Tehlikeli zarafet

“Şair, yazar, kabare sanatçısı Emmy Hennings’in otobiyografik romanı Hapishane, yazıldıktan bir asır sonra Türkçede. Jîna Amini’nin ahlak polisi tarafından öldürülmesinden sonra İran cezaevleri özellikle kadınlarla dolup taşarken tekrar tekrar okunması gereken bir kitap bu.” 

03 Kasım 2022 22:30


Almanya doğumlu yazar Emmy Hennings, Mahkemeler erkeklerden ibaret ve güçsüz cinsiyeti cezalandırmak, en güçlü eğilimlerini gizli tutmak isteyen erkeklerden hesap sormaktan daha külfetsiz (s. 99) diyor Hapishane kitabında. Bu satırların yazıldığı 1919 yılından 103 yıl sonra bile, erkekler kadınları, tahrik olup tecavüz etmek zorunda kalmayalım diye bürüdükleri kara çarşaflardan saçları göründüğü için döverek öldürebiliyorlar.

Tahran’da ahlak polisi tarafından gözaltına alındıktan üç gün sonra hayatını yitiren 22 yaşındaki Mahsa Amini’nin acısı koca bir gezegene yetmezmiş gibi, saçını kesmekten pankart asmaya bugünlerde her şeyin suç olduğu İran’da kadın katliamı 16 yaşına kadar indi. Protestolarda hayatını yitiren Nika Shakarami ve Sarina Esmaeilzadeh sadece duyduğumuz kurbanlar; bilmediğimiz neler oluyor meçhul. Sivil toplum örgütleri en az 1.200 tutukludan ve özellikle, ancak evinde kullanabildiği ismiyle Jîna Mahsa Amini gibi Kürtlerin çoğunluk olup yoğun bir baskı altında yaşadığı eyaletlerde okul baskınlarından ve hayatını kaybeden en az iki düzine çocuktan bahsediyor. Taliban’ın geçen yaz Afganistan’ı yeniden dipsiz bir karanlığa boyamasını naklen seyrettiğimiz gibi izliyoruz yine yanı başımızdaki korku filmini, ülkenin radikalleşmesine dair “bir gecede olmadı, adım adım oldu” diyen nice İranlıyı dinlerken ürpererek.

Daha fazla ayakta duramam. Dirençten yoksunum. Yapmacık öfke nedir bilmiyorum. Hissettiğim, titreyerek umduğum tek şey var: Gardiyan bir insan. (s. 46)

1885 doğumlu Hennings 1906’da gezici bir tiyatro kumpanyasına katılır, Almanya’dan Budapeşte’ye birçok yerde gösteriye çıkar. 1913’te Münih’e yerleşir ve önce sevgilisi, sonra kocası olacak sanatçı Hugo Ball’la tanışır. Ülkenin gidişatından ürken çift 1914’te Zürih’e taşınır. Zürih o zamanlar, İkinci Dünya Savaşı sonrasının Paris’i gibidir; Lenin’den Einstein’a, Tristan Tzara’dan Bakunin’e entelektüellerle, sanatçılarla dolu. Hennings ve Ball 1916’da Dada’nın doğum yeri olacak Kabare Voltaire’i bu kentte açar. Mekân bir yıldan az açık kalsa da akım tarihe miras kalacaktır.


Hugo Ball ile Emmy Hennings'in açtıkları mekândan bir görüntü.: Cabaret Voltaire. Adres: Zürih, Spiegelgasse 1. Yıl 1916.

Solda: Emmy Jennings "gerçeği söyleyen örümcek" rolünde sahnede, 1915. Sağda: Jennings ve kuklalarından biri. Emmy Hennings’in Kabare gösterilerine katkılarından birisi de o yıllarda popüler olan kuklaları Dada nesneleri haline getirmesiydi. Kederli ya da kızgın ifadeli, sıska kuklaları türlerinin neşeli örneklerinin zıddıydı...

Hennings’in şiirleri 1911’den başlayarak zamanın önde gelen dergilerinde yayımlanır. Die Letzte Freude isimli şiir kitabı 1913’te, romanı Hapishane 1919’da, patriyarkiyi ve zamanın Almanyası’nın sosyal adaletsizliğini eleştiren otobiyografik romanı Das Brandmal 1920’de basılır. 1948’deki ölümüne dek yazmayı sürdüren Hennings’in bırakın Türkçeye, İngilizceye çevrilmiş eseri bile az sayıda. Ball, Dadaizm’in fikir babası olarak tarihe erkekliğin erkiyle güzelce kurulmuşken, akımın ortaya çıkışında en az Ball kadar emeği geçmiş Hennings ikinci planda kalmış hep; bu alandaki tek örnek değil ne yazık ki...

Hennings’in kitabındaki Emmy isimli kahraman 1914’te muğlak bir sebepten hapishaneye düştüğünde en çok, nihayetinde gardiyanın da bir insan olduğu fikrine tutunmaya çalışır. Kaynaklar da yazar Emmy’nin neden hapsedildiğine dair farklı şeyler söylüyor; ortada cana kasıt ya da ciddi bir suç yok ama zaten işin önemli kısmı o değil. Fazladan bir fiziksel veya psikolojik zorbalık bile olmadan özgürlükten mahrum bırakılma halini öyle keskin, öyle çocuk zihni netliğiyle gözlemliyor ki Hennings, bu kısacık metni unutulmaz kılan unsurlardan biri bilgelik mertebesindeki naiflikse, diğerleri inatçı bir umuttan kaynaklanan mizah duygusu, katıksız bir hümanizm, bu dört duvardan her şeye rağmen benliğine saygısını yitirmeden, özüne sadık kalarak çıkmaya çalışmak olabilir:

Ah, işte oracıkta, kucağında eski püskü bir el çantasıyla oturuyor ve şimdi ilk defa bana gerçekten bakıyor:

Evet, bakın, birinde öyle, diğerinde başka türlü hissediyorsunuz. İlk seferimde ben de sizin kadar telaşlandım. Deli gibi tepinip durdum. Bunun bana yardımı dokunmadı... Şimdiyse, Tanrım! Artık alıştımdiyor.

Üstelik bunu öyle sakin söylüyor ki... Dehşete düşüyorum.

İnsan buna alışabilir mi? Tutsak olmaya? O zaman şeye de, evet, neden olmasın, her gün kırbaçlanmaya da alışabilir. İnsan buna tenezzül bile etmemeli…’” (s. 22)

Bugün yanı başımızda kadınlar kırbaçlanmaya alışmamak için canlarından oluyorlar. Hennings’in otobiyografik romanı pek çok soruyu dümdüz soruyor; mesela onu hücresine götüren polis memuruna, Hannah Arendt’in The New Yorker adına Eichmann davasını takip ederken söylediği o meşhur sözü hatırlatacak şekilde sorduğu şu soru gibi:

“Hayır, rica ediyorum, neden benimle konuşmak istemiyorsunuz ki? Siz ne kadar iyi ya da kötüyseniz ben de o kadar iyi ya da kötüyüm. (s. 20)

1979’dan sonra İsveç’e sığınmış İranlı-İsveçli yönetmen Nahid Persson Sarvestani’nin My Stolen Revolution isimli belgesinde, 1979 sonrası hapishanelerde gencecikken işkence görmüş “komünist ve vatan haini” kadınlar da yıllar sonra cesaret edip bir araya geldiklerinde bunu sorguluyorlar; “biz onca şeye nasıl dayandık?”tan ziyade, bizi kamçılarla, falakalarla paralayan, bedenimize, ruhumuza tecavüz eden o adamlar kim? İşin en ürkütücü tarafı bu belki; sıradan bir günde sıradan insanlar olmaları. Yaptıkları her şekilde kendini bilmezlik:

İlk fırsatta tutuklanmama itiraz dilekçesi vereceğim. Ölüm döşeğinde bile olsam özgürlüğümü elimden alanlara isyan edeceğim. Bana düşünce özgürlüğümü verin... Zihnimde, kanımda var bu, ne kadar da derinlerde!.. Akıl erdirmeyi öğrenmeyeceğim. İnsanın elinden özgürlüğünü alma yetkisi... Bu küstahlık. (s. 26)

İran’dan bahsedince, 1969 İran doğumlu yazar, çizer, yönetmen Marjane Satrapi’nin 2007’de Vincent Paronnaud ile filme çektiği otobiyografik çizgi romanı Persepolis’ten bahsetmemek olmaz. Sanatçının 2000 ve 2001 yıllarında Persepolis 1 ve Persepolis 2 adıyla Fransa’da basılan çizgi romanı 2003’te birleştirilip tek cilt olarak İngilizce yayınlanmıştı. Kitap Türkçede de çok popüler oldu…

Persepolis, çocuk kitapları dahil ondan fazla eseri olan yazarın, Şah rejiminin düşürülmesi, İslam Devrimi ve İran-Irak savaşı gibi önemli olayları kapsayan bir dönem kitabı olmasının yanı sıra son derece kişisel bir büyüme hikâyesi olması sebebiyle hâlâ en bilinen eseri. Şah rejimine karşı çıkan entelektüel ailesinin görüşleri 1979 devrimine de haliyle ters düşünce 1984’te Viyana’ya gönderilen Marjane’nin ergenlik dönemini yabancı bir kültürde yapayalnız geçirmek zorunda kalışının mizahla yoğrulmuş çarpıcı hikâyesi unutulur gibi değil.

Hennings’in absürd koşullara rağmen içindeki özgürlük duygusuna tutunması benzeri, Marjane Viyana’ya gitmeden önceki akşam, büyükannesi ona “haysiyetini daima koru ve kendine karşı hep dürüst ol” diye öğütler. Özüne sadık kadın, ataerkil düzen için her daim tekinsiz fakat 21. yüzyıl post-feminizminde farklılık, çoğulculuk söylemiyle queer teoriyi de kucaklayan ve böylece asırlardır baskılanmış milyonlarca “diğer” ile gücünü birleştirip kuvvetlenen bu yeni dalganın önünde durmak imkânsız. Biz de her şeye rağmen buna tutunabiliriz belki.

Son sözü Hapishane’nin Emmy’si söylesin:

Ben tutukevinin avlusunda kaldırım çiçeği kadın ve genç kızların (…) yüzlerinde gülümseyen üstünlüğü gördüm. Bu zarafet, kalın duvarlar arasına hapsedildiğine göre tehlikeli olmalı. (s. 99)