Türk Sağı: "Mahalle"ye yüzleşme ve hesaplaşma çağrısı

“Çelenk, Kürt ve Ermeni meselelerinin üstüne de cesurca gidiyor. Kürt edebiyatçı Halit Yalçın’a referansla sorunu şöyle özetliyor: 'Kürtler yaşadıklarını, Ermeniler de öldüklerini anlatmaya çalışıyor, ama Türk sağı bunu anlamak istemiyor.'”

22 Eylül 2022 22:00

Gençliğimde daha keskin solculuğa heves ettiğim bir dönem olmuştu. Şimdiden geriye bakınca bunun epey masalsı olduğunu düşünüyorum. Toplumla hiç alakası olmayan zır-pozitivist bir delinin aklına esenleri büyük fikirlermiş gibi anlatmasından ibaretti.

Mesela o günlerde hiç yadsımadığımız bir laf vardı: “Sağcıdan adam olmaz.” Büyük hikmetler taşırmış gibi benimsenen bu söz, doğrudan bir üstünlük verdiği ve bizim mahallenin “ilericiliğini” vurguladığı için de sevilirdi.

Sanırım her şey biz öğrencilerin hiç sorgulamadan hayat felsefesi yerine koyduğumuz Kemalist sloganlardan birini sorgulamamla başladı. “Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz.” E tamam da niye? Yani, neden aynı sözü Norveç için söylemiyoruz? Türkiye’nin farkı ne?

Derken hayatıma Selim İleri girdi. Selim İleri benim yazarlık ustamdır, iyi olarak ne öğrendiysem kendisinden öğrendiğimi söyleyebilirim. Selim İleri ile sohbetlerimizde onun hep bir sentez arayışında olduğunu gördüm. Bir gün, Behçet Necatigil’le bir anısını anlattı: Necatigil, Selim İleri’ye Sevinç Çokum’un bir romanını “bunu mutlaka okumalısın” diyerek vermiş. Selim İleri’nin burun kıvırdığını görünce kitabı elinden çekip almış. “Okuma!” demiş. “Sen onu okuma, o seni okumasın. Böyle böyle bitsin.”

Böyle böyle, çok erken bir yaşta bu mahallecilik illetinden kurtulduğumu söyleyebilirim. Zira mahallenin yıldızı olmak çok kolaydır. Mahallenin bir karşı mahallesi vardır, her gün düzenli olarak oraya ateş edersin. Sonra da mahalleli seni el üstünde tutar. Ama bu kutuplaşma ortamında da ülke Necatigil’in tabiyle “böyle böyle biter”.

Tarık Çelenk’in Türk Sağı: Mahalle, Kriz ve Kritik kitabını okurken aklımda bu hesaplaşmalar vardı. Çelenk kitabının başında sağcılığı tercih etmesindeki etkenleri şöyle açıklıyor:

“Benim sağcılığım çocukluğuma uzanır. On yaşında iken, Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde okuyan teyze oğlunun yanıma gelip Lenin’in fikirlerini bana anlatışını hatırlarım (…) Üç günün sonunda merhume ananeme içimi döktükten sonra, solculuğun kötü bir şey olduğuna ve hangi şartlarda olursa olsun sağcı olmak gerektiğine ikna olmuştum.” (s. 33)

Akabinde de ona bu kitabı yazdıran yüzleşmeyi, hesaplaşmayı…

Çelenk’in kendi mahallesine radikal addedilebilecek birçok eleştirisi var. Türk sağı dediğimiz fikriyatın temelini milliyetçilik ve Müslümanlık oluşturur. Aslında bu iki fikrin, misal “ümmetçilik” gibi hususlarda birbiriyle çelişmesi beklenirse de, Türk sağında çok iyi meczedildiğini görürüz. Kırmızı ve yeşil, bayrağın üstünde birlikte dalgalanır.

Tarık Çelenk, Türk sağını sorgulamaya girişince aslında karşısına esas duvarı din kurumu örüyor, çünkü onun kutsallığı, sorgulanamazlığı var. Çelenk de bence bu kitap için çok doğru bir tercih yaparak, par prensip, kutsal kitabın kutsallığını kabul ediyor ve onu asla tartışmaya açmıyor, ona dair yapılan tartışmalara değinmiyor, mahallenin düşünsel ve eylemsel tutarsızlıklarını, zayıflıklarını, hatalarını dile getiriyor.

AKP’nin yirmi yıllık kesintisiz iktidarının bize gösterdiği bir şey var: Kim olursa olsun, iktidar gücünü ele geçirdiğinde asla muhalefetteki gibi özgürlükçü kalamıyor. Tersinden söylersem, muhalefetteyken özgürlükçü ve eşitlikçi sloganlar atmak kolay ama iktidara gelince insan arşivlerden utanır hale gelebiliyor.

“Son 20 yıllık AK Parti iktidar deneyimi ise İslam’ın iktidara gelmesi üzerine değildi. Burada önemli bir teorik ayrıntı var. AK Parti deneyimi İslami değerlere sahip, haksızlığa uğrandığına inanan kesimlerin, yani Müslümanların hak ettikleri yerlere ve imkânlara kavuşup ülkeye hizmet vermesi üzerineydi. Sonuç ise maalesef (İslam adına olmasa da) emin sıfatı alması gereken Müslüman bireyler adına pek parlak olamadı.” (s. 25)

Bunun sebebini de Çelenk’in yazısından bulalım:

“(…) temel belirleyici mahallede oldukça es geçilen ‘vicdan’ ve ‘sağduyu’ kavramlarıdır. Özgürlük, dua ve vicdanın sadece dinî ifadeler ve kendi mahallemiz için pratikte geçerli olmasının kabul edilmesi ciddi bir açmazdır.” (s. 26)

AKP’nin kuruluşuna giden yollar 28 Şubat darbesiyle döşenmiş, ekonomik kriz de kırmızı halısını sermişti. Bir de seçim barajı gelince AKP üçte bir oyla tek başına iktidar oldu. İktidarın başlarında AKP’nin özgürlükçü politikalara sarıldığını gördük. Dünyaya diğer bütün partilerden çok açıktı, özgüvenliydi, evrensel normların sözcüsüydü. Ne zaman ki iktidara yerleşip muktedir oldu, on üç yılda yaptıklarını beş senede yok etti.

Bu durumda Çelenk de bugünden geriye bakarak iktidarın Müslümanları nasıl yozlaştırdığından dem vuruyor. Yolsuzluğun alıp başını gittiği günlerde din âlimi kisvesine bürünmüş zevatın yapılanları tevil etmek için bin dereden su getirdiğini, değerleri yaşamın gailesi haline getirmiş STK’ların ise çıt çıkarmadığını gördük. Dinin bu kadar siyasi yanlışları tevil için kullanılması da özellikle gençleri dinden soğuttu, uzaklaştırdı. Din buysa eksik olsun diyen gençler muhafazakârların entelektüel gelişimine destek vermediler. Oysa, 28 Şubat’ın en çetin koşullarında, muhafazakâr olduğunu söyleyen gazetelerin yayınlarına, yazar kadrolarına bir bakın. Çıkan kitaplara bakın. Nitelik kaybının böylesine belirgin olması hem üzücü hem de düşündürücü.

İyi de, meydan nasıl bu kadar boş kaldı diye de sorabiliriz. Muhafazakârların entelektüel mücadelesine destek vermesi gereken sermaye sınıfı nereye gitti? Zira bu insanların kaliteli üniversite ve dergileri finanse etmeleri lazım, çünkü entelektüel dediğimiz insan son kertede dergilerde ve akademide yaşayan bir endemiktir. “Kültürel hegemonyayı” kırmanın yolu da daha nitelikli fikir ve sanat ürünleri ortaya koyabilecek insanları yetiştirmekten geçer. E bu da her şeyden önce büyük sorgulama cesaretini, yabancı dil bilmeyi ve mahallenin desteğini gerektirir. “Mahalle desteği” derken kast ettiğim, aforoz edilme korkusundan bağışık olmaktır. “Vay, sen bunu nasıl söylersin!” diyen birileri olsa da mahalle hoşgörüsünün bu ifade özgürlüğünü savunacak bir olgunluğa sahip çıkması.

“Anadolu burjuvazisi bu kadar sermayeye rağmen, gençlere nasıl düşüneceğini öğreten Galatasaray Lisesi, Robert Kolej gibi geleceği olan okullar kurmanın kaygısını taşımadı, bugün de pek taşımamakta.” (s. 37)

Öyle ya da böyle, seküler burjuvazi ile muhafazakâr burjuvazi arasında büyük bir fark var. Bunu da evvela kurdukları üniversitelerde ve ses çıkarma güçlerinde görüyoruz. Tabii ki devletten bağımsız, dünya rekabetiyle işlerini büyütmüş bir işinsanı Türkiye’de parmakla gösterilecek kadar azdır. Bu yüzden de bir gözleri hep devlette olur. Müteahhit tek bir emirle araba yapılacaksa araba yapar, gazete satın alınacaksa alır, yeter ki işi bozulmasın. Gene de seküler burjuvazinin muhafazakârlara göre çok daha “birey” olduğunu görüyoruz. Muhafazakâr burjuvazi bugün kendi elitini yaratmak yerine saçma sapan propaganda aygıtlarını finanse etmekle meşgul. Ama bu sadece bugünle kısıtlı bir acz de değil, yirmi sene sonra AKP döneminde köprü var, yol var, cami var, en büyük bayrak direği gibi niceliksel işler var ama roman yok, sanat yok, hatta müzik yok.

“Kültürel iktidarı sağlayabilselerdi iktidar kimi bakımlardan hep devam edecekti. Kültür, sanat, düşünce ve özeleştiri desteklenmeyince vizyon ortaya çıkmıyor ve tahkik-i imana geçilemiyor.”

Çelenk, yazısını şöyle bitiriyor:

“Muhafazakâr mahalle ise artık kentli bir kimlikle ve eğitimle bütünleşmek, kendi sermaye gücüyle otonom bir burjuva yaratmak zorunda. (…) Yarının dünyasında yer almak (…) sadece ekonomik güçten değil, alternatif bir değerler-ahlak paradigması da üretecek yarının fikirlerinden bahsetmemizi gerekiyor.” (s. 32)


Tarık Çelenk

Geliyoruz, en can alıcı kısımlardan birine. Dinin bizatihi kendisinin sorgulanması. Sorgulamaya ve ifade özgürlüğüne hudut çekildiğinde asla beklenen yere varılamaz çünkü. Kimi zaman mahalledeki herkesi rahatsız etme pahasına da olsa… Bir örnek vereyim. Dünyanın en önemli romancılarından biri olan Salman Rushdie uluorta bıçaklandığında mahalleden kim ses çıkardı? Geçtim Şeytan Ayetleri’nin yayımlanmasını mümkün kılabilecek bir iklimi oluşturmayı, bir cinayet girişimine bile ses çıkarmamak zımnen kabul etmek, içine sindirmek anlamını taşımıyor mu? Charlie Hebdo’da benzer bir şey görmemiş miydik? Bir parantez açıp Charlie Hebdo’nun yaptığını demokratik kültür içinde görmediğimi, tasvip de etmediğimi belirteyim, zira sadece birilerini tahrik etmek için yayıncılık yapmayı, ötekini asla anlamamayı içime sindiremiyorum. İnsanları mutsuz edecek ve bunu yaparak başkaca hiçbir şey kazanmayacaksan, niye yapasın? Ama derginin ateş yağmuruna tutulmasını hiçbir şey açıklayamaz. Peki, Müslümanlar nerede? Sesleri neden çıkmıyor – çıkanlar da çok cılız.

Yukarıda, cümle arasında “yol var” diye geçiştirdim ama bunun üstünde biraz duralım istiyorum. Zira “yol yaptı” kolay kolay geçilecek bir söz değil bu iktidar için. Çelenk bu yol yapımının simgesel önemini daha önce düşünmediğim çok berrak bir şekilde ifade etmiş:

“Türk sağının bugününün anlaşılmasında bu tabandaki göç olgusu ve merkeze yerleşerek birinci sınıf vatandaş olma gayesi önemli iki unsurdur. Demiryollarının, telgraf hatlarının, limanların, karayollarının ve havalimanlarının inşası bu anlamda Türk sağı tabanının hafızasında önemli yer tutar.” (s. 64)

Şerif Mardin’in bazı uzmanlarca çoktan aşılmış olan “çevre-merkez” paradigması burada yeniden karşımıza çıkıyor. Yol fiziki açıdan ulaşım rahatlığı anlamına gelse de, zihniyet düzeyinde “merkeze ulaşmayı” karşılıyor. Reşat Nuri’nin Anadolu Notları’nda köylünün çaresizliği apaçık görülür. Yaşamdan bir umudu olmayan sessiz kalabalıkların binbir güçlükle eşek sırtında ya da yayan köyün merkezine gelmesi büyük olaydır. Her kuşakta “merkez” değişmiş, köyden şehre, sonra da büyük şehre geçmiştir ama yürüyüş hiç bitmemiştir – bugün bile.

Peki, bu yürüyüşün sonuçları ne oldu?

“1950’den itibaren DP, AP, ANAP ve Ak Parti gibi sağ partiler devamlı taşradan şehirlere göçü teşvik ettiler. Bunda hazine arazisi paylaşımı ve merkezdeki rant alanlarına dayalı siyasi politikaların rolü büyüktür. 1990’lı yılların sonunda artık karşımızda kent kültürü değil, kasaba kentler ve taşra kültürü dinamizmi yer alıyordu.” (s. 68)

Kasaba dünyanın en baskıcı, her türlü özgürlüğe düşman yerleşim şeklidir. Köyde alan çok geniş olduğundan ötürü özgürlüğün teminatı coğrafyadır. Özgürlüğe yürüyerek ulaşabilirsiniz. Şehirlerde ise özgürlüğün teminatı insan kalabalıklarıdır. Birbirinden farklı inançlara ve yaşam şekillerine sahip kalabalıkların varlığı size özgür bir alan sağlar. Oysa kasaba ne köy kadar geniş bir coğrafyaya sahiptir ne de kent kadar yoğun bir nüfusa. Bu arada sıkışmışlık hali de baskıyı peşi sıra getirir. “Mahalle baskısı”, kasaba kültürünün olmazsa olmazları arasındandır. Kasabaya girdiğinizde ifade özgürlüğü hasar görür, akademi ise çok dar alanlara sıkışır. Türkiye’de her şehre üniversite açmanın sonuçlarını bir de bu açıdan değerlendirdiğinizde, neden nicelik açısından üniversitelerin –binalar– sayısı artarken akademik açıdan –uluslararası hakemli dergilerdeki yayınlar– sürekli gerilediğimizin cevabı kendiliğinden meydana çıkar.

Tarık Çelenk’in eleştirdiği kesimlerin başında “ağır abiler” geliyor. Sağın “ağır abiler” dediği bu kesimin sol literatür karşılığı “eski tüfekler”dir. Ama “ağır abiler” ile “eski tüfekler” arasında bir fark var. İkinci kesim genellikle diyalektik materyalizm gibi konularda bilgi sahibidir ve belli bir argümantasyonu rahatlıkla yapar. Oysa, sağın ağır abileri, Çelenk’in de belirttiği gibi, ezberleri tekrar etmekten pek ileri gidememişlerdir. Siyon Liderlerinin Protokolleri gibi kitapların eleştirel düşünceyi nasıl iğdiş ettiğini Çelenk’in satırlarından okuyabiliriz:

“Lise yıllarımda çoğu sağcı gibi, bizi Türk ve Müslüman kardeşlerimizden emperyalistler ve Siyonistler ayırdı diye düşünürdüm.” (s. 41)

Bu da ağır abilerin dünyayı komplolar ışığında okumasına yol açmıştır. Tuhaf ve manasız bir “dünyayı yönetenler” sakızını onyıllardır çiğnemekten vazgeçmemişlerdir. Şimdi bunun tabii belli sebepleri var: Bir, bütün başarısızlıklara bir perde oluyor. Biz yapamadık çünkü dünyayı yönetenler bizim başarmamızı istemiyor. İki, başarıların değerini artırıyor. Onlara rağmen yapabildik. Üç, mağduriyetin getirdiği dayanışmacı enerjiyi sağlıyor. Ve dört, en baskını da bu, entelektüel gelişmenin önünü tıkıyor. Madem böyle, o zaman biz bu olduğumuz yerde kalabiliriz. Bu yol haritasının başında açıklanan müphem “Dava” kavramı da birinci ve dördüncü madde arasında “şimdi sırası değil” denerek asla sorgulanmıyor.

Bunca işkenceye, baskıya, zulme direnen solun çok kısa sürede “arkaik” kalmasının altında teknolojik gelişmeyi yakalayamaması yatıyor bence. Ortodoks ezberler, internetin dünyayı görülmemiş ölçüde küreselleştirdiği bir dünyada işe yaramıyor. Sağı mahvedenin ise komploculuk ve kutsallığın getirdiği eleştiriden vareste kalmak olduğunu düşünüyorum. Dünyayı beş ailenin yönettiğine, Lozan’ın gizli maddeleri olduğuna, Lozan’ın yüz sene sonra ortadan kaldırılacağına dair ezberlerin maalesef sonu gelmiyor.

Çelenk, Kürt ve Ermeni meselelerinin üstüne de cesurca gidiyor. Kürt edebiyatçı Halit Yalçın’a referansla sorunu şöyle özetliyor:

“Kürtler yaşadıklarını, Ermeniler de öldüklerini anlatmaya çalışıyor, ama Türk sağı bunu anlamak istemiyor.” (s. 43)

Gelgelelim, Ermeni meselesine dair bu cesur çıkışının altını pek doldurmuyor Tarık Çelenk. Dahası, Ermeni kıyımının en önemli ismi Talat Paşa’ya dair hayli övücü satırlar kaleme almış:

“Talat karizmatik, arka planda kalmasını seven bir karar vericiydi (…) Talat, sadaret makamını bırakıp Edirne müdafaasına gönüllü asker gidebilecek kadar da mütevazı ve cesaretliydi. (…) Başta Talat, Enver ve Cemal olmak üzere idealist ve ahlaklıydılar. Mütevazı yaşadılar ve öyle öldüler.” (s. 102)

Açıkçası bu satırları anlamakta zorlandığımı ifade etmek mecburiyetindeyim. Talat Paşa milyona yakın Ermeni’nin ölüm yürüyüşüne çıkarılma emrini veren ve bunu planlayan kişidir. Dolayısıyla Talat Paşa’yı övmekle Hitler’i övmek arasında aman aman bir fark bulunmaz. Hitler de lükse tamah etmemişti, işte bütün lüksü Kartal Yuvası’nda bir dağ evi; bugünün Türkiyesi’nde herhangi bir belediye başkanı kendine üç katını yaptırabilir. Ama bu yaşam tarzı Hitler’i aklamaz.

Enver, Talat ve Cemal paşa.

Enver’in üstünde çok durmayacağım ama geçerken birkaç çift söz etmek istiyorum. “Enver’in ahlakı” nedir? Damat olması hasebiyle hak etmediği şekilde bir anda paşa yapılması mıdır? Yoksa Sarıkamış’ta on binlerce askerin donarak ölmesine yol açmak mıdır? Ya da Sarıkamış faciasının dönüşünde basını sansüre boğmak mıdır? Enver Paşa’nın idealizminden Türkiye ne fayda gördü bugüne kadar?

Neyse, Enver’i bırakalım bir kenara. Çelenk, Talat Paşa’nın bir sözünü alıntılamış: “Dünya Savaşı olmasaydı başka bir Türkiye kurulabilirdi.” (s. 104) E iyi de girmeseydin o zaman savaşa? Osmanlı top ateşine tutulup da savaşa girmedi. Bu üçlünün akıldaneliğinde “bir gece ansızın” Sivastopol’u bombalamaya başladılar. Sonra da olan oldu, Osmanlı daha da perişan hale gelirken İttihat Terakki triumvirası ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Oysa, Birinci Dünya Savaşı’nda Cemal Paşa ile birlikte Zeytin Dağı’nda olan Fatih Rıfkı, aynı adı taşıyan meşhur kitabında, 1918 Eylül ayında Filistin cephesi çöktükten ve savaş kaybedildikten sonra İstanbul’a dönüş treninde karşılaştığı bir anekdotu anlatır. Tren Anadolu’da bir istasyonda durduğunda bir kadın “trenin gideceği yolun” tersini gösterdiği askerlere “Benim Ahmed’i gördünüz mü?” diye seslenmiş. Falih Rıfkı Zeytindağı'nda şöyle yazıyor:

“Anadolu Ahmed’ini soruyor... Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed’i kumarda kaybettik.” [1]

Falih Rıfkı’nın dediği gibi Ahmed’ler bir kumarda kaybedilmiştir ve bu kumarı oynayan da İTC’nin tepesindeki üç kişiden başkası değildir. Peki, kumarı neden oynadılar? Onu da Falih Rıfkı’dan dinleyelim:

“Cemal Paşa artık ordu kumandanı değildir, mütareke yakındır. Artık harbe niçin girdiğimiz münakaşa edilebilir. (…) Arkadaşım Y. K. –Yakup Kadri– bahriye çatanası içinde Büyükada’ya giderken sordu:

– Paşam, söyler misiniz, bu harbe niçin girdik?

Ve üç-dört sene içinde bunalttığı bir nefesi boşaltmış gibi ohlıyarak bekledi. İşte cevap:

– Aylık vermek için!

Ve, ilave etti:

– Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik.

Kırtasiye ve maaş imparatorluğunun tarihi işte, böyle biter.”

Görüleceği üzere, Talat Paşa ve arkadaşları, geldikleri iktidarı tamtakır ettikleri için bağımsız kalamamış ve savaşa girmişlerdir. İşte bu yüzden, Talat Paşa’nın bu sözlerinin pek bir kıymeti harbiyesi olduğunu düşünmüyorum. Pek tabii ki, Dünya Savaşı olmasaydı, başka bir Türkiye kurulabilirdi. Ona bakarsanız İttihatçılar hazineyi tamtakır etmeseydi de kurulabilirdi – örnekleri çoğaltabiliriz… Zaten benzer sorgulamayı Çelenk de yapıyor:

“Osmanlı Hıristiyanları tehcir, mübadele veya karşılıklı acılarla tasfiye edilmeseydi bugün ülkemiz ne ve nasıl olurdu?” (s. 140)

Bu soruya cevap aradığımızda İttihat Terakki ile başlayan Türkleştirme politikalarına da girmiş oluyoruz. Burada Taha Akyol’dan mülhem “karşılıklı acılar” diyor Çelenk ama hep bir zincirin halkalarından söz ediyoruz: Ermeni kıyımı, Rum mübadelesi, Türklüğün tanımı, gayrimüslimlere ekonomide getirilen kısıtlamalar, 1925 Şark Islahat Planı, 1938 Dersim, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, 20 Dolar 20 Kilo…

“Ne dersek diyelim, bugün hâlâ anayasal düzenden bahsedebiliyorsak Midhat Paşa’dan, Talat Bey, Gazi Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ve Celal Bey’e dek birçok değerin emeklerini saygıyla anmamız gerekiyor.” (s. 106)

Talat Paşa elbette tarihî bir şahsiyettir ama bence pek hayırla anılası bir insan değildir. Bir insan tepeden tırnağa kötülük edemeyeceğine göre mutlaka yaptığı iyi işler de olmuştur. Ama Talat Paşa deyince herhalde aklımıza en son gelecek şeylerden biri anayasal düzendir diye düşünüyorum.

Konudan biraz saptığımın farkındayım ama Türk sağının gözünde Talat Paşa kahramanlaştırılacaksa daha en baştan binayı yanlış inşa ediyoruz demektir. Gerçi Çelenk de bir başka yazısında şöyle diyor:

“Kürt ve Ermeni konularının kör bir inkâr ve ısrarla Türk’ün Türk’e propagandası şeklinde devam ettirilmesi…” (s. 134)

Bir sonraki sayfada:

“Artık Türk milliyetçileri, Kürt ve Ermeni konularıyla açıkça yüzleşebilmelerinin, konuşmalarının veya müzakere edebilmelerinin abdestlerini bozmayacağına kani olmalıdır.”

Ermeni meselesine dair yazılarında (277-291) çerçeveyi “ortak acı” olarak çiziyor, buna katılmadığımı ifade etmiştim. Burada iki halk veya iki devlet savaşmıyor çünkü. Bir devlet kendi halkını ölüme sürüyor ki, Türkiye’nin sağının da, solunun da, hatta ganimet seferine çıkan Kürtlerin de bu konuyla yüzleşmesi şart.

Kürt meselesine de duyarsız kalmıyor Çelenk. Mahallenin bam tellerinden biri olduğunu bilse de basmaktan çekinmiyor hiç. Bir Türk’ün neye hakkı varsa bir Kürt de eşit olarak o haklara sahiptir, diye çok basit ifade edebileceğim bir önermeye sanıyorum Çelenk de karşı çıkmayacaktır.

Tarık Çelenk, Türk Sağı’nda mahalleyi derin bir yüzleşmeye, yerleşik kabulleri sorgulamaya ve entelektüel bir hesaplaşmaya çağırıyor. Bunu yaparken de ilk sözü cesaretle kendisi söylemekten imtina etmiyor.

Mahalle, iktidara uzakken ne kadar özgürlükçü fikirler üretiyorduysa şimdi bir o kadar baskıcı oldu. Baskıya içerden pek ses çıkarılmıyor. Sadece o mahallenin içinde bir azınlık bu düzene cesaretle meydan okuyor ki, eğer Türk sağı bu rüzgârı takip ederse Türkiye’nin önünde güzel günler, büyük umutlar var demektir.

Türk sağı kentlileşip demokratlaşmadan Türkiye’ye demokrasi gelemez. Bu açılardan Tarık Çelenk’in kitabını entelektüel hayatımız için umut verici bir çalışma olarak nitelendiriyorum.

• 



[1] Falih Rıfkı Atay, Ateş ve Güneş-Zeytindağı, yay. haz. Cüneyt Tandoğan, Pozitif Yayınları, 2017, 304 s.