Ne hikmetse, kimse bu yazardan haberdar değildi, romanı da kaybolup gitmişti. Barlas Özarıkça’nın ‘sükut suikastine’ uğrayan hazine niteliğindeki romanı Ters Adam yeniden basıldı. Peki, bu romanı günümüz okuru için ‘iyi edebiyat’ yapan şey nedir?
29 Mayıs 2015 15:00
Barlas Özarıkça’nın ‘kayıpken gün ışığına çıkarılan’ romanı Ters Adam’ına dair bu yazıyı yazmak benim için biraz zor, zor çünkü hem kitabın ‘editörü’ olarak hem de eleştirmen olarak yazmam gerekiyor. ‘Editörün açıklaması’ kısmını, kitabın önsözünde anlattığım hikâyeyi biraz tekrarlayarak aradan çıkarayım: Son derece ‘çarpıcı’ bir isme sahip olan ve edebiyattaki ‘… adam’ (Aylak Adam, Uyuyan Adam, Boşlukta Sallanan Adam, Görünmez Adam, Geleceği Elinden Alınan Adam vs.) geleneğini takip eden bu romanı Yıldız Ecevit’in Oğuz Atay biyografisi sayesinde keşfettim. Ecevit, Tutunamayanlar’ın yayınlanmasından sonraki süreçten bahsederken arada ‘Oğuz Atayvari’ bir roman olarak Ters Adam’dan bahsediyordu. Ayrıca, Barlas Özarıkça Oğuz Atay’ı ilk okuyan ‘çete üyeleri’nden biriydi. Dahası, Oğuz Atay’la önce genç bir hayranı olarak tanışmış, sonra da ‘ahbap’ olmuştu. Ama ne hikmetse, kimse bu yazardan haberdar değildi, romanı da kaybolup gitmişti.
Bir nevi edebiyat dedektifliği yaptığım hissine kapılarak, Ters Adam’ı Nadir Kitap’tan buldum. Elime geçen ‘ilk baskı’nın -zaten başka baskısı da yok- sararmış sayfalarında hakikaten edebi bir kuvvet gizliydi. Tıpkı yazılmasına ve tekrar bulunmasına vesile olan Tutunamayanlar gibi ‘bana gelen bu hikâyeyi aynen yayınlıyorum, yazarı meçhul’ diyen bir ‘yayımlayanın notu’ ile açılıyor ve saçıldıkça saçılıyordu. Türkçe edebiyat kanonunda kayıp bir parça gibiydi bu roman. Yusuf Atılgan’la (malûm Aylak Adam) Oğuz Atay bir araya gelmiş, aralarına da Tanpınar’ın hayaleti oturmuştu, desem yeridir. Sonra, Encore’u arayıp bu kayıp roman keşfinden bahsettim. Günümüz okurunun bu metne kavuşması gerekiyordu, tam bir ‘sükut suikastine’ uğramış bir hazineyle karşı karşıyaydık…
Velhasıl, İstanbul’da edebiyat hayatına küskün, neredeyse münzevi bir hayat süren yazarına ulaştık. Yayınevinde buluştuğumuzda karşımda hakikaten romandaki ‘ters adam’ karakterine benzer birini-biraz yaş almış da olsa- gördüm; olup biten şeylere ‘ters ters’ bakmaktan, alaycı bir aksilikle şeytanın avukatlığına savunmaktan hiç vazgeçmemiş gibiydi. Yazısıyla hayatı paralel giden yazarlardan biri olduğu her halinden belliydi. O günleri tekrar yaşıyormuş gibi yoğun bir tutkuyla (ve de haklı bir öfkeyle) romanın yazılış hikâyesinden ve sonrasında başına gelenlerden bahsetti. Sırf bu kitabı yazmak için kütüphanede işe girmiş ama beş altı ay sonra ‘gizlice’ kanyak içtiği, ‘başka’ şeylerle meşgul olduğu gerekçesiyle işinden atılmıştı. Sonra da kahvehanelerde, meyhanelerde, bir masa bulduğu (‘masa da masaymış ha!’) her yerde nefes alıp verir gibi, hayati bir ihtiyaç olarak romanını yazmaya devam etmişti. Artık pek duymadığımız türden tutkulu bir ‘yazı- yaşam’ hikâyesi. Sonrasındaysa, romanının tek kopyasını götürdüğü bir yayınevinin önündeki çöplükte bulunca, kendi imkânlarıyla başka bir yayınevinden yayımlatmış. (Edebiyat tarihinin en klasik hikâyelerinden biridir bu: İyi kitaplar önce birçok yayınevinden geri çevrilmiştir, Ulysses ve Tutunamayanlar dâhil.) Sonrası da kendi tabiriyle bir ‘sessizlik sisi.’ Ama işte şiirsel adalet yerini buluyor. İyi edebiyat otuz yıl kadar bekledikten sonra da olsa okuruna kavuşabiliyor.
Peki, bu romanı günümüz okuru için de ‘iyi edebiyat’ yapan şeyler ne? En önemlisi, önsözde de söylediğim gibi, bu bir ‘öfke’ metni. Radikal bir öfkenin yerini, tabiri caizse, ‘liberal bir gevşekliğin’ aldığı çağdaş edebiyatta gitgide azalan bir özellik bu. Adı üstünde, romana genellikle negatif epifaniler yaşayan bir ters adamın öfkeli çıkışları hâkim. Dünyanın ya da en özelde de ülkenin hal ve gidişatından yakınan değil, düpedüz öfke duyan ve yer yer de tehditkâr bir sesle konuşan bir anti- kahraman olarak Fahri. Bu bakımdan da Türkçe edebiyatta bir dizi ‘kötücül’ anti- kahramanın devamı niteliğinde. İçimizdeki Şeytan’ın Ömer’i, Huzur’un Suat’ı, Aylak Adam’ın C.’si, Tehlikeli Oyunlar’ın Hikmet Benol’u, Tezer Özlü’nün ta kendisi vesaire. Nurdan Gürbilek tam da bu konuda yazdığı “Kötü Çocuk Türk” adlı yazısında, kötü çocuklar için şunu söylüyor: “Edebiyatta kötü çocukluk çoğu zaman ortalama olana, ölçülülüğe ve sağduyuya verilmiş bir tepkidir.” Fahri gibi diğer ‘kötü çocuklar’ da aşırılığı şiar edinerek, etraflarını saran yavan ve statükocu ‘iyilik retoriği’ne karşı bir saldırıya girişiyorlar. Retorikle hakikat arasındaki boşluğu göstermek için de ‘kötülüğü,’ ve yıkıcı bir alaycılığı sahipleniyorlar. Böylece ‘demonik’ denilebilecek bir anlatı ortaya çıkıyor. Şeytanın Tanrı’ya karşı çıkması gibi, dünyevi tanrılara karşı çıkan ‘demonik,’ yani şeytani karakterler.
Bu ‘demonik’ karakter tipinin prototipi için Dostoyevski’nin ‘yeraltı adamı’na bakabilirsiniz. Yeraltı adamı da yeryüzüne öfke kusan bir ‘şeytani figür’dür. Ama bunları söylerken şunu da unutmamak lazım: Bu ‘kötücül,’ ‘şeytani’ ya da ‘demonik’ karakterler aslında dünyayı kötü bir yere dönüştürmeye çalışmıyorlar, yani dertleri ‘olay’ çıkarmak değil. Mevcut değerler silsilesini sarsmak için ‘kötü çocukluğa’ savunuyor ve böylece daha iyi bir dünya için bir yıkıcı güç oluşturuyorlar. Battaile da Edebiyat ve Kötülük’te buna değiniyor: “Kötülük kavramı ahlak yoksunluğunu öngörmediği gibi, tam tersine, ‘yüksek ahlak’ı şart koşar.”
Yani Battaile’a göre, anti- kahramanlar her ne kadar ‘kötü’ görünseler de aslında birer ahlak prensidirler. Ama kendilerince bir ahlakın prensidirler, konvansiyonel ahlakın değil. Ahlak meselesi önemli zira doğrudan ‘iyilik’ kavramıyla bağlantılı ve dünyaya hüküm sürmek isteyenler, statükocular, devletçiler, askerler ve diğer kontrolcüler retoriklerini kendilerinin ‘iyi’ diğerlerinin ‘kötü’ olduğu ayrımı üzerine kurarlar. Böylece öteki olan herkes kolayca ‘öcüleştirilir’ ve statüko sahipleri ‘hakikatin tek temsilcisi’ gibi davranmaya devam ederler. Bütün ‘mutlak’ değerlere saldırmayı görev bilen Nietszche de zamanında hakikat denilen muammayı tekeline alan ve bu tekel üzerinden “ahlak” üretip, bu ahlakın karşısına “ahlak yoksunu” ötekileri koyup lanetleyen “hakikat” aristokrasine saldırmış ve hakikatin, ahlakın keyfiliğini ortaya koyup, insanları ellerinde çekiçle konvansiyonel ahlaka saldırmaya davet etmişti. Bahsettiğim anti- kahramanlar (ve bu yazının konusu olan ‘ters adam’) da tam bunu yapıyorlar. İyilik- kötülük dengesini sarsarak, ahlaki düzende delikler açıyorlar, bu deliklerden de bazen yeni bir yaşam ihtimali doğuyor. Yani önce saldırı, sonra inşa, önce yıkım, sonra oluşum.
Ters Adam’ın anti- kahramanı Fahri Efendi’nin saldırısının odağında bilhassa 80 sonrası orta sınıf burjuva- sıkıntısının olduğu söylenebilir. Fahri Efendi ve arkadaşları, rasyonel bir sıkıcılığın panzehri olarak sık sık içerler ve böylece ‘aklın sınırlarını’ zorlamaya çalışırlar. Romanın en sık ziyaret edilen mekânlarından birinin de ‘Camekan meyhane’ olması rastlantı değil. Barlas Özarıkça karakterlerini genellikle dumanlı bir içki sofrası etrafında buluşturarak metnine sarhoşluğu –şehirli karakterler için esrikliğe ulaşmanın en kestirme yolu- hâkim kılıyor. Bu sarhoşluğu da bir nevi rüya estetiği yaratmak için kullanıyor. Metnin sık sık akla getirdiği Tanpınar’ın da kullandığı bir şeydi bu: Aklın sınırlarından kurtulup, bir nevi rüya estetiğine ulaşmak. Metni bir rüya metnine dönüştürmek. (Tanpınar’ın bu estetiğe ulaşmak için uykusuzluğu, sarhoşluğu ve zaman zaman da afyonu zihin açıcı birer araç olarak kullandığı biliniyor.) Ters Adam’a hâkim olan bulanıklığı, ani çıkış ve düşüşleri, gerçeküstü ile gerçek arasında gidip gelişleri, ‘temiz burjuva çocukları’ karşısında yapılan esrik bir dans olarak görmek mümkün. Bir yerde Fahri, kendisi gibilerin ‘temiz burjuva çocukları’ndan topyekün farklı olduklarını tarihsel bir iğneleme eşliğinde şöyle dile getiriyor:
“Bizler Osmanoğullarını yıkan Cumhuriyetin besleme çocuklarıyız. Hapse ve meyhaneye serbestçe gireriz. Eviçleri biblolar, seccadeler, duvarlarında Kâbe resmi, yaprakları koparılan güneş takvimi, masalarında naylon örtü, teneke küllükler ve misafirden misafire açılan odaları yıpranmamış ucuz eşyalarla dolup taşan tertemiz aile çocuklarının yanlarına sokulamayız.”
Bu ev- içi tasviri, ev hallerinin politikasını çözümleyen Nurdan Gürbilek’in Ev Ödevi’nde yer alabilirdi mesela. Gündelik hayat üzerinden bir yaşam tarzı eleştirisi getiren bu tip pasajlar metnin ilerlediği ana damarlardan birini oluşturuyor. Ve bu açıdan da Ters Adam gündelik hayat uzmanı (ve mağduru) Oğuz Atay’ı ve bilhassa da Tehlikeli Oyunlar’ı akla getiriyor. Tehlikeli Oyunlar’ın ‘demonik’ karakteri Hikmet Benol da burjuva evlerini gözetleyip, onları sarsarak ‘yeni bir yaşam estetiği’ yaratacak yeni bir kuşak hayal ediyordu. Üst katlardaki evleri görebilsinler diye bu kuşağın üyelerinin boyu on metre falan olacaktı. Yine Hikmet Benol, dünya düzenini sarsacak bir çete hayal ediyordu. “Korkuyu Beklerken”in isimsiz karakterinin yazdığı ‘tehdit mektupları’ da yine aynı sarsma misyonuna sahipti. “Onlar da bu dünyanın nasıl olduğunu öğrensinler istedim. Odama kapanıp günlerce, onlara uygun bir kötülük düşündüm. Sonra da aklıma gelmesi gereken ilk kötülüğü yaptım: Onlara tehdit mektupları yazmağa başladım; Ubor Metenga tehdit mektupları.” Benzer bir ‘sarsma’ isteğini Tutunamayanlar’ın Turgut Özben’i dile getiriyordu: “Ey insaf sahipleri! Ben ve Olric sizleri sarsmaya geldik…. Öfkeden boğuluyor, öfkeyle boğmaya geldi.” Bütün bu ‘sarsma’ isteğine bir bakıma gerçek şiddetin yerini alan ‘retorik bir şiddet,’ dilsel bir şiddet diyebiliriz. Bir intikam alma ve sarsma yöntemi bu. Benzer bir yöntemi Ters Adam’ın Fahri’si de kullanıyor. 80 sonrasının uyuşuk ahlakından ve tasarlanmış ‘umarsızlığından’ fena halde sıkılan anlatıcı bir yerde şöyle diyor:
“Radyolardan, tehlike bir gün sizin de kapınızı çalar anonsları verdirtmeliydim. Horuldarken, sevişirlerken, rüyalarından sesle uyanmalıydılar: ‘Tehlike bir gün sizin de kapınızı çalar… aynı ses; avizelerden, prizlerden, gölgelerden, ışıktan fışkırmalıydı: ‘Tehlike bir gün sizin de kapınızı çalar.’”
Bu aslında epistemolojik ve ontolojik bir saldırının başlangıç noktası. Bazı kitaplar bu epistemolojik ve ontolojik saldırıyı son derece rasyonel bir anlatı sesiyle (ya da üslupla) yaparken –mesela Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı- bazı kitaplarsa bu saldırıyı kendisine de uygulayarak, edebiyatın biçimini de muğlaklaştırıp parçalıyorlar (mesela Bilge Karasu’nun Gece’si ve Atay’ın Tutunamayanlar’ı). Ters Adam bu ayrımda Gece ve Tutunamayanlar’a daha yakın durarak, son derece parçalı ve bulanık bir anlatı sunuyor. Doğrusal zamanın yerini döngüsel bir zaman ve karakter ilerleyişinin yerini parçalı bir gidişat alıyor. Bu esnada modernist ‘tanrı- yazar’ teksesliliğin yerini de ‘postmodern’ denebilecek bir ‘çokseslilik’ alıyor. Bakhtin’i de anmadan geçmeyelim: Ters Adam bu ses çeşitliliğiyle bir nevi edebi ‘karnaval’ yaratıyor. (Hatırlayalım; Bakhtin ‘karnavalesk’ anlatıları yekpare resmi söylemi kıran özgürleştirici anlatılar olarak görüyordu.)
Ters Adam’da bu karnaval havası fiziksel mekânlarla da destekleniyor. Daha önce belirttiğim ‘meyhane’ sahnelerinin yanı sıra romanda ‘lunapark’ da mühim bir mekân. Mekânın politikasına bakarsak, daha oyuncul, daha belirsiz, daha coşkulu bir yer olan ‘lunapark’ Sitüasyonistler’in bayıldığı ‘serbest oyunlar/ yaratıcılık’ alanı olarak ‘acımasız rasyonel ciddiyet’in karşıtını oluşturuyor. Tabii bu ‘ciddiyetsizlik’ten ziyade hantallıkta kurtulmuş daha kıvrak ve uçuşkan bir zekâya işaret ediyor, aniden ‘ciddi’ bir tona da bürünmek mümkün. Romanda buna çok iyi bir örnek var: “Şimdi lunaparktayız. İzninizle biraz eğleneceğiz. Yetişkinlere uygulanan tarifeyi denetleyeceğiz. Korkmayın, biz eleştirdiklerini değiştiremeyenlerdeniz. Yetkimiz yok. Proletarya değiliz. Biz içimizde uyanan ihtilâllerin sonucu kendi kendimizi bodur bir ağaca asıp sallandıranlardanız.”
Ters Adam’da metnin bulanıklığı (‘sarhoş havası’ diyeyim) içinde buna benzer birçok politik ve tarihi gönderme var. Barlas Özarıkça’nın bir başarısı da, tıpkı Karasu’nun Gece’de yaptığı gibi, siyasi derdini (80 sonrası yaşanan kültürel ve fiziksel şiddet) edebi estetiğin bir parçası kılarak anlatması. Siyasi romanlarda görülen ‘belgeselci’ ve ‘hamasi’ anlatımın yerine, burada edebiyatın ele avuca sığmaz ve özerk aygıtlarını kullanan bir metinle karşı karşıyayız. Belki de bu yüzden Ters Adam bizdeki ‘siyasi roman’ kontenjanına da girememiştir. Hatırlayalım: Tutunamayanlar da 70’lerin ‘gerçekçi- sosyalist-edebiyatçı’ çevresi tarafından siyasi angajmanı olmayan, manasız ve ‘şımarık’ bir metin olarak dışlanmıştı. Ama işte, onlar gitti, Tutunamayanlar kaldı.
Ters Adam’ı özel kılan (ve de Tutunamayanlar’a yaklaştıran) bir diğer şey de barındırdığı üslup çeşitliliği. Tarihi metinler, siyasi propaganda dili, bilimkurgu, kara romantik şiirler, teatral konuşmalar, polisiye hikâye ve resmî devlet dili gibi farklı ‘janrlar’ bir araya geliyor ve ortaya bir ‘postmodern parodi’ çıkıyor. Romanın sonunda ‘Akılevi’ne tıkılıp ‘adam’ edilmeye çalışılan bir edebi ‘ters adam’ın üslubu da böyle olmalıydı zaten. Aklın hegemonyasına bir anlamda ‘sayıklamanın’ gücüyle cevap veriyor Ters Adam. Ve böylece, misal Deleuze’ün çok seveceği bir ‘şizo- anlatıya’ yaklaşarak, aslında, bir toplumun tek tek şahıslarda tezahür eden kültürel ve politik cinnetini ifade ediyor.
Roman bütün bu çok katmanlı ve bulanık yapısını sonuna kadar sürdürüyor. Fahri de son bölümde kapatıldığı ‘Akılevi’nde sayıklama- benzeri monologlarını teybe kaydetmeye devam ediyor. Yer yer ‘edebi kübizme’ varan bir fantazmagorya içinde öfkesini hiç seyreltmeden dünyaya sivri sorular ve bulanık cevaplar gönderiyor. Türkçe edebiyatta ‘demonik’ romanlara -hatta revaçta olan tabirle ‘yeraltı’ edebiyatına- otuz yıl önce yapılmış bu katkıyı es geçmemek lazım. İyi bir haberle bitireyim: Barlas Özarıkça’nın Kaçkınlar Kahvesi adlı romanı da yakında yayınlanacak. Bir kayıp yazar yeniden keşfedildi, hayırlı uğurlu olsun.