"Bozkurt’un öykülerinde tedirgin, ne yapacağını tam bilemeyen, daha çok bir şeyler yapmaya sürüklenmiş öykü kişileri hiç az değil. Hikâyeleri de, onların ağzından anlatılmadığında bile, ilk anda neler olup bittiğini kestirebileceğimiz netlikte değil – öykülerin kurguları sorular, boşluklar, belirsizliklerle ilerliyor. Bu kişilerle hikâyelerinin anlatımı arasında bir uyum var."
22 Eylül 2022 22:30
Kadire Bozkurt, ilk iki öykü kitabındaki[1] diyalogların büyük bölümünde cümleleri öykü kişilerinin mi, anlatıcının mı söylediğini saptamanın ilk anda kolay olmadığı bir yöntemi yeğlemiş, konuşmaları tırnak içine almadan vermişti. Satırbaşları da yardımcı olmuyordu bize, öykü kişisi bazen bir paragrafın ortasında söze girebiliyordu, hatta konuşmalar kimi zaman alt alta değil, yan yana veriliyordu. Konuşmaları böyle paragraf içerisinde aktardığında “dedi”ler, “dedim”ler kılavuzluk ediyordu – ama her zaman değil. Benzer biçimde bazen anlatıcı paragrafın içinde değişebiliyor, ben-anlatıcının rasgele bir cümlesini üçüncü tekil anlatıcının bir gözlemi, saptaması izleyebiliyordu. Kimi öyküdeyse öznenin belirtilmemesi tereddüde neden oluyordu, hangi öykü kişisi hakkında bir şeyler söylendiği okur okumaz anlaşılamayabiliyordu.
Öykülerin ilerleyişinde, akışında da bir tereddüt yaratan bu tercih için, iyidir ya da kötüdür demek, yahut tırnak içine alınmış konuşmaların daha uygun ya da uygunsuz olduğuna ilişkin bir şeyleri yekten ileri sürmek yersiz; her bir öykünün özelinde değerlendirilecek bir tutum bu. Bozkurt’un öyküleri bağlamındaysa şu rahatlıkla söylenebilir: Onun öykülerinde bir hayli mütereddit haller bulunduğu/anlatıldığı için bu “biçimsel” tercihi öykülerin duygusunu, atmosferini destekleyen, bunlarla uyumlu bir tutum olarak değerlendirmek mümkün. (Biçimsel kelimesini tırnak içine alıyorum, çünkü bu salt biçime dair bir tercih değil, aksine, biçimden başlamakla birlikte metnin geneli üzerinde, belirttiğim üzere mesela atmosferi, duygusu üzerinde de etkisi olabilen, kimi zaman bunu kuran bir teknik. Zaten bir edebi metni biçimsel olan ve olmayan şeklinde ayrıma tabi tutmak da ne kadar doğru, tartışılır!)
Bozkurt, son kitabı Buzkandilleri’ndeyse[2] konvansiyona uymayı yeğlemiş; kişiler tırnakların içinde konuşuyorlar! Söze bu tırnak bahsinden girmem, konuşmalar böyle verilsin verilmesin Bozkurt’un öykülerinde belirsizliklerin, tereddüdün, soru işaretlerinin yaygın ve handiyse karakteristik olmasından ötürü. Tırnakları kaldırmak bir yöntem, ama buna başvurulmadığında da anlatılanlar apaçık, bütün boyutlarıyla aşikâr değil Bozkurt’un öykülerinde. Bozkurt’un üç öykü kitabında da tedirgin, ne yapacağını tam bilemeyen, daha çok bir şeyler yapmaya sürüklenmiş, hatta yaptıklarının kendi tercihleri mi, bunlara mecbur mu kaldıkları sorusunu sorma şans ya da imkânı olmayan öykü kişileri hiç az değil. Hikâyeleri de, onların ağzından anlatılmadığında bile, ilk anda neler olup bittiğini kestirebileceğimiz netlikte değil – öykülerin kurguları sorular, boşluklar, belirsizliklerle ilerliyor. Bu kişilerle hikâyelerinin anlatımı arasında bir uyum var. Hikâyelerin dümdüz, çok net belirlemelerle, neden-sonuç bağlarının altı çizilerek anlatılmaması, kişilerin ruh hallerindeki tereddüdü, tedirginliği sezmemize, solumamıza, bunların bize geçmesine yardımcı oluyor. Benzer biçimde kişilerin çok az kulak verebildiğimiz iç sesleri, ama daha ziyade yapıp ettikleri, –tedirgin, mütereddit hareketlerle yapıp ettikleri– onların hikâyelerindeki belirsiz kimi noktaların biraz olsun anlaşılmasına, neler olduğunu bir parça sezmemize imkân sağlıyor.
Bozkurt’un öykülerinde anlattığı mütereddit haller ve öykülerin mütereddit akışı, tahmin edileceği üzere, okuru da büyük ölçüde tereddüde sürüklüyor; özellikle ilk kitaplarındaki görece daha kısa öykülerde neler olup bittiğinden tam olarak emin olmak pek kolay değil. Kurguda bırakılan boşlukları, bu boşlukları tamamlayabilmek için elimize tutuşturulan ayrıntılar, şöyle bir değinilip geçilen bir şeyler, anlık görüntüler vs. ile tamamlamaya çalışmak zorunda kalıyoruz. “Ne yapmıştır?” “Ne yaşanmıştır?” gibi sorular büsbütün yanıtsız değilse de adlı adınca şu oldu bu oldu demek de mümkün olmuyor. Bozkurt’un öykü kişilerinden birinin şu sözlerinde öykülerin genel yapısına dair bir işaret var gibi.
“Araya sessiz bir sıkıntı girdi. Cırcırböcekleri yeniden başlamasa az kaldı anlatacaktım ne varsa.” (BKB, 55)
Sessiz sıkıntı anları hayli çok Bozkurt’un öykülerinde, konuşmaya anlatmaya pek mecalleri yok öykü kişilerinin, (onların hikâyelerini dışarıdan anlatanlar da farklı değil), anlatılar da biraz bu yüzden eksik, boşluklu; belki bir şeyler az biraz farklı olsa “ne varsa” anlatılacak, ama öyle olmamış – “az kalmış”. Huzursuz anların hikâyelerini anlatmayı yeğlediği söylenebilir Bozkurt’un. Bunların bazısı günlük hayattan, hayli sıradan denebilecek anlar. Beklentilerin gerçekleşmeyeceğinin anlaşıldığı, yenilerineyse heves kalmayan zaman dilimleri; bir atılım yapma kararı alınmışsa bile göz ardı edilemeyen boşunalık hissinin eşliğinde, mecalsiz –sözümona– ileri atılışlar; yıllarca bilip de bilmezden gelmeyi yeğlemenin sonucunda uğranılan hüsranlarla tadı ziyadesiyle kaçmış anlarda, hiç değilse zevahiri kurtarmak için yapılanlarda ya da söylenen sözlerde anında sırıtıveren sakillikler… Bazı huzursuzlukların nedeniyse daha belirlenebilir şeyler; sabit, somut, saldırgan durumlar, karşılaşmalar. Ancak bunlar da rastlantısal olarak öykü kişilerinin içine düşüverdikleri, kendilerini ummadık biçimde içinde buldukları olağanüstü, sıra dışı anlar değil; belki de içlerindeki huzursuzluk onları buralara, bu karşılaşmalara çekiyor, ya da bir şeyler karşısında geri durmalarına engel olan gene kendi tereddütleri, kendi içsel çatışmaları. Bize içteki huzursuzluğu duyuransa en önce öykü anlatıcılarındaki tutukluk. “Akşam Servisi” öyküsünün girişi örnek verilebilir buna.
“Tuhaf bir turuncu. Benim o renk rujum yok. Gözüne gözüne sallamalı. Ne bu? Kayan havluyu düzeltip yaslandı, havuzdaki çocuklarına baktı. Kapıcının kızına yüzme öğretiyorlar güya. Boğacaklar kızı.” (KD, s. 65)
Daldan dala sıçrayan bir zihin, içte şaşkınlık, tepki, hatta saldırgan olabileceği düşünülebilecek bir tepki belki de, beri yanda da gördükleri – dışarısı. (Anlatıcının değişiverdiğine de dikkat çekerim.) Öykü ilerledikçe o tuhaf turuncunun ne olduğunu az çok tahmin ederiz, havuz başındayken neden aklına geldiğini, aslında aklından hiç çıkmadığını, mıhlanıp kaldığını içinde bir yerlerde, ama bazen de böyle su yüzüne yükseldiğini. Vurgulamak istediğimse anlatıdaki tutuk ton, başta mütereddit dediğim de böyle bir şey. Öykülerin tonu okuyanı duygudaşlığa çağırmaya düşkün bir ton değil, bir mesafe genellikle korunuyor, okuru tavlamak için afili laflar da pek edilmiyor haliyle. Örneğin aile içi bir çatışmada hangi tarafı tutmamızın istendiğinden söz etmek mümkün olamıyor mesela, anlatıcılar öykü kişileri olarak o çatışmanın içinde olsalar da, çoğu zaman daha önce yaptıkları bir şeyleri ya da o anda yapageldiklerini ilanihaye savunacak halde değiller, pişmanlıklar ânında üşüşmüş, içinde bulunulan ruh haline eklemlenmiş durumda – sürekli bir tereddüt hali. Öykü kişilerinin içlerindeki çatışmalardan bizi ilk önce haberdar eden ve yarattıkları huzursuzluğu bize geçiren de (bir anlamda huzurumuzu kaçıran da) yine bu tutuk ton.
Kadire Bozkurt’un öykülerinin kabaca iki ayrı eksende ilerlediğini ileri sürmek mümkün gibi görünüyor bana. İlki, ilk kitabına da adını veren küçük dertlere, öbürüyse daha çarpıcı meselelere ilişkin öyküler. Bununla birlikte, bu ayrımın çok keskin olduğu düşünülmemeli. “Çarpıcı” diye nitelediğim, skandal ya da spektaküler gibi nitelemelerle de anılabilecek meseleler öykülerin bütün gövdesini oluşturmuyor, handiyse bir görünüp yittikleri söylenebilir; öyküler daha ziyade bu meselelerin kişilerde yarattığı ruhsal sancı ve sarsıntılara ya da bunlardan ötürü farklı öykü kişilerinin arasında çıkan (ya da çıkamayan ama üzeri de örtülemeyen) çatışmalara odaklanıyor. Bu sancı, sarsıntı ya da çatışmalar adları konularak, haklarında uzun uzadıya laflar edilip büyük sözler söylenerek de ifade edilmiyorlar. Bu sancılı, skandal durum ve olayların öykü kişilerinin aralarında (ya da kendi içlerinde) neden oldukları gerginliklere odaklanılmasına (ve bu odaklanmaların da tumturaklı odaklanmalar olmayıp gene tereddüdü hissettiren bir tonda aktarılmasına) rağmen, bu “çarpıcı” meselelerin heybeti, cesameti yine de öykülerin tartısında ağır çekebiliyor.
Şunu saptamak yerinde olacaktır: Çok yetkin kompozisyonlarla kurgulanmış öyküler söz konusu, birkaç kelimeyle çizilmiş, basit, sıradan, ama öykü kişilerinin duygu durumlarıyla metnin atmosferini belli belirsiz sezdiren dış görüntüler, gündelik bir sohbetin içinden rasgele seçilmiş gibi durmakla beraber öyküdeki gerilimin ilk izlerini bize duyuran konuşma parçaları, öykü kişilerinin iç dünyalarındaki sıkışmışlıkları ya da tepkilerini çok açık etmeden duyuran yüklü, ama gösterişsiz hareketler ve bunların birleşimiyle, birbirlerini izleyişleriyle vücut bulan sahneler. Öykülerin dili de iddiasız, büyük sözlerden, çarpıcı tespitlerden uzak bir dil. Bu yapının, daha doğrusu bu özelliklerle meydana gelmiş öykü evreninin Kadire Bozkurt’a edebiyatta ifadesi genellikle çok kolay olmayan, ânında didaktizme, ahlakçılığa kayma riski taşıyan kötülük bahsi üzerine hikâyeler anlatmak için uygun göründüğünü zannediyorum. Nitekim boyutu, cesameti büyük ya da küçük olsun, kötülükler az değil öykülerinde, bunun yanı sıra küçük zannedilen kötülüklerin (ve dertlerin) kişilerin iç dünyalarındaki yansımasının yeri geldiğinde devasa olabileceğini de sezdiriyor Bozkurt’un öyküleri. Bir öyküde karşımıza çıkan skandal, olay büyükse bunu yaşayanların hayatlarına nasıl devam ettikleri sorusu (devam edip edemedikleri değil, devam ederken hayatın olağan akışına ne ölçüde yaklaştıkları ya da yaklaşamadıkları, tanık oldukları yahut yaşadıkları şeyi hatırlamaya nasıl tahammül ettikleri sorusu) ister istemez belirir, bu sorular ortadayken devam eden hayatlardaki sarsaklıklara, sakilliklere, kaçışlara, saklanışlara dair anlık görüntüler öykünün iç dengesini sağlayamama riski taşıyabilir. Şunu düşünmek de mümkün elbette: Öykünün akışındaki aritmi yaşananların bir tezahürü de olabilir, dolayısıyla kurgu (“biçim”) yine esasa dair özel bir ifade halini alabilir, beri yandan sanırım burada üzerinde düşünülmesi gereken, denge meselesine bulunan çözümlerin ne sonuçlar yarattığı, kimi çözümlerin bazen iri kaçabileceği yahut inandırıcılığı zedeleyebileceği. Kadire Bozkurt’un öyküleri, ele aldığı meselelerin yanı sıra öykülerin kompozisyonu içinde bunların aktarılışına getirilen çözümlerle de üzerlerinde durulmayı hak ediyor. Giderek edebiyatın şaşırtıcı olay silsileleriyle iri, veciz sözlere sıkıştığı bir vasatta, anlatılan olaylar ve kişilerin ruh halleri kadar bunların nasıl anlatılacağını, olay akışının nasıl kurgulanacağını, hangi ayrıntılara belli belirsiz odaklanılacağını da sorun etmek gerektiğini hatırlatan, düşündüren öyküler var Buzkandilleri’nde.
Bozkurt’un öykülerinde bulunduğunu ileri sürdüğüm iki ana hattın kesişip çakıştığı alansa genellikle aile içi ilişkiler, özellikle de evlilikler ya da eşlerin birbirinden ruhen çoktan uzaklaşmış olduğu birliktelikler. Kişilerin kendilerinden uzaklaşmalarını da yabana atmamalı; bir zamanlarki hallerinden, beklentilerinden çok uzak düşmüş olanlar da var aralarında, hiçbir zaman nasıl biri olacağını kestiremeyip başkalarını örnek almış, ancak bu örneklerin üstlerine bir türlü tam oturmadığını görmezden gelerek (ve gelemeyerek) oyunu sürdürmeye çabalayanlar da. Normların, olması gerekenlerin, başkalarının yapıp ettiklerinin, hayatın olağan akışı haline gelmiş saçmalıkların basıncıyla ellerinden bir şeylerin, hayatlarının kayıp gittiğini ya da gitmekte olduğunu, ne yaparsa yapsınlar gideceğini kestirip bunun önüne geçemeyen, sıkışmış öykü kişileri de az değil.
Bir Kalbin Boyutları’nda yer alan “Yaşıyoruz Madem”in başlığı çok şey söylüyor onlar hakkında. Bir teslimiyet tınısı var “madem”de – “yaşıyoruz”la yükselir gibi olan bir şeylerin, ne bileyim, hevesin, özenmenin, tutku denmese de onu uzaktan andıran kimi duygu kırıntılarının ânında çöküvermesine neden olan bir beyhudelik hissi. Nitekim öyküde de şöyle geçiyor bu ifade: “Yaşıyoruz madem, diyorum, öyleyse tamam.” Bunu söyleyen öykünün anlatıcısıdır ve arkadaşının ona öğüdüyse şöyle olur:
“Herkes ne yapıyorsa onu yaparsan başın ağrımaz. Balık tutarken bira içersen keyif adamı olursun, oltan yoksa serseri. Kendi içinde ne olacaksan ol gene ama bu ahmaklara çaktırma.” (BKB, s. 93)
Ne var ki “iç”in var olma, yaşama şansı yoktur artık, kalmamıştır, dolayısıyla “kendi içinde” bir şey olma imkânı da ellerinden alınmıştır. Ancak herkesin ya da bu “kendi içinde bir şey olmanın” taklidi olabilecektir.
Bozkurt’un öykü kişilerindeki tereddütlerden biri de sanırım arada baş gösteren umut, merak, beklenti kırıntılarıyla hiçbir şeyin değişmeyeceğine, düzelmeyeceğine dair kabullerinin geriliminde beliriyor. (Bazen de bu gerilimin bir benzeri iki öykü kişisi arasında yaşanıyor, birindeki kırıntı öbürünün katılaşmış düşüncesi ya da inancıyla çarpışıyor.) Tereddüt hali genellikle bir tutulmaya neden olur; çakılıp kalmaya, iki gücün etkisi altındaki kişide bir eylemsizlik haline. Nadiren bu gibi eylemsizlik anlarında hayırlı bir boşluk belirir (çoğu zaman belirdiği gibi kısa sürede geri çekilir): İki güç çekişerek birbirini etkisiz hale getirdiğinde yeni bir şeyin ortaya çıkması mümkünmüş gibi görünür. “Yolculuk” öyküsünde böylesi bir an şöyle ifade ediliyor:
“Tuhaf bir an boyunca, başka bir şey oluyor, diye düşündüm. Sıcağa rağmen sırtım boylu boyunca ürperdi. Görünenin ötesindekini görebileceğim sanısına kapıldım bir an. Gerçekle aramda duran perde, zar, o her neyse incelmişti. Dilimin ucundaki sözcük kadar yakındaydı. Sonra ardında hiçbir iz bırakmadan, neyi anlamak üzere olduğuma dair en küçük bir fikrim olmadan yitip gitti.” (B, s. 82)
Bir aydınlanma ânı denebilir mi buna? Neden olmasın, ama daha çok aydınlanma ânının bir andan ibaret olduğunun, hemen peşi sıra ortalığın kararacağının ifadesi var burada. Yine de hiç yaşanmamış bir an değildir bu, en azından bu öykü kişisi için; nitekim neyi anlamak üzere olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyecek de olsa, bir kımıltıya neden olacaktır bu seziş, zarın ardındakinin ne olduğunun öğrenilebileceğine, kendisi de değilse de başkasının, başka bir varlığın bunu bilebileceğine ilişkin bir görü kazanmış gibidir. Aydınlanma ânındaki ışık peşi sıra hemen kararsa da başka bir anda, başka bir yere vurabilecektir, daha önce fark etmeyeceği bir şeyleri sezer gibi olur, gene bir imkânsızlıktır belki, ama farkına varmaktır gene de.
“Buzdolabı” öyküsünde de rastlarız böyle bir âna. Bu kez aktaracağım tam tamına bir “kararma ânı” ama bu kez de bu karanlığın, kararmanın farkına varmanın yarattığı bir aydınlanma belli belirsiz kendisini gösterecektir öykünün devamında.
“Boşa gitti, diye kulağına fısıldayan duyulur duyulmaz bir ses. Ses de değil, yaşamına tanıklık eden bir başka kendi. Hem yaşayan hem yaşamını gözlemleyen… hatırlatan… Ve hepsinin geçtiğini, bundan sonrasının sırtlarında kocaman bir kayayı sürükleyip duracakları günlerle dolu olacağını fısıldayan, bilen bir kendi. Tam üstlerinde gün ışığını kapayan karanlık bir gölge.” (B, s. 51)
Buzkandilleri’ndeki öykülerinde Kadire Bozkurt çarpıcı, skandal diye nitelendirdiğim olaylara biraz daha ağırlık vermiş gibi görünüyor. Hayli sert, sarsıcı, telafisi imkânsız olay ve durumlar bu kitapta daha sık çıkıyor karşımıza. Bu kitabın öncekilerden ayrıldığı bir başka nokta da olan bitenleri belirsiz bırakmak konusunda Bozkurt’un kalemini daha çekinik tutmuş olması – yazının başında değindiğim tırnak bahsindeki gibi, belirsizliklerden biraz kaçınmış sanki. Öykülerde bırakılan ipuçları da kimi zaman daha net, başka türlü anlamaya imkân tanımayan bir açıklıkta. Bu bazen öykü kişilerinden birinin dobra, hatta nobran bir sözü olabileceği gibi, cümle içinde değinilip geçilen seramik bir tablo olabiliyor, ya da öykünün sonunda zirveye çıkacak tatsızlıkla hayli simetrik bir kaza yahut karşıtlıkların uç noktalarda konumlanmış olması.
Neyi, ne kadar açıklıkla anlatılacağına karar vermek, neleri gizlemek, hangi izleri –iz bırakmıyormuşçasına– bırakmak gerektiğini belirlemek… öykü yazmanın en zorlu yanlarının başında gelir bunlar. Sabit birer ölçüsü, denge noktası, formülü yoktur, sanırım daha çok hislerle verilen kararlardır, her bir öykü için yeniden tartılması gereken etkenler söz konusudur. Bir yerlerde bir öykücünün eskisinden daha açık yazmayı yeğlediğinden söz ettiği kalmış aklımda, nedenini yazmışsa da hatırlamıyorum. Belki genel bir okur ortalamasını referans almak gerektiğini düşünmüştür ya da okuma alışkanlıklarındaki değişimlere ilişkin kimi gözlemleri bu tercihe yöneltmiştir. (Ya da hepten yanlış hatırlıyor, yanılıyorumdur!) Bir öykü kurmanın en zahmetli ve en zevkli yanı gibi görünür bana da bu açıklık/kapalılık meselesi. Bir yanıyla da hayli kişiseldir aslında, hatta kimi zaman bu açıklık-kapalılık arasındaki mesafenin öykücünün handiyse imzası halini aldığı bile olur. Kadire Bozkurt’un öykülerinde yeğlediği tek bir formül yok, açıklık-kapalılık ayarı öyküden öyküye değişebiliyor, bununla birlikte, Buzkandilleri’yle beraber onun imzasının da oldukça belirginleştiği rahatlıkla söylenebilir.
•
NOTLAR:
[1] Küçük Dertler, Alakarga Yayınları, 2015, 93 s. Bir Kalbin Boyutları, Alakarga Yayınları, 2017, 151 s. (Notos Kitap, geçtiğimiz günlerde Kadire Bozkurt’un ilk iki öykü kitabının önümüzdeki aylarda Ateşle Yaklaşma başlığı altında yayımlanacağını duyurdu.)
[2] Buzkandilleri, Notos Kitap, 2022, 125 s.