Svetlana Aleksiyeviç, Lukaşenko, Belarus...

"Sanırım Aleksiyeviç’in yetmiş yılı aşkın hayatında kendisinin de son derece ilginç bulduğu yeni bir perde açıldı bu seçimlerle. Kendini muhalefetin neden muhalefet ettiğini herkese anlatırken buldu. Dediğim gibi sözcü, lider gibi vasıfları ısrarla reddederek kotarıyor bu işi. Bir gözaltına alınması, soruşturulması yetiyor olanı biteni tüm sadeliğiyle ifade edecek olanaklara ulaşmasına. Haliyle kadınların, kadın onurunun, eşitlik isteğinin, dahası kuşkuculuğunun devrimi de diyebiliriz bu yaşanana."

09 Eylül 2020 10:00

9 Ağustos 2020 Pazar günü yapılan Belarus seçimleri SSCB sonrasının sürekli Devlet Başkanı (Batı basınındaki namıyla, “Patates Diktatörü”, “Uysal Fino”) Lukaşenko’nun koltuğunu bir hayli sarstı. 

“Sovyet dönemiyle vedalaşıyoruz. Hayatımızın o kısmıyla. Sosyalist dramın bütün katılımcılarına dürüstçe kulak vermeye çalışacağım.” (s. 9)

Bunları söylüyordu Svetlana Aleksiyeviç İkinci El Zaman kitabının girişinde. Yazının başlığı "Bir Suç Ortağının Notları" idi. Kitabı ilk okuduğumda henüz Lukaşenko dönemi ile yüzleşemiyorsak bile, yarın düştüğünde üç aşağı beş yukarı yerli ya da yabancı  hepimizin ilk kuracağı cümleler buna  yakın sözlerden oluşacak sanırım demiştim kendi kendime.

Aleksiyeviç evvela derdini izah ediyordu. Toplumun henüz mırıldandığını o yüksek sesle dile getiriyordu: 

“Bu sosyalizmdi ve bu basitçe hayatımızdı. O zaman bundan çok az bahsederdik. Şimdiyse, dünya dönüşsüz şekilde değişmişken, herkes o hayatımızla ilgileniyor – ne kadar önemsiz olursa olsun, bizim hayatımızdı o. Yazıyorum, minik minik parçaların üzerinde, kırıntıların üzerinde ‘ev‘ sosyalizminin... ‚içerideki‘ sosyalizmin tarihini arıyorum. Onun insan ruhunda nasıl yaşadığını arıyorum. Beni hep işte o küçük uzam çekmiştir – yani insan... bir insan. Aslında her şey de orada olup bitiyor.” (s. 10)

Aleksiyeviç’in bahsettiği o küçük uzamın bizi her defasında kendi ateşi, gölgesi, görkemiyle kucakladığını söylemeden geçmek istemiyorum. Yazarımızın başarısı kuşkusuz susmayı bilmesinden ileri geliyor. Pekala itiraz edilebilir bu söylediklerime, ama nasıl birer gazetecilik, röportaj ürünü değil mi bütün bu yazdıkları, külliyatı? Denebilir. Evet kuşkusuz öyle ama bütün bu verim birinci ağızdan aktarımlardan oluşuyor. Aleksiyeviç konuşturduğu insanların öykülerini dallıyor, budaklandırıyordur. Yer yer kesip kırptığı da oluyordur. Ama burada ilgili kişinin konuşmasının zarar görmemesi, öyküsünü unutmaya yer bırakmaksızın etraflıca anlatması –anlatılan ister 2. Dünya Savaşı olsun, anlatıcımız kadın asker olsun, ya da isterse Çernobil faciası olsun ve madenciler konuşsun– farketmiyor, öykülerimiz çok boyutluluğunu kaybetmiyor. 

Aleksiyeviç bizi düşündürmeye devam etsin. Bu arada biz de Lukaşenko ile biraz daha yakından ilgilenmeyi deneyelim. Malum, bunlar manyak adamlar, dünya etraflarında dönüyor sanırlar, ister sofrada isterse de kenef kapısında bahislerinin geçmesi, isimlerinin yazılması haklarında susulmasından çok çok daha iyidir. 

Lukaşenko dara düştüğünde karşılaştığımız şey, bir evlilik sonrası manzarası oldu diyebiliriz. Evi, evindekileri sorguladı, aşağıladı, eline silah verdiği adamları marifetiyle onları yaraladı. Sadakatsiz aile, aklı çelinmiş çocukları... bütün bunların adam edilmeleri gerekiyordu. Bu uğurda plastik mermiden tutun gerçeğine, kafa kırmaktan göz çıkarmaya Lukaşenko ve adamları sonsuz bir çaba içine girdiler. 

Ama şu tür bayat bir şey de değil söylemek istediğim, Başkan aynı zamanda ülkenin kocası, halk da onun eşi, yok böyle bir Belarus, olmasın böyle bir dünya, ama arzulayanların varlığından da haberdarız. Başkan kendini ülkenin aklı fikri, kanı damarı her şeyi sanıyor doğru ama halk buna ısrarla, git gide daha fazla dil çıkarıyor. Külahıma anlat sen onları, diyor. Peki o halde neden evlilik sonrası manzarası dedim? Şimdi eşi ne âlemde bilmiyoruz ama Lukeşenko’nun şoke olduğu belli. Köpekler diyor. Nankörler. İşbirlikçiler! Verdiğim ekmek burnunuzdan gelsin. Komik adam. En son elinde tüfekle Başkanlık Sarayına yürüdüğünü de gördük. Komik dedim ama en çok güldüğümüz adamların, aptallıklarıyla bizi en çok öldüren adamlar olduğunu da hatırda tutarak söyledim bunu. Yoksa kimler kimler kimler nasıl da gülünesi haldeler ama gülemiyoruz. Mizahçılara da hazırladıkları mizah ve karikatür dergilerini kapatmak kalıyor. Ne diyelim, Edip Cansever’in dizesini anımsayalım, susalım. Gülemiyorsun ya gülmek...

Lukaşenko karısı tarafından terk edilmiş bir adam gibi direniyor ülkesine karşı. Aslında 9 Ağustos gününden beri Belarus sokaklarında yaşanan şeye, eğer protestocuların gözünden bakıyorsak karnaval dememiz gerekir. Direnen, öfkelenen, acı çeken Lukaşenko’nun ta kendisi. Göstericiler şarkılar söylüyor, eğleniyor, nihayet kavuşacakları özgürlüklerini kutluyor, hatta  kimi yerlerde papaz çağırıp özgürlük umudunu kutsuyorlar da... Dile kolay Çarlık Rusyası, SSCB, üzerine 26 yıl daha ekleyin… 

Yani bir off çeksek karşıki dağlar yıkılır.  Başkan’ın tanıdık öfkesi bundan. Tanıdık diyorum, yoksa yabancı mı? Değil bence. Cinsimizden bazılarına benzemiyor mu? Terkedilince, eski eşini çocuklarının geleceğini müzakere etmeye çağıran, kadını oracıkta öldüren adamlara benzemiyor mu Lukaşenko, zavallılığıyla?

Aleksiyeviç’ten aktaralım yine:

“Sovyet Rusya’da yaşayan yüz milyon kişiden 90 milyonunu yanımıza çekmeliyiz. Geri kalanlarla konuşmaya gerek yok – yok etmek lazım onları.” (Zinovyev, 1918)

“En az 1000 toprak ağasını, zengini asmak (kesinlikle asmak ki halk görsün)... hepsinin elinden ekmeği almak, esir almak... Yüzlerce versta etrafta kim varsa görsün, titresin diye böyle yapmalı...” (Lenin, 1918)

“Moskova tam anlamıyla açlıktan ölüyor.” (Profesör Kuznetsov’dan Troçki’ye)

“Bu açlık değil. Titus Kudüs’ü aldığı zaman, Musevi anneler çocuklarını yedi. Sizin annelerinizi çocuklarını yemeye zorladığım zaman, o zaman bana gelip ‘Açlık çekiyoruz,’ diyebilirsiniz.” (Troçki, 1919)

İnsanlar gazeteleri, dergileri okuyor, susuyordu. Aşılmaz bir korku çökmüştü üzerlerine! Nasıl yaşanır bununla? Birçokları gerçeği düşman sayıyordu. Özgürlüğü de öyle. “Biz kendi ülkemizi tanımıyoruz. İnsanların çoğunun ne düşündüğünü bilmiyoruz, onları görüyoruz, her gün karşılaşıyoruz, ama ne düşünürler, ne isterler, bilmiyoruz. Ama onları eğitmeye cüret edebiliyoruz. Yakında hepimiz öğreneceğiz – ve dehşete düşeceğiz,” diyordu bir tanıdığım, mutfakta sıkça beraber oturduğum biri. Onunla tartıştım. '91 yılıydı... Mutlu zamanlar! İnanıyorduk, yarın, kesinlikle yarın özgürlük başlayacak diye. Hiçliğin içinden, isteklerimizin içinden çıkıverip başlayacaktı.

"Şalamov’un Not Defterleri’nden: 'Yaşamın gerçekten yenilenmesi için yapılan ve kaybedilen büyük mücadelenin bir ferdiydim.' Bunu on yedi yıl Stalin kamplarında kalan biri yazıyordu. İdeale olan özlem duruyordu…" (s. 12)

Aleksiyeviç’in sözlerine ara verdiğimize göre bir de ben kulak vereyim Şalamov’a:

“Moskova’da Yaroslavl Garı’ndayım. Moskova’nın, dünyadaki bütün şehirlerden daha çok sevdiğim bu şehrin gürültüsü, insan seli karşıladı beni. Vagon durmak üzere. Daha önce yaptığım sayısız iş gezisi dönüşünde olduğu gibi yine beni karşılayan karımın sevgili yüzünü görebiliyorum. Bu seferki seyahat oldukça uzundu, neredeyse on yedi yıl sürdü. Ama en önemlisi, bu kez iş gezisinden dönmüyorum. Cehennemden dönüyorum.” (Varlam Şalamov, Kolıma Öyküleri, Jaguar Yayınları, s. 412)

Belarus birkaç defa gidebildiğim ülkelerden biri. Onların da bir tarihi, mitolojisi, antik şehirleri, daha daha çok şeyleri var. İsviçre’yi görmek bir kimseye ne kazandırır bilmiyorum ama Belarus, Ukrayna çeşitli Slav ülkeleri, korkunç sınıfsal uçurumların yanı sıra insan zenginliğiyle akıl çelicidirler. Şöyle dilini bilmesen dahi geçerli bir mesleğin olsa, ah bir olsa, berber olsan, kunduracı, ne bileyim ben, okusan adam olamasan bile doktor olsan ne güzel yaşanırdı be burada der durursun. Benim demişliğim çoktur en azından. 

Ama Belaruslulara kulak verirsen eğer öykü tersine işler. Komşu Polonya başta olmak üzere diğer ülkeler gibi fazlasıyla dış göç verir. Çalışmak birinci kaçış nedenidir. Siyasi göçmenlik hemen onu takip eder. Belarus ile ilgili çok şey söylenir. Demir Perde’nin son kalıntısı, Avrupa’daki son hapishane… Eğer Belaruslularla aynı işlerde çalışıyor, kahvelerde karşılaşıyorsanız bunların abartı yahut yalan olmadığını görürsünüz. İnsanlar toplama kamplarında değillerdir ama 20 yıla yaklaşan sürgünü Viyana’da, Berlin’de, Paris’te yahut Varşova’da yaşarlar. Yaşıyorlar. Henüz bir yazan olmadığından, varsa da sesini bize duyuramadığından sıradan Belaruslunun Çarlık Rusyası’ndan Sovyetler Birliği’ne neler yaşadığını biliyorsak da şu son 26 yılı, ülkenin demokrasi tecrübesini genelgeçer günlük haberler dışında pek bilmiyoruz. Svetlana Aleksiyeviç’i bir istisna olarak akılda tutmak gerekir yine de. 

Lukaşenko tipik bir diktatör. Kendisini ülkenin babası, kocası sanıyor. Abisi bile değil. Ya kocası, ya da babası. Bu sözler Svetlana Tikhanovski’nin adaylığını küçümseyen Lukaşenko’ya ait: 

“Anayasamız bir kadına uygun değil ve toplumumuz henüz bir kadına oy vermeye hazır değil. Başkan erkek olacak, bundan kesinlikle eminim.”

Şimdi böylesi bir adamla göğüs göğüse dövüşmek hem çok zor, hem de çok anlamsız. Bunlar insan demez, "bunlar da mı insan?" diye sorar. Üzerlerine tank sürer. Ezer. Svetlana Tikhanovski de bunu bildiğinden olacak muhalefete Başkanlıkta gözünün olmadığını söyledi, ülkeyi altı ay sonra tekrar seçimlere götüreceği sözünü verdi. Yaptığı şey bir nevi arazideki mayınları temizlemekti. Kampanyası olumlu sonuçlar da aldı aslında.

Birlikte Viyana kahvelerinde oturup bira içtiğimiz Belaruslular bu defa seçimle deviremezsek bile seçimden sonra kesin devireceğiz diyorlardı. Böyle olunca da hadi maşallah demek, sevinmek dışında başka bir heves kalmıyor insana. Bunlar yeterli.  Her şey yolunda giderken seçimler oldu bitti. Akşamına kalmadan Svetlana Tikhanovski bir video yayınladı. Seçimi Lukaşenko’nun kazandığını, eylemcilerin huzuru bozmaması gerektiğini falan söylüyordu. Haydiiii... Tanıdığım Belaruslular için (çoğu Orta ve Batı Avrupa’da doğup büyümüş genç ve orta yaşlı devrimcilerde) bıçak geldi kemiğe dayandı. Pek çoğu ortaklaşıp kiraladıkları otobüslerle Minsk’in yolunu tuttular. Protestolara katılacaklardı. Onlara katılmak istiyordum ama CIA yahut KGB ajanı yaftasıyla bir kaç yıl hapislerde yatmayı isteyip istemeyeceğimi sordular. Aslında fena olmazdı, Ahmet Altan’ın hâlâ hapiste olması fena halde canımı sıkıyordu, üstelik onun yazarı olduğu bir romanı yazmaya girişmiş, epey ilerlemiş ama bir türlü sonunu bağlayamamıştım. Üstelik hapishaneler ruhu özgür insanları tutabilmek için yeterli donanıma sahip mekânlar değiller zannımca. 2018 yılında Silivri’de hapishanede yatan Ahmet Altan Viyana’ya Kunst Historischer Museum’a konuk olmuştu. Onunla tanıştığımıza sevinmiştik. Ama bunu Belaruslu dostlarımıza anlatmak mümkün olmadı.

İkinci El Zaman’ı, özellikle de “Kahramanlığa ve Sonrasına Dair“ bölümünü okuyanlar Tanya Kuleşova’nın anlatımlarından bilirler Belarus seçimlerinin ne menem bir şey olduğunu. Haliyle Tikhanovski’nin soluğu komşu Litvanya’da almasına da şaşırmazlar. Hem kadın evet, evi terketti ama muhalefeti asla. İki aşamalı zekice bir çalışma yürüttü. Bir yandan Rusya dahil bütün diplomatik kanalları açık tuttu. Devletler arası diplomasidense kamu diplomasisini çok daha fazla önemsedi. Litvanya’daki protestocularla beraber sokaklara indi, komşu Letonya’nın, daha sonra Polonya’nın da hareketlenmesini beraberinde getirdi bu. Memleketimizde olsa yılgınlığa yol açacak iki hareketiyle Belaruslulara öncelikle Lukaşenko’yu düşürecek olanın halk, yani kendileri olduğunu bir kez daha hatırlatmış oldu. Sonra da muhalefeti başsız bırakarak ona başının çaresine bakması gerektiğini söylemiş oldu. Öyle ya size hadi toplanın yürüyelim demezlerse siz toplanır kendiniz yürürsünüz. Akacak kan damarda duracak değil ya! Yine çok sevdiğimiz Aleksiyeviç’ten alacak olursak: “İdeale olan özlem duruyordu…” Ülkenin ihtiyacı olan bu arzuyu beslemekti. Yeni Başkanlar bulup, onlara kült oluşturmak değil.

İkinci El Zaman’dan aktaralım yine, “Kahramanlığa ve Sonrasına Dair“ başlıklı bölümden. Yaklaşık on yıl öncesi, üzerine konuşulan 19 Aralık 2010 günü yapılan seçimlerdir, 21 yaşında, Öğrenci, Tanya Kuleşova rumuzlu anlatıcı konuşur:

“– Kendi adımı değil, ninemin adını söyleyeceğim size. Korkuyorum… elbette korkuyorum... Herkes birtakım kahramanlar bekliyor, ama ben kahraman değilim. Buna hiçbir zaman hazır olmadım zaten. Hapiste sadece annemi düşündüm, onun hasta kalbini. Ona ne olacak? Diyelim ki biz kazandık ve tarih kitapları da bunu yazdı... Ya yakınlarımızın gözyaşları? Onların acıları? Fikirler çok güçlü şeylerdir, korkunçlardır, çünkü onlarınki maddi olmayan bir güçtür, onu ölçmek imkânsızdır. Ağırlığı yoktur... Başka bir özdendir o... Bir şeyi annenden daha önemli hale getirebilme kapasitesine sahiptir. Seçim yapmaya zorlar seni. Ama hazır değilsindir... Artık biliyorum, KGB senin eşyalarını, kitaplarını karıştırdıktan... günlüğünü okuduktan sonra... odana girmek nasıl bir şey biliyorum... (Susuyor.) Bugün sizinle buluşmamıza gelmeden önce hazırlanırken anneme telefon edip ünlü bir yazarla buluşacağımı söyledim, ağlamaya başladı ‘Konuşma. Hiçbir şey anlatma,‘ dedi. Beni tanımadıklarım destekliyor sadece; akrabalarım, yakınlarım desteklemiyor. Ama beni seviyorlar…” (s. 507)

Kitapta Aleksiyeviç dört tip Sovyet insanından, daha doğrusu dört nesilden bahsediyor. Stalin nesli, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov, her başkana bir insan tipinin düştüğünden bahsediyor. Kendisinin de Gorbaçov zamanına ait olduğunu söylüyor. Aleksiyeviç çok tartışmalı, zamanının ötesinde bir insan bir kez hakkını teslim edelim. Yani evet Gorbaçov zamanının yaşama biçimini kabul etmiş bir dolu insan bulunabilir, ama Aleksiyeviç bu kuşağa dahil olmakla birlikte bu kalıba sığar mı? Hiç sanmıyorum.

Ama Lukaşenko kuşkusuz Gorbaçov neslinden. Dar kafalı ve ufku dar. Çağımızın diktatörlerinin talihsizliği de kendilerinin bu bitmek bilmeyen Ortaçağ aşkı. Asalım, keselim başkaca bir bildikleri yok. Sadece ülkelerini değil tüm dünyayı çok geriye, Hint Destanlarının yaşandığı çağlara çekmeyi çok istiyorlar, (hani Mahabharata’da Hint Kadınları ilk gecelerini hükümdarla yaşamak zorundadırlar.) ama bu adamların halkları, hele hele ülkelerinin kadınları bu tür işkenceye denk yaşam tarzlarını kabullenecek insanlar değiller. Gençler evlerinde birlikte yaşadıkları babalarıyla onca mücadele içindeyken, babayı bunca geri püskürtmüşken bir de Lukaşenko’yu mu eve davet edecekler? Başı sonu olmayan (bir anlamda kadim de) bir çatışma aldı yürüyor Belarus’ta. Ama bugünün de bir tarihi var işte. 

Tanya Kuleşova 10 yıl öncesini anlatıyor: 

“Ama orada yaşadıklarım inanılmazdı. Yanımda bir kadın yürüyordu… Neden onun adını sormadım ki? Onun hakkında yazabilirdiniz aslında. Başka şeylerle ilgileniyordum ben, eğleniyordum, her şey o kadar yeniydi ki benim için. Bu sözünü ettiğim kadın oğluyla birlikte yürüyordu, on iki yaşında falandı herhalde oğlu da. Okul çocuğu. Polis albayı da onu gördü ve megafonla küfretmeye, ona kötü bir anne olduğunu söylemeye başladı. Deli, dedi kadına. Bunun üzerine herkes kadınla oğlunu alkışlamaya başladı. Çok spontane gelişti, kimse düşünmemişti bunu. Çok önemliydi... çok önemliydi bunu bilmek... Çünkü biz sürekli utanıyorduk. Ukraynalıların Meydan’ı vardı, Gürcülerin Gül Devrimi vardı. Ama bize gülüyorlardı: Minsk’e komünist başkent diyorlardı, Avrupa diktatörlüğünün son kalesi. Artık başka bir hisle yaşıyorum ama: Biz yürüdük çünkü. Korkmadık. Bu en önemlisi… Bu çok önemli…” (s. 510)

Svetlana Aleksiyeviç hep eylemlerin içindeydi ama o da son derece olgun bir tavırla önderliğe oynamıyordu. Sanırım Aleksiyeviç’in yetmiş yılı aşkın hayatında kendisinin de son derece ilginç bulduğu yeni bir perde açıldı bu seçimlerle. Kendini muhalefetin neden muhalefet ettiğini herkese anlatırken buldu. Dediğim gibi sözcü, lider, ön çeken gibi vasıfları ısrarla reddederek kotarıyor bu işi. Bir gözaltına alınması, soruşturulması yetiyor olanı biteni tüm sadeliğiyle ifade edecek olanaklara ulaşmasına. Haliyle kadınların, kadın onurunun, eşitlik isteğinin, dahası kuşkuculuğunun devrimi de diyebiliriz bu yaşanana. Yoksullar ölüyor, onları Korona virüsten Lukaşenko’nun koruyacağını söylediği votka dahi koruyamıyor. Oysa vaka sayısı sıfırdı Başkan’ın dediğine göre. Sonra Rusya’ya ne oluyor ki, neden polis gücü kuruyor, Lukaşenko’nun yanında Belarus halkına karşı mı çatışacak? İyi de biz Rusya’yı protesto etmiyoruz ki diyor protestocular. Doğrusu her kafadan bir ses çıkıyor ama çok güzel çıkıyor.

Yine Aleksiyeviç’e başvuralım. Olabildiğince yorumsuz kalalım hatta. 

“İlk Çeçen savaşı sırasındaydı... Moskova’da garda bir kadınla tanıştım, Tambod yakınlarında bir yerden geliyordu. Oğlunu savaştan almak için Çeçenistan’a gidiyordu: 'Onun ölmesini istemiyorum. Öldürmesini istemiyorum.' Devlet artık onun ruhuna hâkim değildi. Özgür bir insandı bu. Böyle insanlar azdı.” (s. 7)

Ama Çeçen savaşının üzerinden on yıllar geçti. Aleksiyeviç’in ifadesiyle söyleyecek olursak, böyle insanlar çoğaldı. Haliyle Lukaşenko Belaruslu olabilir, Belarus’u evi sanabilir, bir yere kadar evidir de; hatta en büyük ev, arsa, saray kuşkusuz onundur ama artık yerini bilmesi, tüm ülkeyi istismar etmemesi şartıyla. İşi zor. Zaten Lukaşenko’nun arzuladığı tür başkanlık Saddam Hüseyin ve oğullarıyla birlikte bir hayli zedelendi. Lukaşenko kendi deyimiyle verdikçe güçlendi. Emeklilik mi? Evet, diğer Sovyet Cumhuriyetlerinden biraz farklı olalım. "Kaynaklarımız da var zaten." Sorunu çözüyordu. Başkanlar hep sorun çözer zaten. Uzakta yakında her yerde. Başka haklar hukuklar mı? Tamam. Yol da yapıyordu hem. Ama Lukaşenko iktidarı semirdikçe (özellikle Rus) oligarklar da semiriyor. Rahatsızlık bildiriyorlardı. Halkı soymak varken… Sonra NATO tankları kapıda bekliyordu. Lukaşenko parmağını uzatıyor ya ben ya kaos ona göre ayağınızı denk alın diyordu. Korkut, rüşvet ver, kutuplaştır, umutsuzluğa sürükle, oyala. Her yolu denedi. Ama yine de evdeki huzursuzluğun gelip gırtlağa dayanmasına engel olamadı.

Seçim protestolarını seyredenler halkın güzelleştiğini isteseler dahi gözden kaçıramıyacaklardır. Kadınlar, genç erkekler, çocuklar, ellerinde bir gül vardır, karanfil, gitar, şarkılar söylüyor, Covid dolayısıyla ihtiyatlı davranıyorlardır. Karşılarında tüm çirkinliğiyle devleti görürüz. Üzerinde tişörtü, eteği, pantolonu ayakkabısı ve çıplak nefesiyle alanlara akan topluluklara karşı Lukaşenko tanklar toplar askerler yollar. Tepelerinde dronlar, helikopterler, uçaklar dolaştırır. Protestoların en görülesi yanıdır bu. Ulaşamayacakları, uçan devlete şarkılar söyler, espriler yaparlar eylemciler. Karadaki gudubet fenadır, döver, tehdit eder, laftan sözden anlamaz. Konuşursa pot kıracağı düşünülmüş gibidir. Diyaloğa girmez. Saldırgandır, sürekli tehdit eder. Polislerin çok azı halkın sabırlı şiddete meyletmiyen protestoları karşısında utanır da meslekten istifa eder, halkı dövmeyeceğim derler üstlerine, orada gösterilere katılır, eylemci olurlar. 

Suçlamalar bizdekilerin tıpkısıdır. Bizim devlet sözcüleri kokteyl terör örgütleri üretiyor gözüne kestirdiği herkesi de bu bir araya gelmesi imkânsız örgütlere üye yapıyordu. Lukaşenko ve adamlarının mahareti de aynı aymazlıktadır. Bir göstericiyi televizyonda izlersiniz tutuklanmıştır, direngenliğiyle bilinen birisidir. Hem NATO yanlısıdır, hem Rus hem Sırp ajanıdır, Merkel’e çalışmayı da istese dahi ihmal edemez. 

Yine Aleksiyeviç’e, Tanya Kuleşova’ya kulak verelim:

“İşte duruyoruz: Bizler ve onlar. Burada bir topluluk, orada başka bir topluluk. Bu tuhaf bir manzara tabii... Bir tarafta pankartlar ve portreler var, diğeri kamuflajlı ve tam teçhizat, kalkanları var, copları var. Çam yarmaları! Geniş omuzlu herifler! Bizi dövecekler mi gerçekten?” (s. 511)

Hani son on yıllarda hem yerelde halk hem de genelde insanlık fazlasıyla irtifa kaybetti... Bir kapitalistle bir vegan rahatlıkla halka, onun gezegene verdiği zarara öfkelenebilir, benzer cümleleri kurabilirler. Burada veganın öfkesine katılmayabilir ama onu kendimizce izah edebiliriz, peki kapitaliste ne diyeceğiz? Halkın çirkin görünmesinin bir nedeninin Marx okumamak olduğunu ciddi ciddi düşündüğümü hiç çekinmeden söyleyeceğim. Diğer bir nedeni de halkın reaksiyon vermemesidir. Evet lokal ayaklanmalar var ama henüz halka güvenip bir gelecek düşü kuracak bir ortamda yaşamıyoruz. Oysa buna çok ihtiyacımız var.

Bizim Munzur’da çok tatlı bir köyümüz var, hem dağın hem de nehrin ağzı burası. Hükümet yıkıp ranta açmak istiyor. Arkadaşlarım Kızderbent’te, mütevazı çok da güzel bir köy evi yaptılar, ekip biçip yaşıyorlar, ama devlet rahat durmuyor, yanı başlarına bir taş ocağı kuruyor. Teyzem kendini bildi bileli Habipler’de, çok şirin bir gecekonduda yaşıyor, ama mahalleleri Kanal İstanbul tehdidi altında. Bir başka arkadaşımın kendini bildi bileli İstanbul Karaburun’da yaşadığı ev yine Kanal İstanbul tarafından tehdit ediliyor. Bu karabasandan kurtulmak için halka ihtiyacımız var. Eylem yapmaya. 

Belarus’u bize nazaran güzelleştiren de işte bu halkın varlığı, günden güne çoğalması. Artık Lukaşenko istediği kadar tehdit etsin, yandaşlarını sokağa çıkaramıyor, buna karşın birleşen halk ise sokağa inmenin tadını aldı kolay kolay eve girmiyor. Kendisini tüketmeden, sürekli eylemlere girip yorulmadan, maceracı eylemlerin kısa süreli heyecanına kapılmadan seçim sonralarında, zamlarda, temel hak ve hukukun zarar gördüğü zamanlarda sokağa iniyor Belaruslular. Evet Lukaşenko bir diktatör, onun da memleketimizin devletlileri gibi saplantıları var, kadınları kamusal alandan silmek temel arzularından biriyse, diğeri de kurumları tamamen yok etmek ama işler onun istediği kıvamda değil. Heryeri yıkamıyor. Bu gidişle yıkayım derken kendisi yıkılacak.

Belarus'taki bu her anlamda devrimci ısrarın ülkenin edebiyatıyla yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Aleksiyeviç'le sınırlı bir okumada bile gördüğümüz, yazarımızın gitmekte olanı uğurladığı, gelmekte olana da açık olduğudur. İnsana, onun anlatısına sonuna kadar açıktır Aleksiyeviç. Asla içine kapanmaz, bir anlatacağı olana kulağını kapamayı aklına bile getirmez. Ona herkes konuşabilir, anti-komünistler, komünistler, serbest piyasacılar, apolitik gençler, bir gelecek arayışındaki genç kadınlar, herkes. Türkiye edebiyatında yapılan şeyin tam tersidir Aleksiyeviç’in yaptığı ve başarılı olduğu. 

Türkçe’de devrimciler anılarını anlatırlar, kendi içlerine kapalıdırlar. Yalnızca anılarını anlatan devrimci ve onun ölen yoldaşları değerli kimselerdir. Bozuştuğu, ayrıştığı kimseleri hayırla yâd etmeyi pek sevmezler. Çevrelerini o kadar da iyi göremezler. İtirafçılar öykülerini anlatır, devrimciler yoldaşlarını öldürmüşlerdir. Ama bu cinayetler hangi koşullarda işlenmiştir bilemeyiz. Ölenlerin yakınlarıyla elbette görüşmüştür yazarlarımız, ama o yakınlar ne söylemiştir, bu kitaplarda okuyamayız. İşlenen korkunç cinayetlerin öyküleri eksiktir. Çünkü yazarlarımız konuşmak istiyor, etraflarına söz hakkı tanımak istemiyorlardır. Öykücülerimiz de aynısıdır ya. Acıktım, yemek yemeye lokantaya gittim derler. Yanıma bir adam geldi, hatıralarını anlatmaya kalktı, uzaklaştım oradan. Dur adamı dinle diyemeyiz yazarımıza. Senin bir öykün yok, sayfalarca trip atıyorsun, bari çevrenden beslen... Ama zor iş. 

Sanırım iyi bir edebiyat için devrimlere, karşı devrimlere, büyük yenilgilere ihtiyacımız var. Sonra ayağa kalkmaya da ihtiyacımız var. Ama en çok da ötekini anlamaya ihtiyacımız var. Sahi Svetlana Aleksiyeviç’in değerinde kaç yazar tanıyoruz? Benim bildiğim çok az.  Aklıma Yu Hua’nın Yaşamak ve Brüder romanları geliyor.

Çevirmen Sabri Gürses’e ne kadar teşekkür etsek az. Keşke öykücülerimiz, romancılarımız, yazarlarımız da bu denli iyi, özenli bir Türkçeye sahip olsalar. Bağzı çevirmenler çok iyi; Sabri Gürses de onlardan biri. Aleksiyeviç Türkçede hep çok şanslı. İnanmayan yapıtlarını okusun.