesinde hayatımıza giren “Dude” karakterinin bu ölçüde kültleşeceğini tahmin edebilir miydik bilmiyorum ama buna şaşırmadığımız kesin. Bugün Dudeism.com adresinde Dudeist bir rahip unvanı alarak tüm dünyadaki 450.000 Dudeistten biri arasına girmek için yapmanız gereken tek şey Dudeizm’in prensiplerini benimsediğinizi onaylamak:
“Hiçbir şeyi fazla kafaya takmayacağıma, tanıştığım herkese dostça yaklaşacağıma ve zihnimi esnek tutacağıma ant içerim.”
Dude’u severiz, Dudeizmden ötürü… Ama azılı bowling rakibi Jesus’ın başımıza işler açacağını bilemezdik. Zira konumuz Big Lebowski’deki birbirinden çarpıcı karakterler geçidi arasında leylak rengi, zehirli bir mücevher gibi parlayan Jesus karakterinden yola çıkılarak yapılan spin-off/uzantı filmi: The Jesus Rolls, 1919.
Bulunduğumuz. coğrafyanın genel eğilimlerine göre bir şeyi beğenmemek kendini yüceltmeye giden en kestirme yollardan biridir. Bir filmi, bir tiyatro oyununu, bir kitabı, bir sergiyi, bir restoranı, bir levreği beğenmemek bu konuda uzmanlık mertebesine erişmek için çoğunlukla yeterlidir. Bir şeyi ne kadar beğenmiyorsanız o kadar bilgili ve yetkin olduğunuzu düşünen kitlelerin gözü önünde, kanlar içindeki avınızı dişlerinizle parçalayarak kendinizi rahatça kanıtlayabilir ve senelerce bunun ekmeğini yiyebilirsiniz. Bana kalırsa sanatsal üretimin şakşakçılığını yapmak da yerden yere vurmak da iticidir ve çoğunlukla eserleri iyi ya da kötü diye değerlendirmektense içinde kasıtlı ya da kasıtsız anlamlar aramayı, farklı bağlantılar kurmaya çalışmayı yeğlerim. Bu nedenle gerçekten hoşlanmadığım, hiç beğenmediğim şeyler üzerine yazmayı tercih etmem. Fakat gösterime girmesini büyük bir hevesle beklediğim The Jesus Rolls’u izleyince tepem attı ve sanatçıyı hoyratça yerden yere vuranlar lüks marketlerin şarap reyonlarında gurmelik kasarken “Levreğin lezzeti suyun ısısından belli olur mirim!” tarzı ‘niş’ yorumlar yapan Timberland’li monşerler arasına benim de giresim geldi. Dolayısıyla lafı çok uzatmadan söyleyeyim: Bu filmi izlemeseniz bir şey kaybetmezsiniz!
Bir filmin kötü olduğu nasıl anlaşılır? Eğer filmin ilk sahnesinden son sahnesine kadar fonda hiç durmadan müzik çalıyorsa o film şüphesiz ki kötü bir filmdir. Çekilmiş bitmiş, kurgusu vesairesi yapılmıştır ancak ön izlemeleri yapan herkesi bir sessizlik almıştır çünkü ‘akmıyordur’ film. Bu aşamada filmi geri çekme şansı da kalmadığı için tabana boydan boya müzik döşenir. Yavan bir yemeği krema, tereyağı ve tuzla gazlayıp yenir yutulur hale getirmek gibi filmleri de duvardan duvara Halıfleks misali müzik döşeyerek yutulur hale getirebilirsiniz ama karın doyurur mu? Doyurmaz.
Big Lebowski’nin baş kahramanı Dude, herkese dostça ve önyargısız yaklaşan, hiçbir şeyi fazla kafaya takmayan, kendini hiçbir konuda fazla zorlamayan ve bu sayede hayatın küçük zevklerini kaçırmadan ‘yavaş şehirler’ gibi ‘yavaş’ yaşayan biridir. Ancak Dude’un “Dudeizm” felsefesi, arızanın önde gideni diyebileceğimiz yakın dostu Walter yüzünden sürekli sınanır. Dude ne kadar sakin ve barışçılsa Walter da o kadar agresif ve zeminsizce özgüvenlidir. ‘Toksik’ erkekliğin birinci şartı “haklı olmaktır” ve Walter bunu her daim yerine getirmekle kalmaz, aynı zamanda herkese dayatarak haklılığını kanıtlamak için mütemadiyen sınırları zorlar. Vaktinde Vietnam’da savaşmış olmasının ona her yerde saçmalıkları ve aşırılıklarıyla insanları rahatsız etme hakkını bahşettiğini düşünür. Öte yandan gereksiz noktalarda ortaya çıkan son derece yüzeysel “politik doğruculuk” çıkışlarıyla sözde hassasiyetini ve insancıllığını kanıtlamaya çalışır. Bowling oynarken sinirlenip rakibine silah çeken bu maço azmanı; hayvan hakları, azınlık hakları gibi konularda birdenbire insaniyet timsali kesilir. Walter ve Dude’un dostluğunun lokomotifi biraz Walter’ın içindeki tombul, sevimli ve öfkeli çocuğun tontişliği ise büyük ölçüde de Dude’un sadakati ve yufka yürekliliğidir. Dolayısıyla bu iki karakterin bir araya gelişi –Walter’ın agresyonu bize sürekli anksiyete atakları yaşatsa da– filmin genelinde demokratik bir denge sunar. Walter’ın ‘toksik’ erkekliği karşısında merhametli ve kucaklayıcı bir portre çizen “Dude” ve Dudeizm felsefesi onu dışlamayarak, ondan sevgisini esirgemeyerek toplumsal hastalıklarımızın kökenindeki eril agresyonu iyileştirmenin tek yoludur belki de. Ve bunu bir kadının değil ancak bir erkeğin başarabileceğini Dude’un net tavrında açıkça görürürüz: “Hayır Walter, sen haksız değilsin. Sadece götün tekisin!”
Gelelim The Jesus Rolls meselesine… Big Lebowski’de sapkın bowling oyuncusu Jesus karakterini canlandıran John Turturro’ya bugüne kadar saygım sonsuzdu. Hatta çok sevdiğim Romance and Cigarettes (2005) filminin yazarı ve yönetmeni olarak kendisine minnet duyardım. Ancak senaryosunu bizzat yazıp baş rolünde oynadığı The Jesus Rolls’dan sonra sokakta görsem yolumu çevireceğim insanlar arasına girdi ki rastlama ihtimalim de sıfırın altında... Hani bazı fikirler vardır; rakı sofrasında kulağa harika gelir ama ertesi gün ayık kafayla bir yere varmayacağı anlaşılınca hoş bir sohbet olarak anılacaklar arasına girer. Hani bazı insanlar vardır; kendilerini dünyanın en hassas, en düşünceli, en aydın insanı zanneder ve bir kısım çevreler tarafından da öyle algılanır ama eşlerine, çalışanlarına, çocuklarına dünyayı –muhtemelen– zehir ederler. Kusura bakmasın ama bu filmden sonra sayın Turturro’yu da böyle hayal ettim… Şimdi bu kişinin rakı sofrasında aklına gelen her fikre finansman bulabildiğini ve ünlü oyuncuları da bu filmde rol almaya ikna edebileceğini düşünün. John Turturro’nun aklına muhteşem bir fikir gelsin: Big Lebowski’deki Jesus karakterini alalım, Bertrand Blier’nin 1974 yılında yazıp yönettiği Gérard Depardieu’lü, Jean Moreau’lu Les Valseuses/ Going Places senaryosuna yerleştirelim. Amerikan bağımsız sinemasının kült filmi Big Lebowski’den Fransız Yeni Dalgasına uzanalım… Aradaki somut tek bağlantı da Fransız argosunda “taşaklar” anlamına gelen Les Valseuses’deki bowling sahnesi olsun. Sonuç: Halıfleks döşeme fon müziğinin bile kurtaramayacağı bir film. Zaten Amerikan sinemacıları ne zaman Avrupa filmi yapmaya çalışsalar proje büyük bir felaketle sonuçlanıyor ama The Jesus Rolls bunun en acı örneklerinden biri. Hikâyenin temelinde ise iki araba hırsızı, bolca hırsızlık, itlik, serserilik ve karşılarına çıkan kadınlarla yaşadıkları maceralar var.
Amerikalı ünlü eleştirmen Roger Ebert 1974 yapımı Les Valseuses hakkında şunları söylemiş: “Hayatımda gördüğüm en misojenistik film. Filmdeki kadın düşmanlığı elle tutulur derecede somut ve utanç verici. Filmden çıktığımda asla tanışmak istemeyeceğim bir yönetmenle iki saat geçirdiğimi hissettim.”
Jesus Rolls’un birinci çıkış noktası Big Lebowski özellikle feminist bir film sayılmaz ama Dudeizm’in toksik erkeklikten arınmış tavrı Dude’un kadınlara yaklaşımı açısından son derece demokratiktir. O insanlara kadın ya da erkek, zengin ya da fakir, güçlü ya da zayıf gibi ayrımlar olmadan eşit ve açık fikirlilikle yaklaşır. Kalıpları, ön yargıları yoktur ve geçmiş deneyimlerinin güncel karşılaşmalarını etkilemesine izin vermez. Film boyunca karşımıza çıkan iki kadın karakter vardır: zengin ve sakat kocasını söğüşlemeye çalışan porno yıldızı Bunny (Tara Reid) ve aile mirasını genç karısına yediren babanın verdiği hasarı geri çevirmeye çalışan çağdaş sanatçı Maude (Julianne Moore). Bu iki karakter hayatta tamamen farklı çizgilerde yer alsa da ne istediğini bilen ve bunun için ne gerekiyorsa yapan kadınlardır. Dolayısıyla filmin absürt yapısı içinde inandırıcı ve bütünlüklü karakterler olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
The Jesus Rolls tarafında ise filme “meze” olan kadın karakterlerin üçü de iki boyutlu, toksik erkekliğe evrilecek bir geç ergen fantezisinin ötesine geçmeyen, hiçbir inandırıcılığı olmayan, güçleri tamamen ellerinden alınmış kadınlar olarak karşımıza çıkar. Bu kadınlardan ilki Jesus’un bir seks işçisi olan annesidir (Sonia Braga). Hapisten çıkan Jesus, kankası Petey (Bobby Canavale) ile onu ziyarete gittiğinde yanındaki müşterisini aşağılayarak kovduktan sonra annesine makyajını temizleyip düzgün bir şeyler giymesini “emreder” ve hep birlikte sofraya otururlar. Düşünün ki karşınızda yetişkin bir evlat büyütmüş, 65 yaş üstü bir seks işçisi var. Sizce bu tavır karşısında ne yapar? Seneler boyunca neler görmüş geçirmiş ve ayakta kalmışken oğlunun bu tavrına müsaade eder mi? Burada seks işçisi annenin, gücü ve iradesi tamamen elinden alınmış, iki boyutlu, hiçbir derinliği olmayan karton bir karaktere dönüştüğünü görürüz.
Ardından Amelie (2001) filmiyle tanıdığımız Audrie Tatou’nun canlandırdığı Marie karakteriyle tanışırız. Turturro, Amerika’ya uyarladığı filmde bu role Fransız bir aktris koyarak Les Valseuses ve Fransız sinemasıyla bağlarını sözüm ona güçlendirir. Bir kadın kuaförüyle başları belaya giren ahbap çavuşlar yola kuaförün asistanı Marie ile devam ederler. Efendim Marie kimseye bağlanmadığı için önüne gelen herkesle yatıyormuş da asla orgazm olamıyormuş. Jesus ve Petey bir zahmet ona öğretebilirler miymiş? Böyle kurgu mu olur sayın seyirciler? Bu temanın bir yan unsur değil hikâyesi olmayan filme kurgu malzemesi olduğunu düşünün… Daha sonra kuaför dükkânını anahtarıyla açıp Jesus ve Petey’ye soygunda yardım ve yataklık eden Marie o anda öpüşmek istediği için oracıkta polisin insafına bırakılır, başka bir yerde hesabı yine Marie’ye takıp kaçarlar ama nasıl bir karizmaları varsa artık Marie ne yapıp eder onları bulur ve orgazm derslerini bu erkek müsveddelerinden alırken sürekli onlara yemek ve servis yaparak karınlarını doyurur, bir de hizmetçilik eder.
The Jesus Rolls
Daha sonra iki kafadar görmüş geçirmiş “gerçek” kadınlarla sevişmek gayesiyle kadın hapishanesine gider ve tam o sırada hapisten salıverilen Jean (Susan Sarandon) karakterine oltayı atarlar. Hapisten yeni çıkmış; ne cebinde parası ne de gidecek yeri olan bu orta yaşlı kadına yardım teklif ederler. Bu ‘nazik’ yardımı kabul eden Jean verdikleri parayla koşarak kendine topuklu ayakkabı, naylon çorap ve seksi siyah bir elbise alır ki hapisten çıkan bir kadının başka ne ihtiyacı olabilir ki zaten? Belki öğle yemeğinde biraz ıstakoz ve şarap... Bu yardımseverlik karşısında Jean onlara ‘nezaketlerinin karşılığını ancak yatakta ödeyebileceğini’ söyler. Kim bilir hangi sebeple senelerce hapis yatmış Jean’ın bu iki sevimsizle seviştikten sonra intihar etmesi belki de film boyunca bir kadın karakterin yaptığı tek mantıklı harekettir.
Filmi izledikten sonra bu işi başımıza açan herkesi sorgulamadan edemedim. Coen Kardeşler’in yerinde olsaydım, kült filmimdeki yan karakterin böyle bir rezilliğe alet edilmesine izin vermez, eğer başıma geldiyse de sıkı bir tazminat davası açardım diye düşündüm. Peki The Jesus Rolls’da küçük rollerde yer alan Christopher Walken ve Jon Hamm’e ne demeli? Böyle bir kepazeliğe neden alet oldular? Haydi onları bir kenara bıraktım, hafızamızda şeker şuruplu, hatta sinir bozucu sevimlilikte Amelie haricinde pek de yer etmeyen Audrie Tatou, orgazm olmayı kendini bilmez erkeklerden öğrenip onlara hizmetçilik edeceği bu aşağılayıcı rolü neden kabul etti? Tamam onu da geçtik; koskoca, dağ gibi, taş gibi Susan Sarandon! Thelma & Louise (1991) gibi feminist kültür tarihinin kült filmlerinden birine imzasını atmış, kariyeri boyunca güçlü ve onurlu, kül yutmaz kadın karakterleri canlandırmış bir oyuncu. Böylesine kadın karşıtı bir filmde oynamayı nasıl kabul etti? Susan Sarandon bir röportajında bunu şakayla karışık şöyle açıklıyor: “Evet dedim çünkü bu filmi finanse edebileceklerini ve çekileceğini hiç düşünmemiştim…”
The Jesus Rolls
Fakat tüm bu soruların cevaplarını bulmak için küçük bir zaman yolculuğu yapıp 1974 tarihli Les Valseuses’e geri dönmemiz gerekiyor.
“…gençken sarı bir gömlek sevgilim
bir fular ağızda pisiotu
boş arazilerde hızla kullanılan araba
gençken bira gözlerle sitüasyonist okuma
ve ağız dolusu kusma kusma kusma
kumsallarda slow ve bee gees
ve bok gibi genciz genciz genciz…”
Lale Müldür
Yeni Dalga’nın hafiften dinmeye başladığı döneme rastlayan Les Valsesuse, dönemin Fransız sinemasında kadınların aşağılandığı, kötü muameleye uğradığı bir dizi film arasında yalnızca bir örnektir. Hatta Jill Forbes, filmde Jean Moreau’nun canlandırdığı hapisten yeni çıkan kadın karakterin iki serseri ile seks yaptıktan sonra intihar etmesini Yeni Dalga’nın ilham perisi olan uçarı ve özgür dişinin (Anna Karina, Brigitte Bardot, Jean Seberg) intiharı olarak değerlendirir[1]. Görünüşe göre onun yerini Blier’nin ve 70 sonrası entelektüellerinin maço alfa ilham perisi Gérard Depardieu alacaktır.
Les Valsesuse
Filmi izlediğimde Roger Ebert’ın tüm uyarılarına rağmen –özellikle de The Jesus Rolls hezimetinden sonra– gayet keyifle izlenip su gibi akan bir anlatıyla karşılaştım. Evet Depardieu’nün önderliğinde göklere çıkarılan bir eril iktidar ve kadınların aşağılandığı, kötü muamele gördüğü sahneler elbette vardı ama hepsinin ardında bir fikir, eleştirel bir bakış kendini her sahnede belli ediyor, yapılan her bilinçli tercihin altını doldurmaya yetiyordu. 25 yaşlarındaki bu iki Fransız serserinin fakirlik içinde ve fırsat eşitsizliğinin dezavantajlı kısmında yetişmiş olması; eğitimsiz, kaba, kör cahillikleri kendi tercihleri değildi ve öfkeli olmaya yerden göğe kadar hakları vardı. Sahip olmadıkları şeylere misliyle sahip olan insanlara duydukları öfke bu evrensel adaletsizliğe karşı bir gençlik isyanıydı. Dolayısıyla Les Valseuse’de insanı rahatsız eden ne varsa Otomatik Portakal (Stanley Kubrick, 1971) ya da Funny Games (Michael Haneke, 1997) gibi şiddeti araç edinen anlatıların yanında çocuk oyuncağı sayılacağını ve hepsinin ardında sınıfsal-toplumsal bir eleştiri yattığını açıkça görmek mümkün.
Eleştirel bağlamını bir kenara bıraksak bile Les Valseuses’deki kadın temsilleriyle The Jesus Rolls arasında maalesef dağlar kadar fark var. 74 yılındaki Marie, 2019 yılındakinin aksine ahbap çavuşlara gönüllü olarak katılmaz, kaçırılır. Ancak aralarındaki en büyük fark bir nevi seks işçisi/kölesi olarak yaşamını sürdüren bu karakterin 1974’te tamamen apatetik bir kişilik olarak çizilmesidir. 74 model Marie (Miou Miou) kayıtsızca önüne gelenle seks yaparken hiçbir şey hissetmez, hiçbir tepki vermez, hatta esner. Sevişirken tüm sıkıntısını ve hissizliğinin acısını yüzünden okuyabiliriz. 2019 model Marie ise cinsel ilişki sırasında pilli bir oyuncak ya da kukla gibi sürekli gülümser ki bu da ana metindeki eleştirel yaklaşımı silip atmak için yeterlidir.
Hapisten yeni çıkan 74 model Jeanne’ı (Jeanne Moreau) restoranda yavaş yemesi için uyaran Jean-Claude (Gérard Depardieu) ona artık özgür olduğunu, hayatın ve her lokmanın tadını çıkarabileceğini hatırlatır. Oysa 2019’daki Jesus, Susan Sarandon’ın canlandırdığı Jeanne’a aynı uyarıyı yaparken ona saygısızca adap öğretmeye çalıştığı izlenimi verir. Jeanne’ın temsil biçimindeki en çarpıcı fark ise 1974’te yemek keyfinin ardından ahbap çavuşlara “Yaşlı bir kadınla sevişmek ister misiniz?” diye sormasıdır. Bu onun kendi arzusu ve iradesiyle yaptığı bir tercih ve tekliftir. Oysa 2019’daki Jean “Yardımlarının karşılığını sadece yatakta ödeyebileceğini” söyleyecektir. Dolayısıyla bu olgun kadın karakterin tüm iradesinin ve gücünün elinden alındığına üzülerek şahit oluruz. Blier’nin kadınları saçmalıklara tepki verip tercihler yaparken Turturro’nun kadınları alabildiğine muhtaç ve çaresizdir.
Les Valsesuse
Bebeğini emziren kadının taciz sahnesi her iki filmde de doğal olarak rahatsız edicidir. Ancak 2019’daki kadın tepkisiz kalırken 74’tekinin belli bir noktada arzu katarına gönülden katıldığını görürüz. Bir tecavüz fantezisinin meşrulaştırılması rahatsız ediciyse de gözümüzün önünde gerçekleşen şey cinselliği bastırılarak elinden alınan burjuva kadınının tutkuyu ve cinselliğinin gücünü yeniden eline almasından başka bir şey değildir. Sorgulamaya açık bir temsil olsa da ürkek annenin yeniden tutkulu bir kadına dönüştüğünü ve gücünü eline aldıktan sonra basıp gittiğini görürüz. Turturro’nun muhtemelen önemsiz bulduğu ve belki de kısıtlı bir süreye sığdıramadığı detaylarla birlikte kadına dair saygıdeğer ve güçlü ne varsa silinip gitmiştir. Les Valseuses’ün finalinde piknikçi ailenin gencecik Isabelle Huppert tarafından canlandırılan kızı Jacqueline, ailesini karşısına alıp bu serseri haydutlara kendisini de aralarına alıp götürmeleri için yalvarır. Blier’nin provokatif tavrı insanları rahatsız ederken onları burjuvazinin yarı uyuşuk rutininden kurtarmak, sıkıcı uykusundan uyandırmak ister.
Ancak 1974 yılındaki toplumsal eleştiri, ağızda pisi otu, boş arazilerde hızla kullanılan arabalar, bira gözlerdeki sitüasyonist okumalar ve gençlik isyanı ne yazık ki The Jesus Rolls’da hiçbir karşılık bulmaz. Ortaya kadınları aşağılayıp kötü muamele ederken onların tüm iradesini ve doğal tepkilerini elinden alan, utanç verici ölçüde kadın karşıtı bir film çıkmıştır ki bu yaklaşım Big Lebowski ve Dudeizm’le de kesinlikle uyuşmaz. 63 yaşındaki kocamış katır John Tutturro’nun 25 yaşında aygırlığının baharındaki Gérard Depardieu’ye öykünmesinde ise maalesef acıklı bir yan var.
Hepsi bir yana, Stephane Grapelli’nin yer yer duyulan tatlı ezgileri eşliğinde tam iki buçuk saat boyunca su gibi akan Les Valsesuses bir an bile izleyiciyi çekim alanından koparmazken, 1 saat 25 dakikalık The Jesus Rolls tarafında tüm Gypsy Kings’li halıfleks döşemesine ve Big Lebowski gibi bir kültün ekmeğini yemesine rağmen bir türlü akmayan, yarattığı dünyaya bizi inandıramayan ve bitmek bilmeyen bir film ortaya çıkmıştır.
Roger Ebert Les Valseuses’ü eleştirirken yine objektifliğinden ödün vermeyerek şöyle demiş: Yer yer kendini gösteren çekiciliğine, eğlenceli anlarına ve Jeanne Moreau'nun dokunaklı sahnelerine rağmen, Les Valseuses gerçekten sinik bir dekadans filmi. Aynı şekilde The Jesus Rolls da ister seks işçisi, ister nemfoman, ister kriminal olsun kadın karakterlerini daha gerçekçi ve derinlikli bir temsiliyetle sunsa, kendini yüceltip kendini onaylamaktan başka bir işlevi olmayan kaba saba cinselliğinin yerine burjuvaziye isyan eden, sistemin kıyısında var olan ve her daim anda kalan karakterlerinin özgürleştirici, tasasız, plansız varoluşuna odaklansa elbette Y Tu Mama Tambien, (Alfonso Cuaron, 2001) ayarında tatlı bir film olabilirdi ama bunun için bile daha sağlam bir zemin gerekir ve fona Gypsy Kings döşemekle bu iş olmaz!
Eğer Turturro bu cesur hamlesinde Big Lebowski efsanesine sırtını dayamasaydı bu filmi kaç kişiye izletebilirdi orası şüpheli… Coen Kardeşler’in bu girişime karşı koymamasının, Christopher Walken ve Susan Sarandon gibi devlerin bu projeye katılmayı kabul etmelerinin sebebi de Les Valsesuses’ün vaat ettiği anlamlı yolculuk olsa gerek ama ortaya çıkan sonuçtan memnun olduklarına ihtimal vermek güç.
Günümüzde sanatın her alanında, özellikle de sinemada kadın karakterleri yaratır ve sunarken eskisinden çok daha dikkatli olmak gerekiyor çünkü bu anlatılar bir araya gelerek bizim kolektif bilinç altımızı ve geleceğimizi oluşturuyorlar. Politik doğruculuk adına hiçbir adımın düşünmeden atılamadığı, canlılığını, cazibesini yitirdiği hijyenik bir sanat dünyasında yaşamayı hiçbirimiz istemeyiz ama… yıl olmuş 2020! Tıpkı eşcinsel karakterlerin klişeleşmiş kalıplarla sınırlı kalmasını kabul edemeyeceğimiz gibi kadın karakterlerin eril fantezilere dayalı, derinliksiz, karton çizimlerden ibaret olmasına da artık tahammül edemeyiz. Turturro, The Jesus Rolls ile kadın temsillerinde 1974 yılının bile tartışmalı örneklerini ne yazık ki daha da geriye götürerek çağımızın muhafazakârlaşma ve her türlü anlamın içini boşaltıp aksi hizmete sunma eğilimindeki karanlık yüzünü açıkça ortaya koymuş diyebiliriz.
1974’teki Jean-Claude ve Pierrot, tarlada köylülerin bisikletlerini çalıp uzaklaşırken “Biz olmasak hepsi dağılır” diye haykırırlar. Onlar sistemin kenarında yer alan birer sosyal atık ve ne üretimin ne de mülkün sahibi olamayan kitlenin temsilcileridir. Ancak Roger Ebert’ın da dikkat çektiği üzere Marie ve Jeanne gibi kadınların yaşattığı deneyimler sayesinde insancıllaşma ve evrimleşme, empati kurabilme yönünde kendilerini geliştirme potansiyeline sahiptirler. Oysa Turturro’nun Jesus ve Petey karakterlerinde gelişim potansiyelinin izine rastlamayız ki bu da ne yazık ki ümit kırıcıdır. Bugün tüm anlatılarımızda derinlikli ve hakiki kadın karakterler kadar ihtiyaç duyduğumuz bir şey varsa o da kırılgan bir ego ve sahte özgüven kıskacından kurtulmuş, “yeni” erkeklik temsilleridir. Bu 2020 model geri dönüştürülmüş toksik beyler için söylenebilecek tek bir şey varsa onu da Big Lebowski’de Dude çoktan söylemiştir zaten:
“Hayır Walter, sen haksız değilsin. Sadece götün tekisin!”
•
[1] “Sex Politics and Popular Culture - Bertrand Blier’s Les Valseuses 1973” - French Film: Texts and Contexts. Ed: Susan Hayward and Ginette Vincendeau, 1990.