Suat Derviş’in gözleri

Suat Derviş'in bu mektubu Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihinde, siyasal yetkenin, düşüncelerini beğenmediği, yazdıklarını sakıncalı bulduğu yazarlara çektirdiklerinin binlerce vesikasından sadece biridir

Orhan Kemal 2 Haziran 1970 tarihinde Sofya’da ölür. Popüler bir yazar olduğu için ölümü basında büyük yankı uyandırır. Dönemin neredeyse tüm dergi ve gazeteleri, öyküleri ve romanlarıyla kendilerine okuyucu çeken, tirajlarını yükselten yazara saygılarını sunar. Onu, 56 gibi genç bir yaşta ölüme götüren sebepler dile getirilirken siyasal yetkenin baskı ve şiddetinden de haklı olarak dem vurulur bu yazıların bazılarında. Kemal Bisalman ölümünden üç gün sonra Milliyet’teki köşesinde “Orhan Kemal de Gözlerini Yumdu” başlıklı bir yazı yayımlar ve büyük bir cesaretle Orhan Kemal’in ölümünde devletin pay sahibi olduğunu söyler.  

“Son senelerde bir de pasaport vermemeye kalkmışlardı kendisine. Kalbinden, ciğerlerinden, hemoroidinden şikâyetçiydi Orhan Kemal. Hastane hastane gezdiği halde bir türlü sıhhate kavuşamamıştı. Yurt dışında tedavi ettirmesi, kurtuluş dahi olmasa bir ümit ışığı, belki de birkaç yıl daha hayatta kalması sayılırdı. Buna rağmen vermediler pasaport Orhan Kemal’e. Bugün git yarın gel diye aylarca süründürdüler. Sonunda birkaç yazar gürültü koparınca verdiler ama sanırım ki iş işten geçmiş, ölüm artık elini çekmemek üzere dev yazarın omuzuna koymuştu!

Nitekim dışarı gittikten sonraki tedavi de para etmedi. Memlekete döndü. Yine fenalaştı. Yine gitti. Ve evvelki gün Sofya’da gözlerini yumdu. Böylece çilesi de bitti Orhan Kemal’in.”

Bu sert yazısından birkaç gün sonra bir mektup alır Bisalman. Mektup Suat Derviş’ten gelmektedir. Derviş, Bisalman’ın Orhan Kemal hakkındaki yazısından cesaret alarak benzer şikâyetini dile getiriyordur.

Kırk senelik gazeteciyim. 1930 yılından beri İkdam, Cumhuriyet, Vatan, Son Posta başta olmak üzere İstanbul ve Ankara’nın bütün gazetelerinde çalıştım. Son senelere kadar geçimimi kalemimle (roman ve tercüme) sağlamaktaydım. 350 lira yetim maaşım dışında başka bir kaynaktan gelirim yoktur.

Son bir yıldır hızla gelişen bir göz hastalığı yüzünden artık çalışamaz duruma geldim. Bir gözüm hiç görmemektedir, öteki gözüm de her geçen gün zayıflamaktadır. Buradaki maddî ve diğer imkânlarımla gereken tedaviyi sağlamamın mümkün olmadığını takdir edersiniz.

Üç romanım Sovyetler Birliği’nde Rusçaya çevrildi ve yayınlandı: Fosforlu Cevriye, Ankara Mahpusu ve son çıkan Aşk Romanları[1]. İlkinin ve ikincisinin ikinci baskı telif hakkı, üçüncüsünün de ilk baskı telif hakkı orada birikmiş bulunmaktadır. Bu para oranın mevzuatınca dışarı ödenmemekte, buna karşılık biriken meblâğ, benim Sovyetler Birliği’nin en hazık göz doktorları tarafından tedavi edilmeme kâfi gelmektedir. Bu konuda, burada temas ettiğim konsolosluk yetkilileri bunun mümkün olduğunu ve kendi açılarından hiçbir engel bulunmadığını bildirdiler.

O taraftan bir engel yok ama, ya bu taraftan?

Bundan bir ay kadar önce pasaport için müracaat ettim. “Yirmi gün sonra gel,” dediler. Dedikleri gün tekrar müracaat ettim, bu sefer “On beş gün sonra gel,” dediler. Yani iş bugün git yarın gele döndü.

Anayasada yazılı seyahat hakkı, kör olup olmamam bu seyahate bağlı olmasına rağmen bana tanınmamaktadır. Ve bu açıkça yapılmakta, yirmi dört saatte sona erdirilmesi gereken bir işlem aylarca sürdürülmek istenmektedir.

Meselenin müspet bir sonuca bağlanması için konuyu ele almanızı bir eski gazeteci olarak meslek dayanışması adına sizden rica ediyorum.

Suat Derviş

 

Kemal Bisalman, 10 Haziran 1970 tarihinde bu mektubu da içeren öncekinden sert bir yazı kaleme alır. “Vicdansızlığın Dik Alası” başlıklı bu yazı yine Milliyet’te, “Cızz..” başlıklı köşesinde yayımlanır. Bisalman başına, sonuna birkaç paragraf eklemekle yetinmiş, yukarıdaki mektubu olduğu gibi okuyucularıyla paylaşmıştır.

Yazının başında “Genç kuşak, annelerinin, ablalarının elindeki romanlardan tanır ‘Suat Derviş’ adını. Kendisi yakın tarihimizde isim yapmış üç beş hanım yazarımızdan biridir. Hem de bu kesimin en tutarlılarından biri. Babıali’deki kırk yıllık uğraşı sırasında gerek yazılarıyla gerek medeni ilişkileriyle ‘solcu’ya çıkmıştır Suat Derviş’in adı. Kadınlığına bakılmadan ona da türlü çile çektirilmiştir. Ve 1970’e varana dek bu çile bitmemiş, hâlâ da devam etmektedir. Günümüzdeki Suat Derviş, tek başına yaşayan, dışa vurmadığı dertleri içinde senelerini yitiren, hayat merdiveninin en güç çıkılan basamaklarında en sert mücadeleyi veren, bizlere emanet bir kişidir artık,” dedikten sonra mektubu alıntılar. Sonra ‘burnunun ucundaki sivilce için Londra’daki hekime, bronzlaşmak için Riviera kıyılarına, basen masajı için Paris Güzelleştirme Enstitülerine gidenlerin fink attığı bir memlekette,’ bir gözünden sonra bir gözünü daha kaybetmekte olan dayanaksız bir kadına pasaport vermemenin tek kelimeyle ayıp, onun da ötesinde insafsızlık ve vicdansızlık olduğunu söyler.

 “Yetmedi mi Suat Derviş’e çektirdikleriniz?[2]Yetmemiş miydi Orhan Kemal’e çektirdikleriniz? Evvelki gün yüzlerce kişinin elleri üstünde yükselen bir tabutun karşısında hiç mi küçülmediniz? Büyüyün, büyüyün, verin Suat Derviş’in pasaportunu da biraz büyüyün![3]Giden bir hayatın ardından ‘iki göz de gitti’ demesin millet! Nasıl durdurdunuzsa emir salın pasaport bürosuna da hiç olmazsa o yerdeki insanları töhmet altında bırakmayın. Faşizminiz yetti de arttı artık!”

Bisalman’ın Suat Derviş’in mektubunu birebir sunması gibi Yeditepe dergisi de 171 numaralı sayısında (Temmuz 1970) Bisalman’ın yazısını “Suat Derviş İçin” başlığıyla paylaşır. Sadece bu imzasız yazıyı alıntılamadan evvel “Orhan Kemal’in cenaze töreninde, cami avlusunda biriken sanatçı ve yazarların arasında Suat Derviş de vardı. Çileli bir hayat yaşamış olan emektar yazar, gözlerinden rahatsız olduğunu, bir gözünün görmez duruma geldiğini, öteki gözünü de aynı sonun beklediğini, oysa yurt dışında tedavi olanaklarının olduğunu ama ne yazık ki kendisine pasaport verilmediğini yana yakıla anlatıyordu,” bilgisini eklemekle yetinir. Bir de -sanırım sert buldukları için- Bisalman’ın yazısının son iki cümlesini çıkarmayı tercih etmiştir dergi yönetimi. Bunun yerine “Anayasa her Türk yurttaşına seyahat özgürlüğünü tanıyor. Ama bazı art düşünceli yöneticiler, özellikle yazarlara ve sanatçılara karşı bu özgürlüğü kısıtlamak yoluna sık sık gidiyorlar,” demekle yetinirler. Yani topyekûn siyasî yetkeyi değil, ‘bazı art düşünceli yöneticileri’ adres gösterirler ihtiyaten.

Bu mektup Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihinde, siyasal yetkenin, düşüncelerini beğenmediği, yazdıklarını sakıncalı bulduğu yazarlara çektirdiklerinin binlerce vesikasından sadece biridir. Suat Derviş 30'lu yılların ortasından ömrünün sonuna kadar hem meslekî hem özel yaşamında devletin baskısını ve şiddetini hissedecek, hapis yatacak, takip edilecek, fişlenecek, yok sayılacak, ülkesinden kaçmak zorunda bırakılacaktır. 

*

Milliyet ve sonrasında Yeditepe’de yayımlanan mektupsa işe yaramış, ilgili mercilerin dikkatini çekmiş olsa gerek. Belki de çekmemiş, her şey doğal seyri içinde ilerlemiştir, bilemiyorum, yetkili merciler tesadüfen, tam bu mektubun üzerine Suat Derviş’e ‘çektirdiklerini’ kâfi bulmuş da olabilir. Öyle ya da böyle, Suat Derviş iki ay sonra Sovyetler Birliği’ne gider. Yine Milliyet’te 24 Aralık 1992 tarihinde yayımlanan “Sovyet Komünist Partisi Belgelerinde Türkiye” başlıklı yazı dizisinde Parti’nin 18 Ağustos 1970 tarihli toplantı tutanağında Molodaya Guardiya Yayınevi’ne Türk yazarı Suat Derviş’e telif ücretini ruble olarak ödeme izni verildiği yazmaktadır. Buradan da anlıyoruz ki o tarihte birikmiş teliflerini almak için Moskova’dadır Derviş. Otuz üç sene önce Tan gazetesinin muhabiri olarak gezdiği ve bir yazı dizisiyle seyahat intibalarını anlattığı Sovyetler Birliği’nde.

Liz Behmoaras da yazdığı biyografide, yazarın ağustosta Moskova’ya gittiğini, bir ay kaldığını, gözündeki kataraktı ameliyat ettirdiğini ama sonucun pek de yüz güldürücü olmadığını söyler. Sol gözü ameliyata rağmen gitgide yoğunlaşan bir perdeyle örtülüdür. Sağ gözündeyse bitmeyen bir zonklama vardır.[4]

İsmet Kür, Yarısı Roman başlıklı anılarında 1972’de, yani ölümünden birkaç ay önce tanıdığı Suat Derviş’i anlatmaya başlarken “sağlığı çok bozuktu… gözleri berbattı,” der.[5]Ölümünden sonra yazdığı yazıdaysa yine Derviş’in gözlerine değinir. Fakat bu defa tüm çektiklerine, kendisine yaşatılanlara rağmen ayakta kalabilmiş, haksızlığın, adaletsizliğin karşısında dimdik durabilmiş Suat Derviş’e yakışır biçimde anlatır bu bir çift gözü.

Çok kalın camlı gözlüklerinin ardında grimsi, mavimsi, yeşilimsi ve alabildiğine canlı, geçirdiği ameliyatlara karşın hâlâ çok güzel olan gözlerinde korkunç bir direniş… Herkese, her şeye, ölüme de meydan okuyuş vardı.[6]

Suat Derviş 23 Temmuz 1972 tarihinde, yorgun, hasta ama her şeye rağmen, belki de son güne değin direniş, meydan okuyuş dolu gözlerini ebediyen yumar. İsmi yâd, ruhu şad olsun. 

 

 

Ana görsel: Suat Derviş, 1934 yılında Galatasaray Lisesi öğrencileriyle.


[1]Aşk Romanları adlı bir kitabı yok Suat Derviş’in. Acaba hangi eser ya da eserler bu isimle basıldı? Belki yeni, bilinmeyen bir roman… Neden olmasın? 1969’da Moskova’da basılmış bu romanın Milli Kütüphane koleksiyonunda yer aldığını bu yazıyı hazırlarken gördüm. İlk Ankara yolculuğunda bakmak üzere.

[2]Ne tesadüf ki, Suat Derviş’in tam da o dönemde yazmaya başladığı (ne yazık ki bitiremeyecektir) anılarının başlığı da “Hayatımı Anlatıyorum: Çocukluğum, Meslek Hayatım, Çektiklerim”dir. Çektikleri

[3]Bisalman’ın bu büyüme küçülme göndermesi önceki yazısınadır. Orhan Kemal hakkındaki fıkrasını şöyle bitirmiştir zira. “Şimdi bir siluet devleşiyor bulutlara doğru. Şapkası yana yatık, dudaklarında acı bir tebessüm. İnsancıklara bakan bir siluet. Ve bir kitap devleşiyor evrende: Murtaza… Bir diğeri devleşiyor: Avare Yıllar... Bir üçüncü devleşiyor: 72’nci Koğuş… Bir dördüncü devleşiyor: Bereketli Topraklar Üzerinde… Ve geride kalan bir şeyler, gitgide küçülüyor bu devleşiş karşısında. Küçülüyor! Küçülüyor! Küçülüyor!”

 

[4]Liz Behmoaras,Suat Derviş: Efsane Bir Kadın ve Dönemi, İstanbul: Doğan Kitap, Mart 2017, s. 300

[5]İsmet Kür, Yarısı Roman, İstanbul: Everest Yayınları, Ekim 2006, s. 48

[6]“Bir Yıldız Kaydı” Barış, 3 Ağustos 1972