"Çalışmalarım gereğinden fazla çetin; hayatım ise zalim bir fıkra" diye yazmıştı günlüğüne Susan Sontag...
28 Aralık 2017 14:06
“Hitler iktidara gelmeden iki hafta önce, üçüncü nesilden Polonya ve Litvanya Yahudisi Amerikalı bir ailenin çocuğu sıfatıyla açtım dünyaya gözlerimi.” Yetmiş yaşında üçüncü kez kansere yakalandığını ve ne kadar karşı koyarsa koysun çok geçmeden öleceğini bilen bir insan söylüyor bu sözleri. Üstelik, 12 Ekim 2003’te, Frankfurt’un bol yağmurlu ve sisli sonbahar günlerine özenle kaydedilen o güzelim pazar akşamında söylüyor. Başta dönemin cumhurbaşkanı Johannes Rau, Alman siyasetçiler ve entelektüeller büyük bir dikkatle dinliyor kürsüdeki yaşlı kadını. 19'uncu yüzyılda bir süre parlamento olarak da kullanılan, 1988 ile 1991 arasında yenilenerek bir kültür merkezine dönüştürülen Saint Paul Kilisesi’nin harikulade akustiği, her kelimeyi sütunlardan kubbeye kadar dalga dalga genişletiyor zaten.
Hayır, Nürnberg’deki uluslararası mahkemeyi bir kez de Frankfurt’ta kurmak ve hazır fırsat bulmuşken, büyük çoğunluğu İkinci Dünya Savaşı’nda Alman ordusunda muhtelif görevler üstlenmiş insanları yargılamak gibi bir niyeti yok Amerikalı Yahudi’nin. İstese bile, buna ömrünün yetmesi mümkün değil ayrıca. Nitekim, o geceden neredeyse 14 ay sonra, tam tarih vermek gerekirse, 28 Aralık 2004’te veda edecektir yeryüzüne.[1] Hastanede ölmek istemediğini apaçık dile getirdiği hâlde, hastanededir ve başucunda bekleyenlerin anlattığına göre, rüyalarında Hitler’in kendisini takip ettiğini görmektedir hâlâ.[2]
Ölümün eşiğinde gezinen ve bunun da bilincinde olan bir insanın doğduğu günü ve o günlerde yaşadıklarını hatırlaması tuhaf mı acaba? Sigmund Freud, Karl Gustav Jung yahut yeni yetme psikanalistler meseleyi nasıl yorumlar bilmek zor, ancak söz konusu kişi Susan Sontag ise şayet, hayır, hiçbir tuhaflığı bulunmuyor.[3] Zira, “Dünyayı yargılamazsam, kendimi yargılamak zorunda kalıyorum” diyebilen sağlam bir entelektüel, doğumu ile ölümü arasındaki süreçte karşısına çıkan uçurumları aşa aşa evrensel hakikatin bir parçası kılmışsa kendisini, yadırganması muhtemel ayrıntıların bile hükümsüz kalması şaşkınlık uyandırmayacaktır vaktin bu kıyısında.
Alman Yayıncılar Birliği Barış Ödülü[4] töreninde Susan Sontag’ın doğumunu ve aslında pek fazla önemsemediği Yahudi geçmişini gündeme getirmesi sebepsiz değil tabii ki.[5] Arizona ve Kaliforniya’da geçen çocukluk dönemi, Almanya’ya hayli uzak olmakla birlikte Nazilere bir taş atımı mesafededir aslında. Zira, Arizona’nın kuzeyindeki büyük bir hapishane, Amerikan ordusunun Almanya’dan getirdiği binlerce Nazi’ye evsahipliği yapmaktadır uzunca bir süredir. Yıl, 1943’tür, yani Avrupa’da ve Atlantik’te son günlerine yaklaşan savaşın en şiddetli muharebeleri sürüp gitmektedir bütün acımasızlığıyla. Naziler hapishanede olsa da, evde ve okulda sürekli Yahudilere yaptıkları zulme ilişkin öyküler dinleyen on yaşındaki bir çocuk için travma kaynağına dönüşüp rüyalarına müdahale etmeleri kaçınılmazdır. Neredeyse her gece tekrarlanan kâbus hep aynıdır: Hapishaneden kaçan Naziler, Sontag’ın annesi ve kız kardeşiyle birlikte yaşadığı kasabaya gelerek bilhassa onu öldürmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla, Sontag’ın gözlerini ebediyen kapatmadan üç gün önce rüyasında Hitler’in kendini takip ettiğini görmesinin şaşırtıcı bir tarafı yoktur pek fazla.
Susan Sontag’ın çocuksu endişesini dinleyen Alman siyaset ve kültür camiasının seçkin temsilcileri, yüzlerinde yahut dudaklarında donmuş bir tebessümle sözü nereye getireceğini merak etmişler midir, yoksa tipik bir Amerikalı yaklaşımı algısıyla içlerinden de olsa gülüp geçmişler midir, bilemiyoruz tabii ki. Bildiğimiz, Bir Metafor Olarak Hastalık yazarının bu travmanın hiç değilse bir bölümünü çok çabuk atlatabildiği ve o etkileyici Alman kültürüyle tanışmayı ertelemediği gerçeğidir.[6] Bir taraftan Nazilerle dolu kâbuslar görürken, bir taraftan da Geothe’nin Genç Werther’in Acıları ile Theodor Storm’un Immensee isimli kitaplarını okuması bunun somut bir göstergesi biçiminde değerlendirilebilir herhalde. İlerleyen yıllarda her iki kitabın da filme alınmasında ise yönetmen kimliği de taşıyan Susan Sontag’ın hiçbir dahli yoktur!
“Çocukluğumun çılgınca okuma günlerinde” diyor Susan Sontag, “tesadüflerin yardımıyla başka Alman yazarlarla da tanıştım.”[7] Bir tarla dolusu çiçeğin arasından çekip çıkarılmış ölçüde çekicilik taşıyan, “çocukluğumun çılgınca okuma günleri” ifadesi, muhtemelen herkesi kendi okuma çılgınlıklarına sürükleyecektir durup dururken. Fakat ne yapalım, her küçük kaçamak gibi bu cümle de Johann Sebastian Bach’ını bekliyor zaten olanca tazeliğiyle! Gerçi, Yoruma Karşı yazarı, “Gerçek sanat bizi rahatsız etme yetisi taşır. Sanat yapıtını içeriğine indirgeyip sonra bu içeriği yorumlamakla o sanat yapıtını ehlileştirmiş oluruz. Yorum, sanatı evrilip çevrilebilir, rahatsız ediciliği giderilmiş bir duruma getirir” cümleleriyle direniyor buna benzer uçarılıklara ama biz söylediğimizle yetinelim şimdilik![8]
Susan Sontag’ın, “çocukluğunun çılgınca okuma günlerinden” tutup çıkardığı ilk yazar, kolayca tahmin edilebileceği gibi Kafka’dır. Sontag, hukuk tahsil eden Praglı sigortacının nadide eserlerinden Ceza Sömürgesi sayesinde korkuyu ve adaletsizliği keşfettiğini söyleyecektir fazla zorlanmadan. Yakındaki hapishane dolayısıyla korku konusunda tecrübelidir aslında. Adaletsizlik ise belki de bundan sonraki mevcudiyetinin en temel hareket noktalarından birisini teşkil edecektir hep. Vietnam’da, Saraybosna’da, Irak’ta bunca çabalamasının, PEN Amerika Başkanlığı boyunca nerede zulüm gören bir yazar varsa peşine düşmesinin sebebi Kafka’nın Ceza Sömürgesi’nin üzerine eklediği o derin birikim ve hiçbir zaman bir kenara itmediği vicdanla ahlak olsa gerek.[9]
Araya, hepsi Alman kimliği taşıyan Johann Sebastian Bach, Wolfang Amadeus Mozart, Ludvig van Beethoven, Franz Peter Schubert ve Johannes Brahms gibi hakikaten kendi semasında yalnız gezinen yıldızları sıkıştırdıktan sonra, “Hayatımda” diyecektir Susan Sontag, “hayatımda hiçbir kitap, Avrupa medeniyetinin tam ortasında sürüp giden değerler çatışmasını anlatan Büyülü Dağ kadar önem taşımadı benim için.” Thomas Mann sahillerine sürüklenen hemen herkes gibi, çabucak yörüngede yerini almıştır o da. Yıllar içinde, Amerikalı olma olgusuyla Avrupa’ya yakın düşme algısını harmanlamasının gerisinde de, savaşın ortasında kuşatma altındaki Saraybosna’ya gidip Godot’yu Beklerken’i sahneleme cesaret ve ferasetinin ilerisinde de sözünü ettiği değerler çatışmasının bulunduğunu söylersek, aşırı yorum vadisinde yeni lakin gereksiz bir adım daha atmış olur muyuz acaba?
Susan Sontag, çocukluk döneminde kâbuslar görürken zihninin solgun yörelerinden geçirmiş midir bilinmez ama Arizona’daki hapishanede yatan Nazilerden birisi, yıllar sonra Almanya’da çıkacaktır karşısına. “70’lerin hemen başıydı herhalde” diye söze giriyor bu kez Sontag. Almanya’nın en prestijli kurumlarından Hanser Verlag’ın bir yayınevine ziyadesiyle yakışan binasında, Almanca basılacak kitaplarının editörlüğünü üstlenen Fritz Arnold’la karşı karşıyadır. Arnold, kitaplarına aşinalık taşımakla birlikte daha yeni tanıştığı bu Amerikalıya, savaş yıllarında ne yaptığını anlatmak istediğini söyleyecektir hemen. “Baba, savaşta ne yaptın” denklemine denk düşen bu detayın gerisinde, yaralı Alman bilincinin yattığını söylemek fazla iddialı bir tespit anlamına gelmeyecektir muhtemelen.[10]
“Ben de herkes gibi, hatta belki insanların çoğundan daha fazla kendimi suçlama eğilimindeyim fakat bu hâlden hoşlanmıyorum. Nietzsche, suçluluk duymakla ilgili sözlerinde haklıdır: berbat bir his. Utanç duymayı tercih ederdim” diyen sanki bir başkasıymış gibi, hemen itiraz edecektir bu öneriye Susan Sontag.[11] Bunun tek sebebi, Fritz Arnold’un başta Jorge Luis Borges olmak üzere pek çok ünlü yazarın editörü vasfını taşıması değildir sadece; bir tür itiraf niteliğini de bağrında barındıran bu hesap verme çabasında pornografik bir nitelik sezmektedir anlaşıldığı kadarıyla. Zira, Arnold aynı zamanda edebiyatçı ve eleştirmendir de. 1999 Şubatı’nda ölene kadar editörlüğünü ve dostluğunu üstlenmekten yüksünmeyecek olan bu bıyıklı Alman’ın ısrarlarına çok da fazla direnemeyecektir buna rağmen...
Gene de, Fritz Arnold’un önerisini duyar duymaz gösterdiği ilk tepkide yadırgatıcı bir taraf bulmak mümkündür. Duyacaklarının dehşetine yönelik bir endişedir belki de Sontag’ın elini kolunu bağlayan. Fritz Arnold’un, hesap verme endişesi de taşıyan dürüstlüğünden etkilendiğini ise hiç gizlemeyecektir zaten. 1919 doğumlu Arnold, Nazilerin Avrupa’yı kasıp kavurduğu yıllarda neler yaptığını mutlaka anlatma ihtiyacı hisseden ilk Alman da değildir üstelik. Saint Paul Kilisesi’ndeki derin sessizliği damarlarında dolaşan kanserli akyuvarlarla tanıştırmak istercesine bir süre soluklanan Susan Sontag, pimi çekilmiş minik bir el bombası niteliği taşıyan şu cümleyi en ön sırada oturan siyasetçilerin ayaklarının ucuna bırakmaktan da asla geri durmayacaktır: “Dinlediğim diğer hikâyelerin hiçbiri, Fritz’in anlattıkları kadar masum değildi.”
Fritz Arnold’un öyküsü, diğerleriyle kıyaslandığında masumdur hakikaten de. Masumdur ve Susan Sontag’ı yakından ilgilendiren ilginç detaylarda bile bu masumiyeti örseleyecek herhangi bir gölge bulutu yoktur doğrusu. İnanmak güç olsa da ortaya çıkan olgu çarpıcıdır: Kuzey Arizona’daki hapishaneden kaçarak kendisini, annesini ve kız kardeşini öldüreceğini düşünüp kâbuslar görmesine yol açan Nazilerden birisi Arnold’un ta kendisidir! Yani? “Yani” kısmını özetleyelim usulca: Savaş başladığında önce Köln’de, arkasından Münih’te edebiyat ve sanat tarihi okuyan Fritz Arnold, “ölmeme ve öldürmeme umudunu” yüreğinden eksiltmeden, Alman ordusu tarafından kendisine verilen görevi mecburen kabul etmiş, 1943 yılında da esir alınıp Kuzey Arizona’daki hapishaneye getirilmiştir. Üstelik, bütün bu süre zarfında bir kez bile ateşlemek zorunda kalmamıştır eline tutuşturulan silahı.
Akustiği ile Sinan camileriyle rahatlıkla boş ölçüşebilecek bir niteliğe sahip bulunan Saint Paul Kilisesi’nin olağanüstü kubbesinin altında toplanan algıları ve hassasiyetleri gelişkin topluluğun bu tesadüfe fena hâlde şaşırdığını tahmin etmek hiç de zor değil tabii ki. Alman entelektüelleri, muhtemelen iyi bir aile terbiyesi aldıkları için, tepkilerini, Amerikalılar gibi “wow” ya da Türkler gibi “oha” nidalarıyla dökmüyorlar ortalığa. Susan Sontag, dört yıl önce kaybettiği arkadaşının da oralarda bir yerlerde bulunmasını arzuladığını zerre gizlemeden, oyunun bir parçası kılıyor herkesi. Zira, Arnold itiraflarını tamamladıktan hemen sonra Sontag’a geliyor sıra. Arnold’un Kuzey Arizona’da savaş suçlusu olarak tutuklu bulunduğu yıllarda, Güney Arizona’da yaşayan on yaşındaki küçük bir kız çocuğunun o hapishaneden kaçacak Nazilerden nasıl korktuğunu anlatıyor büyük bir zevkle...[12]
“Bir yazarın günlüğünü niçin okuruz? Kitaplarını aydınlattığı için mi? Çoğu zaman aydınlatmaz. İleride basılmak niyetiyle yazılmış oldukları zaman bile, günlük türünün taşıdığı hamlık nedeniyle okuruz daha çok. Yazarı kendi ağzından dinleriz; yapıtlarında taktığı benlik maskelerinin ardındaki ‘ben’iyle tanışırız. Romandaki içtenlik derecesi ne olursa olsun bunu sağlayamaz; birinci tekil şahısla yazdığı ya da kendine çok açık biçimde gönderme yapan üçüncü şahsı kullandığı zaman bile (...) İnsanın dini için kendisini kurban etmesinin beklendiği dinsel inanç çağlarında olduğu gibi, modern okurun beklentisi de bugün yazarı çırılçıplak karşısında görmektir.”[13]
Bu sözleri, neredeyse 14 yaşından itibaren günlük tutan ve yürüdüğü yolların iki kenarını fenerlerle donatmakla yetinmeyip çektiği çilelerden, yaşadığı hayal kırıklıklarından, aşklarından, sevgililerinden ve sevişmelerinden apaçık söz eden, yani kendini “çırılçıplak” ortaya koymaktan çekinmeyen bir insan söyleyince daha fazla merak uyandırıyor doğal olarak. Susan Sontag, “örnek bir çilekeş” adını verdiği sanatçılar konusunda ne zaman kalemine davransa, bu çıplaklığın erdemini getiriyor dile. Eleştirmen, romancı, sinemacı, denemeci yahut öykücü kimlikleri, acı çekmenin anlamını derinden kavramış bu bilinçle paralel bir seyir izliyor her seferinde. Bu bakımdan, Cesare Pavese’yi ele aldığı bir denemesinde, onun çektiği acıları nasıl kullanışlı kılacağına dair bir çözümlemeye girişmesi şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, “Yazar, bir insan olarak acı çeker; yazar olarak da bu acısını sanata dönüştürür. Yazar, çektiği acıyı, sanatta elde edeceği kazanç uğruna kullanmayı keşfetmiş kişidir – tıpkı azizlerin, ruhların selameti için acı çekmenin yararlı ve gerekli olduğunu keşfetmeleri gibi” sözlerindeki yaralayıcılık sadece.[14]
Zira, hemen her fırsatta yalnız kalabilmenin sanatçı için vazgeçilmez bir tutku olduğunu dile getiren Susan Sontag, gerçekte sabah kahvesini bile yalnız içmekten hoşlanmayan, buna mecbur kalırsa da şikâyeti asla ihmal etmeyen bir karaktere sahip. Bu çelişkiye, onun hakkında Sempre Susan: A Memory of Susan Sontag adıyla bir kitap yazan ve oğlu David’in eski sevgilisi sıfatını taşıyan Sigrid Nunez işaret etmiyor yalnızca, kendisi de bunu hemen her fırsatta dile getiriyor zaten.[15] 15 Mart 1973’te, günlüğüne, “‘Hayatta’ yalnızca eserlerimle bilinmek istemiyorum. ‘Eserlerimde’ yalnızca hayatımla bilinmek istemiyorum. Çalışmalarım gereğinden fazla çetin; hayatım ise zalim bir fıkra” dese de, bir yandan yalnızlığı yüceltirken, bir yandan da ondan kurtulmak amacıyla olağanstü çaba harcamaktan çekinmeyecektir: “Yalnızım, canım yanıyor, roman süründükçe sürünüyor ve benzeri şeyler. Yine de ilk defa, büyük sıkıntılara, ‘gerçeklik’ sorunlarına rağmen ben buradayım. Kendimi sakin, eksiksiz ve yetişkin hissediyorum.”[16]
The New Enquiry’de, The Lonely Ones isimli nefis bir denemeyle karşımıza çıkan Emily Cooke da aynı kanaattedir. Şimdilerde Harper’s Magazine’in Yayın Yönetmen Yardımcısı sıfatını da taşıyan Cooke, Sontag’ı, “kadın aydınların en erkeksisi” olarak tanımlayarak başlıyor yazısına. Arkasından da, ikinci cildi As Consciousness Is Harnessed to Flesh/ Bilinç Tene Kuşanınca ismiyle yayımlanan günlüklerini değerlendiriyor son derece sert cümlelerle: “Sontag’ın küçük yaştan itibaren tuttuğu günlüklerin ilk cildi, cinsel ve entelektüel açıdan hayli hızlı bir biçimde yaşandığı anlaşılan kendini tanıma sürecini gözler önüne seriyordu. İkinci cilt ise bir tarafıyla en önemli eserlerini kaleme aldığı yılları anlatsa da, diğer tarafıyla, Sontag’ın gelip kendi sınırlarına dayanmış olduğunu koyuyor ortaya. Her zaman olduğu gibi, Sontag’ı içten içe kemiren endişelerden en önemlisi, yalnız kalma korkusudur.”[17]
1970’de meme kanserine, 1990’da rahim kanserine ve nihayet 70 yaşında da löseminin bir türüne, MDS’ye yakalanan Susan Sontag, hastalığı bir metafor olarak görebilen, hatta onunla arasına mesafe koyarak dışarıdan bakabilen nadir insanlardan biriydi. Bırakın kanseri, nevazil/ nezle başlangıçlarında bile ortalığı yangın yerine çeviren nazeninler diyarında anlaşılması güç olsa da, hastalıklarına dışarıdan bakabilme kabiliyeti büyük bir imkândı Sontag için. Hiç kuşkusuz, kanserle tanışanların yakasına yapışan travma, onu da ziyaret ediyordu belli periyotlarla, fakat bir şekilde üstesinden geliyordu işte. Son günlerini anlatan Katie Roiphe, her ne kadar, “Yeryüzünde ölmemeye karar verecek bir kişi varsa eğer, o da Susan Sontag’dan başkası olamazdı” dese bile, o da ölümlüydü ve işin fena tarafı, hemen her zaman bilincindeydi bunun.[18] Yoksa, Metafor Olarak Hastalık nasıl yazılabilirdi ki?
“Metafor Olarak Hastalık üzerinde çalışmaya başladığımda bu hastalığa yakalanmamın üzerinden neredeyse bir yıl geçmişti (...) Elbette bana büyük ihtimalle çok yakında öleceğim söylenmişti, yani sadece hastalıkla ve acı verici ameliyatlarla değil, bir iki yıl içinde ölme ihtimalim olduğu gerçeğiyle de yüzleşmem gerekiyordu. Fiziksel acının yanı sıra hastalığın terörünü, dehşetini hissediyordum ve gerçekten korkuyordum. Yaşadığım şey en şiddetlisinden, hayvani bir panikti, Ama coşku dolu, inanılmaz yoğun anlar da yaşıyordum. Başıma akıl almaz bir şey gelecekmiş, muhteşem bir maceraya atılmışım gibi hissediyordum. Hasta ve muhtemelen ölüyor olma macerası. Ve ölümü kabullenmek gerçekten olağanüstüdür.”[19]
Ölümü kabullenmenin olağanüstü bir tarafı bulunduğunu kim inkâr edebilir ki? Bu olguyu, ölümün solgun taraflarına dolu dizgin yaklaştıklarının bilincine varanların bilhassa derinden algıladığını ve bunun da kendi içinde ilham verici bir tarafı bulunduğunu söylemek mümkün. Sontag da, Rolling Stones adına eski talebesi Jonathan Colt’un sorularını cevaplarken, “Cesaret ve kahramanlığın asaletiyle örülmüş ilham verici bir dünyası var hastalığın” demekten çekinmiyor zaten. Hemen arkasından da, her hastanın bitmez tükenmez sızlanma kaynaklarından biri olan, ancak esasen “seçilmişliğin” yanlış yorumlanmasından ibaret bulunan can yakıcı meseleye getiriyor konuyu:
“Hastalandığımızda psikolojik veya fiziksel veya insanî açıdan başımıza sıra dışı bir şey geldiğini düşünmeye başlıyoruz, çünkü daha yüksek bir bilinç durumuna geçmenin başka yolunu bilmiyoruz. Maddi varoluşu aşıp ötesine geçmek [Transcendence] basit bir insanî ihtiyaç değil; insanın, fiziksel varoluşunun ötesine geçme ve daha derinden hissetme, daha büyük bir duyarlılık kapasitesiyle algılama istemiyle de ilintili. Keza dinî terimler bunu hep şöyle veya böyle dile getirmiştir. Oysa bugün, tüm o dinsel jargon çöktü, biz de yerlerini tıbbî ve psikiyatrik jargonla doldurmaya çalışıyoruz. Bu yüzden neredeyse iki yüz yıldır insanlar hastalığa ruhani ve ahlakî değerler yüklüyor.”[20]
Rahim ve meme kanseri için değil de bilhassa lösemi için geçerli muhtemelen bu sözler. Zira Sontag, kanser türleri arasında sadece löseminin romantik bir tarafı bulunduğunu savunuyor bütün açık yüreklilikle. Bu düşüncesini de lösemi esnasında insanın içinde herhangi bir tümörün büyümemesine bağlıyor. Gerçi, kandaki iki milyar akyuvar hücresi bölünerek dokuz milyar gibi muazzam bir sayıya ulaşmaktadır, fakat, tümör şeklini almadığı için katlanılır bir tarafı mevcuttur bu işkencenin. Ayrıca, tedavi amacıyla yapılacak herhangi bir ameliyat olmaması da teselli cephesine dâhil edilebilir belki. Çünkü bu, insan bedeninin herhangi bir tarafının kesilmemesi ya da sakatlanma riskinin ortadan kalkması anlamına da gelmektedir. Bütün bunlar alt alta veya üst üste değerlendirildiğinde, hiç şüphesiz hem teorik, hem pratik, hem de metaforik açıdan olağanüstü zengin anlamlar kazanıyor lösemi.[21]
Tam da bu aşamada, Susan Sontag’ın bir kez daha çocukluğuna dönerek 14 veya 15 yaşında felsefeyle nasıl tanıştığını hatırlamasında yadırgatıcı bir taraf yok. Çünkü, felsefe kitapları okumaya başladığında kendisini en çok çarpan şey, metafor yoğunluğu karşısında yaşadığı karmaşadır. Ne var ki, felsefenin başlangıç bölümlerini kuşatan metaforlar, ergenliğin bitmez tükenmez sorunlarıyla boğuşan genç kızı kendine hayran bırakmak yerine, “Eğer başka bir metafor kullanılsaydı, sonuç başka türlü olabilir miydi” sorusunu zihnine firketelemesine yol açacaktır her seferinde. Buradan hareketle, “Metaforlara hep şüpheyle yaklaştım” diyen de Susan Sontag değil midir zaten?[22]
24 Aralık 2004. Brooklyn’den Long Island’a, Manhattan’dan Jersey’e uzanan bir genişlikte Christmas akşamına hazırlanıyordu New York City. Kentin turistik mekânları kadar ara sokaklarda yaşayan insanlar da evlerini, balkonlarını, bahçelerini Christmas ışıklarıyla donatmıştı bir uçtan bir uca. Aynı şenlikten payını alan yerlerden biri de Manhattan’ın Batı yakasında tuğlalardan müteşekkil ağır bir yapı izlenimi uyandıran Memorial Sloan-Kettering Kanser Merkezi’ydi. Merkezin girişindeki büyük çam ağacı süslenip ışıklandırılmış ve hastalara moral vermesi amacıyla muhtelif hediyelerle donatılmış olsa bile, hastaneleri sarıp sarmalayan o ince hüzün sızıyordu binanın bir yerlerinden.[23]
Kanser Merkezi’nin üst katlarında yer alan bir odada 71 yaşındaki Susan Sontag, yakın arkadaşı ve The New Yorker yazarı Sharon DeLano ile birlikte Beethoven’ın Late String Quartets’ini dinlemektedir.[24] Yüz çizgileri iyice derinleşmiş ve yanaklarıyla birlikte gerdanı da sarkmıştır artık. Yattığı yatakta Beethoven dinlemekle birlikte yorgunluğunu gizleyecek gücü kendinde bulamamaktadır bir türlü. Oysa, 31 Temmuz 1973’te günlüğüne şunları yazan insan oralarda bir yerde gizlenmektedir hâlâ: “Ben öfkeyle yazmıyorum –daha çok Nietzschevâri bir gurur hissediyorum. Bu beni kuvvetlendiriyor. Kahkaha ile kükrüyorum. Herkesi suçlamak, onları paylamak istiyorum. Daktilomun başına sanki mitralyözümü almaya gidiyormuş gibi geçiriyorum. Ama güvendeyim. ‘Gerçek’ agresifliğin sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda değilim.”[25]
Nedense, aklına Sharon’la tanıştığı günler gelecekti birdenbire. 70’lerin başları veya ortaları, yani günlüğüne o satırları düştüğü zaman dilimine yakın bir tarih olmalıydı. Sharon o sırada The New York Review of Books’un editörleri arasındaydı. Göğsünde kanserli birkaç tümörün büyüdüğünü öğrendiği gün ilk aradığı insan Sharon olmuştu. Yalnız kalmak istemiyordu ve Sharon hiç tereddütsüz koşup gelmişti Riverside Drive’daki apartmanına. Sharon’un Vanity Fair, Random House ve The New Yorker’daki editörlük günlerinde de devam etmişti dostlukları. Sontag’ın yalnız kalmaması için The New Yorker’daki işinden ayrılması da dostluklarının somut bir göstergesiydi zaten. 12 Nisan 1977 tarihinde bitmez tükenmez bir dağ yığınına dönüşen defterlerine kaydettiği şu satırları değilse de, burada dile getirdiği görüşleri Sharon’la paylaşmış ve üzerinde uzun uzun tartışmıştı zaten:
“İki çeşit yazar vardır. Hayatın önümüze serildiği gibi olduğunu düşünen ve her şeyi tasvir etmek isteyen: Sonbaharı, çarpışmaları, doğumu, at yarışlarını. Bu yazar Lev Tolstoy’dur. Diğer yandan, hayatın bir sınav yeri olduğunu düşünenler vardır ve yalnızca önemli şeyleri tasvir etmek isterler. Bu yazar da Fyodor Dostoyevski’dir. İki alternatif. Dostoyevski’den sonra kişi nasıl olur da Tolstoy gibi yazabilir? Amaç, Dostoyevski kadar iyi bir yazar olmak ve oradan yoluna devam etmektir.”[26]
Mart ayında hastaneye geldiklerinde, en fazla altı aylık ömrünün kaldığı gerçeğini, doktorların oğlu David’in kulağına fısıldadıklarını biliyordu. Duyduğu acı giderek yoğunlaşmasa, daha önceki kanser dönemlerinde olduğu gibi katlanabilirdi buna da ama ziyadesiyle ıstırap vardı bu kez. On altı yaşında, yeryüzünün bütün acılarına dirençli bir genç kız edasıyla Berkeley Üniversitesi’nin kapısından girdiği günü hatırlamıştı şimdi de. Bir sömestr sürmüştü Berkeley serüveni, hemen arkasından, akademik titizliğiyle ilgisini çeken Chicago Üniversitesi’nde almıştı soluğu.
1950 yılıydı. Amfilerden birinde Freud’u anlatan sosyolog Philip Rieff’in dikkatini, derse son anda yetişen ve tek boş sandalyeye yerleşen genç kız çekmişti. Anlattıklarını o kadar candan bir ilgiyle dinliyordu ki, ders bitiminde ismini sormaktan, birkaç gün sonra da akşam yemeğine davet etmekten alamamıştı kendini. Genç öğrenci Susan Sontag ile yaşlı hoca Philip Rieff’in evlenmeye karar vermesi için 10 gün yetmişti bile.[27] Ne var ki, Sontag evlilikten de, Şikago’dan sıkılacaktı çok geçmeden; tahammül gücünü besleyen, araya giren Paris yolculukları ile sevgilileriydi. Bilhassa, günlüklerinde “H” harfiyle kaydettiği Harriet Sohmers Zwerling bir hayli etkiliydi Sontag üzerinde.[28] Nihayet 1960’da Philip Rieff ile boşandıklarında dört yaşındaki oğlu David’i koltuğunun altına sıkıştırıp felsefe tahsil etmek amacıyla Harvard yollarına düşen de Susan Sontag’dan başkası değildi. Olgunluğun eşiğinde, ilgileri ve merakları doğrultusunda dünyaya dikkat kesilen bekâr bir kadındı artık:[29]
“Sürekli değiştiğimi hissediyorum ve bunu insanlara açıklamak zor; çünkü yazar denilen kişinin genelde kendini ifade etmeye çalıştığı ya da eserlerinin satır aralarında, başkalarını kendi fikirleri doğrultusunda değişmeye yönlendirdiği düşünülür. Ancak bu iki model benim hiç kafama yatmıyor. Demek istediğim, yazarken kısmen de kendimi değiştirmek için yazıyorum, bir kere yazdığım zaman bir daha o konu hakkında düşünmeme gerek kalmasın istiyorum. Zihnimdeki fikirlerden kurtulmanın en kestirme yolu yazmak.”[30]
Sharon, Christmas arifesinde David’e bir e-mail göndererek annesinin durumunun pek parlak olmadığını bildirmiş ve sürekli “Hastanede ölmek istemiyorum” diye sayıkladığını söylemişti. Christmas öğleden sonrasında ise eski sevgilisi Annie Leibovitz, her tarafı hediyelerle dolu bir hâlde, bütün hayatiyetiyle çıkagelecekti hastaneye. Ne var ki, Sontag’ın hediyelerle ilgilenecek mecali yoktu artık. Bunun üzerine, Annie getirdiği bütün hediyeleri teker teker açmak zorunda kalacaktı. Bu, iki eski sevgilinin son görüşüydü birbirini. Zira, Annie ölüm döşeğindeki babasını ziyaret için Florida’ya gitmek zorundaydı. Susan Sontag, son bir gayretle kolundan tutup, “Çıkar beni buradan” diye inleyecekti umutsuzluğunu gizlemeden.[31]
Sharon’ın ise 28 Aralık sabahı 03.30’u beklemesi gerekecekti. O akşam banyo yapmak gibi muhtelif amaçlarla bir süreliğine evine giden Sharon’ın başucundan ayırmadığı telefon o saatte çalmış ve hemşirelerden birisi, beklenen zamanın artık geldiğini bildirmişti duraksamadan. Sharon, yataktan fırlarken bir taraftan da David’i arayacaktı. Annie’ye de ulaşmaya çalışmış ama bir türlü başaramamıştı. Kendisi de kısa sürede hazırlanıp aynı apartmanda oturan yakın arkadaşı Paola Dilonardo’yu uyandıracak ve ikili sabahın o saatinde hastanenin yoluna düşecekti. Christmas yorgunu New York, yılbaşına hazırlanırken karla kaplı sokaklarda kendilerinden başka hemen hiç kimse yoktu zaten.
Sharon ve Paolo hastaneye ulaştıklarında, kız arkadaşıyla birlikte çoktan gelmiş olan David vardı karşılarında. Hastaneye koşanlardan biri de, Sontag’ın Saraybosna’da tanışıp arkadaş olduğu ve New York’a getirdiği Hasan Gluhic’di. Onlar Susan Sontag’ın başında bekleşirken birkaç saat geçmeden doktor odaya girecek ve hastanın bağlı bulunduğu ışıltılı monitörü kapatacaktı. Doktorun yaptığı açıklamaya göre, monitör açıkken insanlar hastadan ziyade ekrandaki ışıklara odaklanmaktaydı. Doktor, monitörü kapattıktan sonra son bir kez nabzını yoklayacaktı Sontag’ın. Saat 07.10’du ve nabızda herhangi bir hayatiyet belirtisi yoktu.[32]
İki bin kilometre ötede durumu öğrenen Annie, babasını bırakıp yollara düşmüş ve nasıl becerdiğine başta kendisi olmak üzere hemen herkesin şaşırdığı yürek parçalayıcı çabalardan sonra bir yolunu bulup dönmüştü Florida’dan. Hastane odasında bekleyen sevgili arkadaşının sevgili cesedine yetişecek vakti de bulmuştu üstelik. Diğerleri, iki eski sevgiliyi odada yalnız bırakıp dışarı çıkmıştı pek sezdirmeden.[33] Memorial Sloan-Kettering Kanser Merkezi’nin önünde ise hastanenin sözcüsü Esther Carver, basın mensuplarına, saat 07.10 itibariyle Susan Sontag’ı kaybettiklerini açıklıyordu...[34]
Oğlu David Rieff, annesinin günlüklerini yayına hazırlarken, o günü şöyle anlatacaktı: “Bu onun ölümüydü, benimki değil. Annem de konuyu açmadı. Bunu yapmak ölebileceğini kabul etmek anlamına gelirdi, ki annemin istediği hayatta kalmaktı, yok olmak değil; ne olursa olsun hayatta kalmak. Yaşamaya devam etmek: belki de onun ölme biçimiydi bu...”[35]