Carlos Fonseca’nın yeni romanı Cenup modernitenin ezici hızına ve barbarlığına teslim olmayı inatla reddeden karakterlerin izini süren, ekolojik bir roman. Latin Amerika’nın zorlu coğrafyasında güneye doğru bir yolculuğa çağrıldığımız Cenup aynı zamanda tarih boyunca süren ve günümüzde de hızını hiç kesmeksizin devam eden yabancı düşmanlığının kökenlerine de götürüyor bizleri. İlk olarak yine Roza Hakmen çevirisiyle Hayvan Müzesi ile tanışmıştık Carlos Fonseca ile. Yeni romanı Cenup üzerine kendisiyle kapsamlı bir söyleşi yaptık.
***
Genç bir yazar olarak çok iyi romanlar yazmak olağandışı mı, şaşırmalı mıyız buna gerçekten? Genç yazarlar çok iyi romanlar yazamaz mı; hem de üst üste, hem de hepsi birbirinden güzel olmak kaydıyla!
Edebiyat dünyasında gençlik bir fetiş; bence edebiyat piyasası bu gençlik ve vaat mantığıyla çalışıyor: “Gelecek vaat eden genç bir yazar” fikri… Sorun şu ki, kitaplar bir vaatten daha fazlası, onlar birer gerçek. Önemli olan kitapların iyi mi kötü mü olduğu. İnsanların Hayvan Müzesi’ni ve Cenup’u benim yaşımdan daha fazla sevmelerini umabilirim ve her durumda, umarım sonraki kitaplarda hayal kırıklığına uğramam. Bu konu çok fazla baskı unsuru içeriyor, bu yüzden düşünmemeye çalışıyorum.
Stanford Üniversitesi’ne giderek Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünden mezun oluyorsunuz ve daha sonra Princeton Üniversitesi’ne girip burada da “Latin Amerika kültüründeki doğal felaketlerin sanatsal temsilleri” üzerine bir tezle Latin Amerika Edebiyatı ve Kültürü alanında doktora yapıyorsunuz. Bu doktora tezinizin yansımalarını tüm romanlarınızda görüyoruz diye bir yorum yapsam, ne dersiniz?
Evet, kendimi tipik bir akademisyen olarak görmesem de, akademi bana edebiyat tutkumu keşfedebileceğim bir alan verdi. Profesyonel bir okuyucu olabileceğim bir alan. Bunun için minnettarım. Princeton’da büyük Arjantinli yazar Ricardo Piglia’nın öğrencisi olma şansına eriştim ve onun öğretileri bana çok şey öğretti; özellikle de bir yazar gibi okumayı. Alexander Von Humboldt’un gezi günlüklerini okurken sanat, edebiyat ve doğal afetler üzerine yazmaya karar verdim. Strabon’un Coğrafya’sı gibi doğayı ve ekolojik kitabı başkahraman olarak kullanan bir roman yazma fikri beni her zaman büyülemişti. Sanırım yazdığım tüm kitaplar bu fikri ve tarihin bir felaket olduğu fikrini yol gösterici konuları olarak alıyor.
Cenup’un ilk iki romanınızdan farkının ne olmasını istediniz?
Bence insan önceki romanların hatalarını düzeltmek için yazmaya devam ediyor. Bir romanı bitirdiğimde, sanki yapmaya başladığım şeyi başaramamış gibi, kendimi biraz boş ve hayal kırıklığına uğramış hissediyorum. Bu enerji beni yeni bir projeye yönlendiriyor. Hayvan Müzesi’ni bitirdikten sonra, başka bir şey yazmak istediğimi hissettim; fikirlerden daha çok karakterler hakkında bir roman, daha doğrudan Orta Amerika’nın yakın siyasi geçmişine odaklanan bir roman. Bu istek de, Cenup’u yazmakla sonuçlandı.
Bıraktığımız izler, sildiğimiz izler ve yeniden inşa etmeye çalıştığımız izler... Cenup’u izleri takip etme ve belki de daha da önemlisi bir iz bırakma, hayata dair izleri geçmişten alıp geleceğe taşıma aktarma olarak okuyabilir miyiz?
Bu fikri çok beğendim. İzi sadece geçmişin bir işareti olarak değil, geleceğe işaret eden bir işaret olarak düşünmek. Son zamanlarda üzerinde düşündüğüm bir şey var: Tarihini tüketmiş gibi görünen bir toplumda yeni gelecek modeller nasıl inşa edilir? Toplumumuzun Telossuz bir bin yıllık toplum gibi göründüğünü hissediyorum. Cenup tam da bununla ilgili bir roman: Yakın sonun ötesinde hayatta kalmaya çalışan insanlar hakkında.
Julio Gamboa ve Aliza Abravanel. Romanın iki kahramanından biri yaşıyor, diğeri yaşamıyor. Aliza toparlanması ve yayınlanması için geride bıraktığı metinlerde ölmüş olsa da en az Julio kadar hayatta. İlk başta “Aliza da yaşasaydı, neden hayatta değil” dedim ama sonra yaşasaydı bu kadar derin bir hikâye olur muydu diye de düşündüm. Ölülerin arkasındaki hikâyeler neden bu kadar canlı sizce?
Evet, sanırım bu kalıtımla ilgili, sorunlu bir geçmişi miras almanın ne anlama geldiğiyle ilgili bir roman. Miras geçmişle geleceği birbirine bağlar. Aynı zamanda hikâye anlatıcılığının bir hayatta kalma yolu, gelecek nesillere iz bırakma yolu olarak görüldüğü hayatta kalma üzerine kurulu bir roman Cenup. Bir arkadaşım bana kitabın kendisine çok karamsar bir roman gibi geldiğini söyledi. Ben de tam tersine, hayatta kalma olasılığı hakkında bir roman olduğunu söyledim: Dillerin, hatıraların, kültürlerin hayatta kalması.
Julio, Aliza’nın geride bıraktığı metinlerle fiziksel olduğu kadar düşünceler açısından da bir yolculuğa çıkar. Metin içinde bir metin var Cenup’ta, Kayıp Sözlüğü var. Burada metinsellikten,biyografik - otobiyografik anlatımdan bahseder misiniz? Romanda öyle bir yapı var ki, hiçbiri birbirine karışmıyor; Matruşkaların iç içe olması, fakat birbirine hiç karışmaması gibi.
Diğer tüm metinlerin Rus bebekleri gibi oluşturulacağı bir metin fikri hoşuma gitti. Bence her metin biraz böyledir, bizi başka metinlerin ve başka seslerin olduğu bir yola götürür. Kendi sesimizi aramanın her zaman diğerinin sesinden geçtiği fikrini seviyorum. Cenup örneğinde, Julio karakteri aracılığıyla okuma eyleminin neyle ilgili olduğunu sahnelemek istedim. Geride kalan izlerin kalıntılarını ve o kalıntılardan anlam çıkarma arzusunu taklit eden bir metin oluşturmak istedim.
Cenup ekolojik bir roman aynı zamanda. Avrupa ve Latin Amerika tarihinin karşılaştırmasını yaparken yürütülen politikalar açısından benzer unsurların yanı sıra insanın yetiştiği coğrafyanın topografik yapısıyla insan ruhu ve psikolojisi açısından da benzerlikler mevzu bahis. Doğadaki her şey, her olup biten son derece bilinç içeren bir yapı içerisinde olup bitiyor diyebilir miyiz?
Halihazırda
Hayvan Müzesi romanımda karakterlerden biri ekolojik bir roman, kahramanın bir insan değil, doğanın ta kendisi olacağı bir roman yazmayı hayal ediyor. Bir bakıma
Cenup benim o romanı yazma girişimim; on dokuz yaşında Strabon’un
Coğrafya’sını okuduğumdan beri yazmak istediğim ve doğayı ilk kez bir yazıt, izler alanı olarak hayal ettiğim bir roman. Doğayı yazı açısından düşünüyorum: fosiller tarihin bir yazımıdır. O halde işin püf noktası o yazıya sadık kalmak ve onu bir hikâye olarak okumayı öğrenmek bence. Bilincin ne olduğunu yeniden tanımlayan bir hikâye: Belki de doğa, başka bir ölçekte ve başka bir dilde bir bilinçtir.
“Tarihle çarpışan bir sesin tiyatrosu. Unutuluşuyla savaşan bir dilin sessizlikleri.” Roman bitene kadar birkaç yerde tekrarlanıyor bu dizeler. Zaman, bilinç, bellek, dil, hafızamızda kalan veya beliren görüntülere romanın ikinci bölümünde fotoğraflarla birlikte görselliğinde eklenmesi, yani bu parçalı yapının bir araya gelişi, görünür olması insanın mücadele ettiği şeyler adına önemli bir ayrıntı, öyle değil mi?
Aliza’nın babasının günlüğünde bulduğu bu iki dize, bir bakıma tüm hikâyeyi sentezliyor – sessizliğe, unutulmaya ve silinmeye karşı anlatılan bir hikâye olarak. Kendine ait bir sese sahip olmanın ne anlama geldiği ve bu sesin her zaman diğerinin sesine nasıl bağlı olduğu hakkında bir hikâye. Aliza babasının sözlerinde kendini bulur ve bu sözlerde söylenenlere sadık kalmaya çalışır.
Nobel almayı hayal ediyor musunuz hiç? Mesela çok genç bir yazar olarak alsanız –ilk soruya ve cevabınıza atıf içeren bir yorumla– neler olabileceğini düşündüğünüz oluyor mu?
Buna cevap vermemeyi tercih ediyorum. Aklıma gelen herhangi bir cevap biraz iddialı görünebilir çünkü. Sadece benim için Nobel’in Faulkner anlamına geldiğini söyleyebilirim ve benim için Faulkner 20. yüzyılın en iyi yazarıdır.
Dünya son yıllarda yaşananlardan sonra gerçekten yenileniyor mu ve edebiyat bu yenilenme ve değişimlerden nasıl etkilenecek? Sizce gelecekte nasıl hikâyeler okumaya başlayacağız?
Bence iklim değişikliği ve ekolojik krizler bizi doğayla olan bağımızı yeniden tanımlamaya zorluyor. Bu da kuşkusuz edebiyat, doğa ve sanat arasındaki ilişkiyi nasıl yazdığımız, okuduğumuz ve nasıl düşündüğümüz üzerinde sonuçlar doğuracaktır. Aynı zamanda her zamankinden daha bağlantılı ve parçalanmış bir ağ toplumunda yaşadığımızı düşünüyorum. Yani anlattığımız hikâyeler buna sadık kalmalı, basit doğrusal hikâyeler olamaz, parçalanmış hikâyeler olabilir.
Masanızda hangi kitaplar var, hangi kitapları okumayı tercih ediyorsunuz son zamanlarda? Bu anlamda pandemi sürecinde okuma alışkanlıklarınız değişti mi?
Faulkner’ın kitaplarından bazılarını zaman zaman bazı sayfaları okumak için komodinin yanında tutarım. Pandemi sırasında garip bir şekilde yazarların günlüklerini okuma alışkanlığı edindim. Belki de o boş günlerde başkalarının deneyimlerini çalmaya, onlar aracılığıyla normal bir hayat yaşadığımı hissetmeye çalışıyordum, kim bilir?