Tatlısu balıkları ve David Foster Wallace

“David Foster Wallace insanın varoluşunun temelinde acı olduğunu söyler ve bir sanat yapıtı acıyı asla azaltmaz, olsa olsa genelleştirebilir, gerçek empati diye bir şey yoktur, diye de ekler. Ona göre insanlar acıdan kaçarken aslında kendilerinden kaçtıklarını bilmezler.”

10 Mart 2022 12:00

 

İki genç balık birlikte yüzüyorlarmış.
Yanlarından geçen yaşlı balık başıyla onlara selam verip,
“Günaydın çocuklar. Su nasıl?” diye sormuş.
Biraz daha yüzdükten sonra genç balıklardan biri diğerine dönmüş ve sormadan duramamış:
“Su da neyin nesi?”
David Foster Wallace

Roman sanatı, sıradan insanın küçük detaylardan oluşan günlük hayatını destansı bir şekilde anlatarak, bir zamanlar efsanelerin, dinlerin ve mitlerin anlattığı hikâyeleri modern hayatın bir parçası kılmayı başarmıştır. Başka bir deyişle, modern hayatın kısır döngüsünü, tam da onu boğucu hale getiren detayları büyüterek başka bir şeye dönüştürmüştür. Amaçsız hayatı bir hedefe, bir odağa, bir merkeze yaklaştırarak katlanılabilir kılmıştır. Ya da iyimserliği elden bırakmadan katlanılabilir kılmaya yaklaşmıştır diyelim. Belki de bir merkez arayışı illüzyondan başka bir şey değildir. David Foster Wallace yazılarında insanın varoluşunun temelinde acı olduğunu söyler ve bir sanat yapıtı acıyı asla azaltmaz, olsa olsa genelleştirebilir, gerçek empati diye bir şey yoktur, diye de ekler. Ona göre insanlar acıdan kaçarken aslında kendilerinden kaçtıklarını bilmezler.

David Foster Wallace internet çağında yaşayıp ölen ilk büyük yazardı. İntihar ettiğinde henüz 46 yaşındaydı. Birçok okuyucusu için büyük bir sürprizdi bu son. Tamam, Amerika’nın parlak çocuğu karanlık labirentler kuruyordu metinlerinde, bulmacayı andıran dilinde alışılmadık felsefi imgeler vardı, ama yine de böylesi karanlık bir eylemi nasıl gerçekleştirebilmişti? Kenyon College’de verdiği unutulmaz mezuniyet konuşmasında öğrencilere “suyun farkında olun, diğer balıklardan ayrılın” diyen biri nasıl bunu yapabilmişti? Herkes şaşkındı. Ancak karısı, anne ve babası, yakın arkadaşları için belki de sürpriz olmamıştı bu son. Belki romanlarını derinlemesine okuyan, her yazarın çok az sayıda sahip olduğu o özel okurlar için de sürpriz değildi intiharı. (Ancak sanırım Bay Wallace buna itiraz ederdi, Borges üzerine yazdığı ve onun yapıtıyla hayatı arasında ilişki kuran biyografileri kıyasıya eleştirdiği parlak bir denemesi olsa da, kanımca belki de hayatı ile yapıtları birbirinden ayrılmaz yazarların başında geliyordu kendisi.) Ölümünün ardından babası, oğlunun kökleri çocukluğuna dayanan bir depresyonla uzun bir süredir mücadele ettiğini, son birkaç aydır da işlerin iyice kötüye gittiğini söylemişti. Annesi depresyonu “dişleri olan bir karadelik” diye tanımlayacaktı. Oğlunu yutan buydu. Devasa bir karadelik…

Oysa kamuoyunun önüne çıkan adam tipik bir Amerikalıydı. Biraz iri yarı, konuşurken heyecanlı ancak ziyadesiyle çekingen, çoğunlukla göz kontağından kaçınan, kafasında her daim bir bandana olan, tenis meraklısı, köpekleri seven ve herkeste sempati uyandıran bir üniversite hocasıydı. Anormal kitaplar yazan normal biri gibiydi. Oysa gerçek muhtemelen görünende değil, metinlerdeydi.

Babası felsefe bölümünde akademisyen, annesi İngilizce öğretmeni olan Wallace kitaplarla dolu bir evde büyümüştü. Küçükken annesiyle babasının yatakta el ele tutuşup tutkuyla birbirlerine Ulysses’i okuduklarını söylerdi. Ama belki de tüm bunlara bir tepki olarak Wallace kitaplara değil, spora ilgi duymuştu çocukken. Önce profesyonel bir Amerikan futbol oyuncusu olmak istemiş, ergenlikle birlikte, fiziği fazlasıyla uygun olsa da bu sporun sert doğasından kaçarak, fiziği pek de uygun olmadığı halde tenis oynamaya başlamış, bu sporda epeyce de başarılı olmuştu. Hayalini kurduğu profesyonel bir kariyer yapamamış, ama bin sayfayı aşan unutulmaz eseri Infinite Jest’in merkezine bu sporu koymuştu.

Hastalık çok erken yaşlarda yakalamıştı onu. Ergenlikte esrarla tanışmış, anksiyete atakları geçirmeye başlamıştı. O yıllarda çevresinde bulunanlar onun fazlasıyla içine kapanık olduğunu, ama saplantılı bir merakla etrafında olup bitenleri izlediğini söyleyecekti. Bilim insanı titizliğiyle yaptığı bu gözlemler ileride romanlarını ayırıcı özelliği olacaktı. Wallace’ın insanı hem hayran bırakan hem rahatsız eden detaycılığı, küçük ayrıntılara düşkünlüğü bu farklı bakışın ürünüdür muhtemelen. Kolej yıllarında kendi derslerine değil de babasının felsefe derslerine girmesi ve sonra okul dergisine yazdığı yazılar, bu zorlu süreçte onu ayakta tutan şeyler olacaktır.

1987 yılında, henüz 25 yaşındayken basılan yaklaşık 500 sayfalık ilk romanı The Broom of the Systemile hem okuyucuların hem eleştirmenlerin ilgisini çekmiş, mizah ile zekânın özgün bir sentezi, olağanüstü bir yetenek olarak lanse edilmişti. Kısa hikâyelerinden oluşan ikinci kitabı Girl with Curious Hair’den sonra kurmaca fikirlerinin tükendiğini düşünerek yeniden depresif bir döneme girecekti. Ama imdadına kolej yıllarında babasının felsefe derslerinde mutlu olduğu anlar yetişecek ve Wallace tam burslu bir şekilde Harvard’da felsefe eğitimine başlayacaktı. Böylece hem içine düştüğü girdaba yeni sorularla yaklaşabilecek hem de kurmaca için yeni fikirler üretebilecekti. Ama işler beklediği gibi gitmiyor, yaptığı her eylemle boşa kürek çektiğini haykıran zihnindeki ses susmuyordu bir türlü. Yeniden uyuşturucuya başlamıştı. En nihayetinde depresyon o kadar içinden çıkılmaz bir hal almıştı ki, Wallace bir klinikte bir süre gözetim altında tutulmuştu. Her şeyi aşırı olan Wallace’ın klinikten çıktıktan sonraki toparlanma süreci de çok hızlı olacaktı. Çıkar çıkmaz yeniden yazmaya başlamıştı, ama bu sefer hedefi çok büyüktü, opus magnum’u üzerinde çalışıyordu, Yemeden içmeden kesilmiş bir vaziyette. 90 sayfa dipnot içeren, yaklaşık 1.100 sayfalık romanında bugüne kadar yaşadığı her şeyi anlatacak ve belki de beklenen o büyük Amerikan romanını yazacaktı; İçinde Amerikan futbolu, uyuşturucu, seks, tenis, matematik, bağımlılık, televizyon, filmler ve diziler, boşa geçirilen saatler, eğlence peşinde koşan ama bula bula yalnızlık bulan insanların olduğu bir çeşit ansiklopediydi bu tuhaf yapıt.

Roman gerçekten de Amerika’da bir fenomen oldu. Kitabın tanıtımı için çıkılan turneler, ağzına kadar dolu salonlarda imza ve okuma günleri, haber programlarına konu edilen ve kimsenin tam olarak ne anlattığını bilmediği devasa bir kitap… Ülkenin gündemindeydi artık Wallace. Infinite Jest adlı yapıtı hevesle alınan ama bir türlü sonuna kadar okunamayan kitapların en ünlüsü haline geldi.

Wallace’ın metinlerinde biçimsel ve felsefi oyunlar elbette bolcaydı. Ancak kendisi büyük yapıtların yalnızca bu hünerlerini ortaya koyarak “aferin” peşinde koşan ve sadece sevilmek isteyen ortalama yazarlardan çıkmadığını çok iyi biliyordu. Onun yalnızlığı daha büyüktü. Sadece sevilmek değil, sevmek de istiyordu. “Okuyucudan ilgi, alaka ve zaman istiyorsanız, ona bir şey vermek zorundasınız” derdi hep. Wallace’ın yükü ağırdı, zira kendisi çok daha fazlasına niyet etmişti. Acısıyla, saçmalığıyla, umutları ve düş kırıklıklarıyla ve hatta döngüsel anlamsızlığıyla tüm hayatı kâğıda dökmek istiyordu. Bu yüzden hayat kadar karmaşık, hayat kadar ağır metinler yazdı. Hayat kadar ağır yüklerin altına girdi hep. Kahkahadan tebessüme, oradan hüzne çıkan labirentler kurdu.

Wallace’ın derdi edilgenlikle, zararsız görünen ama düşünmenin önüne set çeken uyuşturucularlaydı. Bunların başında televizyon geliyordu; B sınıfı filmler, sabun köpüğü diziler, aptal sabah programları, yalanlara yalan katan haberler. Hayatın narkotik şablonları. Oysa her şeyin bir fiyatı vardı ve serbest piyasa her zaman en doğru değeri tespit ederdi – elbette kendine göre. Bu içi boş hazlara karşı insanlar en kıymetli ve paha biçilmez servetlerini veriyorlardı: Zamanlarını. Sistem içi boş hazlarla insanlardan hayatlarını çalıyordu. Bu nedenle, bir tür can yakıcı farkındalık için, Wallace’ın metinlerinde bir nesnenin tasviriyle o nesnenin kendisi arasındaki mesafe mümkün olduğu kadar azdır.

Wallace söz konusu mesafeyi, tıpkı acıyı tanımlanabilir kıldığı yöntemle, yani ironiyle ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Wittgenstein’ın “ciddi ve derin konular ve sorunlar yalnızca mizahi bir çerçevede tartışılabilir” yaklaşımını edebiyatının merkezine koymuştu. Kendisinin de fazlasıyla beslendiği popüler kültürde mizah ve ironi her yerdeydi. Ancak Wallace buradaki sahteliği görebiliyordu. Popüler kültürde mizah ve ironi sistemi eleştirirken bile onu onaylıyordu. Ortada bir protesto yoktu, bir kuşun kafesine duyduğu aşk vardı olsa olsa… Ona göre mizahla ya acıdan kaçabiliyor ya da onu başka bir şeye dönüştürebiliyordunuz. Yazarken hem eğlenmek hem de ciddi olmak istediğini yazmıştı ustası Don Delillo’ya. Wallace içten gelen o tuhaf mizahıyla, buna uygun, uzun ve çetrefilli cümleleriyle ve olağanüstü gözlem yeteneğiyle başarmıştı bunu. Ancak kâğıt üstünde başardıklarını gerçek hayatta tekrarlayamayacaktı. Belki de kâğıt üstünde başardıkları nedeniyle acı çekmeye devam edecekti.

David Foster Wallace birçok şeyi içeriden anlatabilen ama her şeye dışarıda olan bir adamdı. Popüler kültüre ilgi duyar, televizyona ve filmlere düşkünlüğünü itiraf etmekten kaçınmaz, ama bunlara fazla mesai harcadığını kabul ederek de kendine kızardı. İhtimal, tahmin edilenden daha fazla kızardı. Wallace belki döneminin en ünlü yazarı değildi, ama muhtemelen döneminin gençliğini, onların hayallerini, hayal kırıklıklarını, endişelerini ve kalabalıklar içindeki yalnızlıklarını en iyi anlatan yazarların başındaydı. O hepimizin kafasının içindeki sesti. Belki de öldürmeyi en çok istediğimiz sesti.

Wallace 12 Eylül 2008 tarihinde içindeki sesi öldürmek için boğazına ilmiği geçirdi. Boşlukta sallanan cansız bedenini Infinite Jest’i resmederken tanıştıkları ve “hayatımı değiştiren kadın” dediği ressam karısı Karen Green bulmuştu. Oysa yakın arkadaşları hayatı onun için kolaylaştıran Karen’le birlikte Wallace’ın “normal” (Wallace burada normal için bir dipnot kullanırdı sanırım) bir yaşam sürmeye başladığını ve iyileştiğini düşünüyordu. İntiharın ardından çoğunluk suçu, karın ağrıları yüzünden yıllardır kullandığı anti-depresanı bırakmasına bağlayacaktı. Ama belki de ortada bir suç yoktu. Ya da suç sanıldığından daha büyüktü. David Foster Wallace ilmiği boğazına geçirdiğinde tereddüt etti mi bilinmez. Bildiğimiz tek şey, bir balık olarak suda olmanın bilincini taşıyamadığı için akvaryumu kırmayı tercih ettiği. Zira Wallace’ın metinleri engin denizlerde yüzmediğimizi, bir tatlı su balığı olarak küçük akvaryumlarda ikamet ettiğimizi anlatmıştır hep.

•